Bolvadin'in Temel Taşları

 

VEYSEL HOCA  (VEYSEL ODUNCU)

Veysel Oduncu 1927’de Bolvadin’in Ağılönü Semti’nde dünyaya geliyor. “Kelahmetoğulları” diye anılırlar. Çiftçilik yapan babasının adı Arif’tir. İki yaşında iken annesinin ölümü üzerine öksüz kalmıştır. Babasının ikinci evliliğinden çocuğu olmayınca, ailenin tek evladı olarak yetişmiştir. Hafızlık icazetini almıştır. İmam-hatiplik ve Kur’an kursu öğreticisi olarak görevlerde bulunmuştur.

   Veysel Hoca; uzun boylu, sakallı, nûrâni yüzlü, zeki, çalışkan, yumuşak ve etkili konuşan birisiydi. Okumayı ve okutmayı çok sever, çevresindekilere okumaları, ilim tahsil etmeleri için telkinde bulunurdu. İlim ve ahlaktan aile reisliğine kadar, her konuda örnek olmuş, parmakla gösterilen bir şahsiyetti. Ömrü boyunca; alıcı değil verici, şikayetçi değil şükredici, tüketici değil üretici olmuştur. Hac görevini yerine getirmiştir.

ARİF  ODUNCU

Veysel Hoca’nın babası Arif Efendi, çiftçilikle ve her Ağılönülü’nün yaptığı gibi, gölde kamış kındıra işleriyle uğraşır. Gayretli, çalışkan birisidir. Mahalle muhtarlığı da yapmıştır. Ağılönü’ndeki itfaiye yanında bulunan mezarlığa, havyan-haşerat girmesin diye duvar yaptırır. Bakımsız sokak çeşmelerini tamir ettirir, hatıl yaptırır. Dini kuralları tam olarak uygulamaya çalışan ihlaslı birisidir. Kur’an kurslarının olmadığı dönemlerde ilkokula giden çocuklara, dini kaideleri öğretmeye çalışır. Yaz-kış her gün ikindi namazından sonra kız ve erkek çocuklarını evinde toplar; Kur’an okuma eğitimi verir;  namaz duaları ve ilmihal bilgileri öğretir. Bir mum, diğer bir mumu yakmakla ışığından bir şey kaybetmez.

   ÇOCUKLUK  DÖNEMİ

Küçük Veysel, ilkokula başlamadan önce Kur’an okumasını öğrenir. Babası tarafından, diğer çocuklarla birlikte kısa sure ve duaları ezberlemiş ve Kur’an okumasını öğrenmiştir. İlkokula başlar. Üçüncü sınıfta iken hastalanır ve okula gidemez. Yine hastalanır korkusuyla, babası bir daha okula göndermez. Daha sonra dışarıdan imtihanlara girerek ilkokul diplomasını alır. Bu arada komşuları olan “Bülbül Hoca” lakabıyla tanınan Ömer Efendi’den dersler alarak fıkhî konularda kendisini geliştirir. Bülbül Hoca; bid’atın, gizli şirk ve gizli küfrün tehlikeli olduğunu, para ile Kur’an okunamayacağı sık sık belirtir. Bu sözler beyninde yer eder. Ayrıca, radyonun adının bile bilinmediği dönemde, dünyanın bir yerinden konuşulan seslerin, tahta bir kutu içerisinden duyulacağını, belirtiyor.

1942 yılından sonra Kur’an kursları açılmasına müsaade edilince, Hafız Eyüp (Bilgin) Hoca Bolvadin’e tayin edilir. Oraya devam ederek ilmini arttırır.

 HAFIZLIK

Veysel Hoca, kurslardan arta kalan zamanında, devamlı göle gidip kamış kındıra biçer. Bunları Hasır Pazarı’na götürüp satar. On yedi yaşında iken yine göle gider. Akşama kadar çalışır. Eve yorgun-argın geldiğinde, babası bunu Balcılar’dan Hacı Mehmet’in kızıyla nişanladıklarını söyler ve arkasından düğün edilir. Bu evlilikten üç oğlan beş kız, sekiz çocuğu olur. Oğullarından Osman, başbakanlık teftiş kurulu başkanı idi vefat etti. İkinci oğlu İsa vefat etti. Küçük oğlu Mehmet ise en son görevi vali iken emekli oldu.

Evlendikten sonra babasına hafız olmak istediğini söyler. Babası da Akşehir’de bulunan “İstanbullu Hoca” ile nam salan Süleyman Özus Hoca’nın bulunduğu kursa, yatılı olarak gönderir. Burada iki senede hafız olur gelir. 1946 yılında Manisa’ya asker olarak gider.

HAK  İLE  İMAMLIK

Askerlik görevini bitirdikten sonra, tekrar göle gitmeye ve kendi hayvanlarına bakmaya başlar. Ağılönü’nde Tekke Camii ve Hacı Ömer Camii var. O gün için camilerde görev yapan kişilere “hak” denilen ücret veriliyor. Bu ücret, harman zamanı arpa-buğday olabiliyor. Bir gün, akşam sofraya oturup yemek yerken babası: “Yarın camide namazı sen kıldıracaksın!” der. Şaşırır, bir şey diyemez. Hacı Ömer Camisi’nde “hak ile” görev yapan imam başka köye gidince, cami imamsız kalmış, ezan da okunmuyormuş. O mahalledekiler babasına, oğlunun görev yapmasını istemişler, o da kabul etmiş.

Ertesi gün sabah namazı vakti yaklaşırken camiye gider. Çıktığı basamakları sayarak, seksen üç basamaklı minarenin şerefesine çıkıp selâ verir. İçinden, ne güzel rastlantı, Yasin Suresi de seksen üç ayet diye düşünür. Selayı duyan mahalle sakinleri camiye gelmeye başlayınca, hemen Yasin Suresi’ni okur ve tekrar minareye çıkıp sabah ezanını okur. Namazın bitiminde huzurlu ve mutlu bir şekilde evine döner. İki gün sonra cumadır. O zamanlar cuma hutbelerini imamlar kendileri hazırlamaktadırlar. İlk cuma “Şefaat Etmek” başlıklı bir hutbe hazırlamaya karar verir. Kendisi hutbeyi hazırlar fakat bunu yeterli görmez ve İmaret Camii İmamı Âdil Hoca’ya (Bohur) gider. Ondan gerekli dersi alır. Hutbe konusu ve konuya hakimiyeti beğenilir. Yirmi beş yaşında genç bir delikanlı olduğu için, takıldığı yerlerde hemen Âdil Hoca’ya gelip danışmaya başlar. Teravih namazının evlerde de kılınabilineceğini söylediğinde karşı çıkanlar olur.

DAMLAMAYAN  BOYA

Camini yanında “imam lojmanı” olarak yapılmış iki göz bir ev var. Mahalleli buraya taşınmasını söyler. Bu da kabul eder ve odaları düzene sokar, sıra duvarın boyanmasına gelmiştir. Öğle ile ikindi arasında cemaatten Koreli Ekrem buna yardım eder. Ekrem Usta boyayı yere damlatmadan çok güzel boyamaktadır. Veysel Hoca ise yarısını yere, yarısını duvara sürmektedir. Yani eli pek yakışmamaktadır. Ekrem Usta yere damlatmaması gerektiğini hatırlattığında bu da: “Bu boyanın damlamayan boyası yok mu?” deyince ikisi de gülüşürler. Ekrem Usta: “Senin işin imamlık, benimki de bu…Herkes kendi işini yapsın.” diyerek fırçayı bırakmasını söyler. Üç çocuğuyla birlikte bu eve taşınırlar.

Veysel Hoca, vefatından biraz önce rahatsızlanır ve hastaneye yatırılır. Bir gün hastane odasına, başhekim ile elinde boya kabı ve fırça ile bir usta girer. Başhekim boyacıya, boyanacak yerleri gösterir ve yere damlatmamasını söyler. Hasta yatağında yatan Veysel Amca’nın aklına yıllar önce lojmanı boyarken: “Damlamayan boya yok mu?” diye sorduğu soru gelir. Aynı soruyu oradaki ustaya da sorar. Usta: “Damlamayan boya olmaz, damlatmayan usta olur.” der. Bu, her işi kendi ehline ver, demektir.

KADROLU  GÖREV

Altı ay bu camide fahrî olarak görev yapar. Maaş olmadığı için namaz vakitlerinin dışındaki zamanını gölde çalışarak geçirir. Göle gidemediği zamanlarda Âdil Hoca’nın yanında Osmanlıca yazıyı ve okumasını öğrenir. Zamanın milletvekili olan rahmetli Gazi Yiğitbaşı, hem daktilo bilen, hem de Osmanlıca’yı bilen birisini arıyormuş. Veysel Hoca’yı söylemişler. Askerde iken yazıcı olduğu için çok güzel daktilo ile yazabiliyor. Yanına gittiğinde gizli bir yazı yazacaklarını, bunu kimseye söylemeyeceğini tembihlemiş. Yazıyı yazdırdıktan sonra bunu mecliste okumuş.

Mahalle camilerinde görev yaptığının yedinci ayında, müftülük tarafından bir kişilik imamlık kadrosu açılmış. Babası müracaat etmesini söylemiş. İki kişi müracaat etmiş. Yapılan imtihan sonucu tayini Çay’ın Bulanık köyüne çıkar. Orada imamet görevinin yanı sıra, kız ve erkek öğrencilere Kur’an öğretir. Daha sonra Çay’ın Yaka Camisine görevlendirilir.

NAZİLLİ’DE  GÖREV

Yıl 1966…Veysel Hoca, çocuklarının büyümesiyle birlikte daha iyi tahsil yapabilmeleri için büyük bir şehre gitmeye karar verir. Nazilli’de bulunan dostları bunu yanına çağırırlar. Hocası Âdil Hoca’ya giderek gidip gitmemekle ilgili tavsiyelerini ister. O da: “‘Senin hafızan kuvvetli, öğrenme istidadın da var. Git, buralarda çürüme. Dışarıda kıymetin bilinir. İnsanın kendi çevresinde kıymeti bilinmez. Bu, dünyanın her tarafında böyledir.” deyince Nazilli Hacı Ethem Camii’nde göreve başlar. Burada imam-hatipliğin yanı sıra, kız Kur’an kursu hocalığı da yapar. Sosyal dernek faaliyetlerinde bulunur. İmam-hatip lisesi derneği, hayırseverler derneği, fakir ve muhtaçlara yardım derneği, öğrenci yurdu gibi yerlerde yöneticilik ve eğitmenlik yapar. On yedi sene Nazilli’de görev yaptıktan sonra emekliye ayrılır. Dört çocuğunun Ankara’da üniversitede okuması dolayısıyla, 1983 yılında Ankara’ya taşınır.

BENİ  VEYSEL  HOCA  YIKASIN

Veysel Hoca’nın Nazilli’ye gelişinin birinci yılı…Veysel Hoca’nın en büyük özelliği hakka, hukuka, adaletli olmaya dikkat etmesidir. Kendi maaşı olduğu için, yıkadığı cenazeden, okuduğu mevlit ve hatimlerden bir kuruş almamaktadır. Teklif edenlere şiddetle karşı çıkar. Bunu Allah rızası için yaptığını söyler. Nazilli insanı için her tarafa koşturur.

Çarşı merkezinde dükkanı olan bir esnaf var. Bu esnaf dine karşı biraz soğuk davranıp, din görevlilerini horlamaktadır. Veysel Hoca çarşıda giderken, dükkan kapısının önünde oturan bu kişi hocayı dükkanına davet eder. Veysel Hoca davete icabet eder ve otururlar. Veysel Hoca sade kahvesini, dükkan sahibi de orta şekerli kahvelerini yudumlarken dükkan sahibi: “Hocam, sen buraya geldiğinden beri hep açığını aradım. O kadar uğraşmama rağmen bir türlü açığını bulamadım. Bizim memleket için dürüstçe çalışıyorsun.” der ve teşekkür eder. İleriki günlerde bu adamla iyi dost olurlar ve her görüştüklerinde dini yönden bilgiler verir. Adam çocuklarına, kendisinin vefat ettiğinde cenazesini Veysel Hoca’nın yıkamasını vasiyet eder. Ölünce de vasiyeti yerine getirilir.

   FAİZ  BATAĞI

Bankaya veya bir kimseye belli bir süre işletilmek üzere ödünç verilen paranın kullanımına karşılık alınan kâra, faiz (riba) denir. Faiz, dinimize ve yaşantımıza ters bir uygulama olup, toplumları olumsuz etkiler ve ocaklar söndürür. Dinimizde ve kültürümüzde, ödünç verilen değer karşısında bir fazlalık alınamaz. Faiz alan kişiler; bencil, çıkarcı, cimri, katı kalpli, ihtiras duygusu içinde olan kişilerdir. Faiz, dostlukları bozar, ödünç para verme duygusunu ortadan kaldırır, tembelliğe ve hazırcılığa sevk eder. Faiz alan da, veren de aynı günahı işlemiş olur. Cenâb-ı Allah: “Faiz yiyen kişiler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa, öyle kalkarlar.” ve “Normal görerek faiz alan-veren kişiler cehennemliktir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” buyurmaktadır.

İlkokula başladığımda okuma ve yazmayı öğrenmek için “Alfabe” kitabı aldım. Harfleri tanıdıktan sonra, sıra heceleyerek okumaya gelmişti. Kitaptaki ilk okunacak sayfada beyaz bir at resmi ve altında “Ali ata bak.” yazıyordu. Öbür sayfada ise, top oynayan çocuk resminin altında: “Kaya topu tut.” yazıyordu. Yeni okuma öğrenen çocuğun ilk okuduğu cümleler bunlardı. Bu cümleler zihnime kazındı. Yıllardır ata baktım, eşşeğe baktım, topu tuttum. Halbuki şöyle yazılmış olsaydı, milletimiz bilimde ve teknikte diğer ülkelerin safında yer alırdı. “Ali makineye bak.” “Kaya çalış, çok çalış, ülkeni kalkındır, vatanına milletine hayırlı bir evlat ol!” Alfabenin sonunda da: “Karga karga gak dedi  / Çık şu dala bak dedi” manzumesi vardı. Diğer kuşlar dururken, nedense karga seçilmişti. Her yıl aralık ayında “Yerli Malı Haftası” olurdu. “yerli malı” denince, ‘boğaz’ akla gelirdi. O hafta çocuklar evlerinden mısır patlatması, iğde, gölle, bisküvi getirirler, topluca yenirdi. “yerli malı” anlayışı buydu. Bilimde teknikte yerli malı kullanmak hiç aklımıza getirilmedi.

   FAİZİNİ DE  VER!..

İlkokul dördüncü sınıfa gelince, Matematik dersinde havuz ve faiz problemleri vardı. Bir havuza su kaç dakikada dolar, bunun hesabını yaptık. Ayrıca, bir bankaya şu kadar para yatırdığımızda % 5 faizle kaç lira faiz alırız? sorularına cevap bulmaya çalıştık. İlkokulda bize faiz öğretilmeye başlandı.

Biz çocukken meyve ve sebzede bu kadar bolluk yoktu. Şimdiki meyvelerin çoğunu tanımazdık. Yediklerimiz; zerdali, Çay’dan gelen kurtlu elma, döngel, iğde, harıp, gılik…İlçemizde en çok da zerdali ağacı vardı. Şehrin çevresindeki tarlaların kenarlarında genellikle zerdali ağaçları olurdu. Mahallede arkadaşlar toplanır, çağla çalmaya giderdik. Ağaçlara çıkar, bir yandan yerken, bir yandan da ceplerimizi tıka-basa doldururduk. (Bunun hesabını nasıl vereceğiz bilmiyorum.) Bazı çocuklar ise, bunun ticaretini yaparlardı. Ceplerine ve gömleklerinin içine doldurdukları çağlaları, mahalleye veya bayram yerine getirir, tane hesabı satarlardı. Örneğin, 20 tanesi 25 kuruş, derdi. 25 kuruşu verip 20 tane çağla alan çocuk, hemen arkasından: “Faizini de ver!” der ve birkaç tane daha fazladan alırdı. Matematik dersinde yapılan hesap, burada uygulamaya geçirilirdi.

Şehrimizde faiz batağından dolayı çok ocaklar sönmüş, aileler ve toplum huzursuz olmuştur. Çocukluğumdan beri, güngörmüş olan büyüklerimin, faizden uzak durma konusundaki tavsiyeleri devamlı kulaklarımdadır. Rahmetli babam sık sık: “Aman oğlum, bankanın önünden bile geçmeyin!” derdi. Bugün için imanlı ihlaslı bildiğimiz kişilerin, dünya tamahına dalıp, harama girdiklerine şahit oluyoruz.

Bir gün; aklıbaşında, sakallı, ihlaslı görünen bir zât-ı muhterem bankaya girer. Amacı, elinde olan bir miktar parasını bankaya yatırıp, faizle çoğaltmak istemektedir. Görevli memurun odasına girip yanına oturur. Parasının miktarını söyleyip, yıllık ne kadar faiz alacağını söyler. Memur, faiz hesabını yaparken çayları da söyler, birlikte içmeye başlarlar. Memurun sol elle çay içtiğini gören bu kişi, günah olur, düşüncesiyle memura sağ eliyle içmesi gerektiği ikaz eder. Memurun cevabı ilginçtir: “Sağ elimle senin faiz hesabını yapıyorum hacı baba!..” Şu dünyada üç-beş arşın bezin var; tüm bedesten senin olsa ne fayda!…

OKUMA  AŞKI

Toplumumuzda Veysel Hoca kadar okumaya âşık çok az kişi bulunur. Gününün yarısını okumaya ayırır. Evinde geniş bir kütüphanesi vardır. Çocuklarının hepsi de yüksek öğrenim yapmışlardır.  Kimisi, doktor, kimisi avukat, kimisi vali, kimisi öğretmen olmuştur. Kütüphanesinde altı bin kitabı vardır. Veysel Hoca’nın “okumak, düşünmek, tefekküre dalmak, insanlığa faydalı olmak” şeklinde hayat felsefesi vardı.

KİTABA  DOYAMADAN

Vefatından bir gün önce, ‘kitap okumaya doyamadığını, okunacak daha çok eserler olduğunu’ söyler. 2 Ocak 2014 Perşembeyi Cuma’ya bağlayan gece Hakk’ın rahmetine kavuşur. Cenazesi cuma namazı sonrası kılınan cenaze namazından sonra, Karşıyaka Mezarlığına hanımının yanına defnedilir. Yaptığı hayırlı hizmetler, yetiştirdiği öğrencileri, sadaka-i cariye olarak amel defterini süsleyecektir.

Allah gani gani rahmet eylesin… Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ