KEDİLİĞİN AHMET (AHMET BAĞCI)
Kediliğin Ahmet, 1924’de Bolvadin’de doğuyor. 12 kardeşinden 6’sı ölüyor, 6’sı kalıyor. Kalanlar: Ahmet, Bahattin, Ekrem, Hüseyin ve iki kız…Babasının adı Mehmet…Babası testici idi. Testi, boduç, hevik, küp yapardı. Testi ocaklarındaki ilk ocak bunlarındı.
Ahmet Bağcı; orta boyda, tıknaz, yürüyüşü yavaş olan birisiydi. Bazen sözünü esirgemez, hemen söylerdi. Mutlaka, lastik askılı pantolon giyerdi. Çalışmayı çok severdi. Her gün dükkanını erken açardı. Zanaatkâr ruhlu idi. Daima yenilik peşinde oldu. Namaz vakitleri haricinde, önündeki siyah önlüğünü hiç çıkarmazdı. Çocuklarına da önlük taktırır ve: “Usta olduğunuz ve temizliğiniz bundan belli olur.” derdi. Hiç okula gitmedi fakat okumuşu okutacak kültüre sahipti. Küçükken babasının testi ocağına gittiğinde, yanan ocakta “börtü-böcek” de yanıyor zannettiği için, orada çalışmak istemedi. Babası da bunu, Dümbekler’e yemeni ustası olması için çırak verdi. Askerlik vaktine kadar burada sanatını öğrendi. Askerden gelince Tekkeşinler’in Hasan Hüseyin’in kızıyla evlendi. Bu evliliğinden, Ekrem, İhsan, Sait, Muammer, H.Hüseyin ve bir de kızı oldu. Çocuklarının hepsine yüksek tahsil yaptırdı.
ASKERLİK
O dönemlerde askere gidenler “Jandarma” sınıfına ayrılmışsa otuz altı ay askerlik yapıyorlardı. Yemeni ustası Ahmet Bağcı’ nın askerliği de Jandarma olarak Çanakkale-Lapseki’ye çıkıyor. Oradan İstanbul’a gönderiyorlar. İlk zamanlar, devamlı asker botu tamirciliği yapıyor. Sonra komutanı bunu sevdiği için yanına “emir eri” olarak alıyor.“emireri” rütbeli askerlerin ayak işlerini yapmakla görevli erlere deniyordu. Bu günlerde “komutan postası”da deniyor.
Emir eri olduğu zamanlarda çok rahat eder. Yemek yapmaya kadar her şeyi öğrenir. Bu arada memleketten ne bir mektup gelir, ne de bir para…Komutanı bunu korur gözetir. Otuz altı ay Bolvadin’e hiç gelemez.
1947 sonbaharında Bolvadin’e geldiğinde, bunu sürprizler beklemektedir. Anası ölmüş; on dokuz yaşındaki kardeşi Ekrem ölmüş; teyzesi ölmüş. Babası Dişli Köyü’nden bir daha evlenmiş. “Bu garı çok soğan yiyyo, ağzı kokuyo…” diye kadını köyüne geri göndermiş. Üstelik, testiciliği de boşlamış. Kâranayı da (testi ocağı) satmış.
Çarşı içerisinde omzunda kantarla gezen seyyar kantarcılar vardı. Bunlar az bir para karşılığı kişilerin mallarını tartarlardı. Posbıyık (lakaplı biri) vardı. Köylüler, Bolvadin pazarı günü veya diğer günlerde satmak için; yün, tiftik ve yapağı, patates, soğanı eşeklere yükler getirirler; esnafa satarlardı. Her esnafın kantarı olmadığı için, malı gezici kantarcılara tarttırıp satın alırlardı.Köylü, sattığının karşılığı olan ücretle de evinin ihtiyacı olan; gaz, sabun, kil gibi ihtiyaçlarını alırdı. Ahmet Amca’nın babası Kediliğin Mehmet boş durmuyor ve bir kantar alıyor, seyyar kantarcılık yapmaya başlıyor, rızkını böyle çıkarıyor. “Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası, / Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası.”
AYAKKABI TAMİRCİLİĞİ
Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllarda, Türkiye’nin nüfusu 13 milyondu. 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 37 bininde okul yoktu, postane yoktu, dükkân yoktu. 30 bin köyde, yani her dört köyün üçünde, cami yoktu. Traktör sayısı sıfırdı, biçerdöver sayısı sıfırdı, karasaban vardı. Ayçiçeği üretimi yoktu, şeker üretimi yoktu, ekmeklik un bile ithaldi, pirinç ithaldi, bütün memlekette sadece beş bin hektar alan sulanabiliyordu. Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu, bir milyon kişi frengiydi, iki milyon kişi sıtmaydı, üç milyon kişi trahomluydu. Bitle başa çıkılamıyordu. Bebek ölüm oranı yüzde 40’ın üstündeydi. Dünyaya gelen her iki bebekten biri ölüyordu. Anne ölüm oranı yüzde 18’di. Her beş anneden biri ölüyordu. Ortalama ömür 40 yaştı.
İşte, Kediliğin Ahmet’de aynı şartları yaşadı. Kendi başına çalışmaya karar verdi. Ayakkabı malzemeleri; örs, çekiç, tığ, çivi, deri gibi malzemeleri bir tahta çantaya doldurmuş, köyleri dolaşmaya başlamış. Odalarda yatmış, aç kaldığı günler olmuş. Bazen bir ay Bolvadin’e gelmezmiş. Yaptığı tamirat karşılığında bazıları parasını verir, parası olmayan; un, bulgur, düğü verirmiş. Bu da, evinin ihtiyacından fazla olan bu yiyecek malzemelerini bakkallara satarmış. Bazı kişiler arpa unu da verirmiş. Diğer unların içine karışan bu un, hamur yoğrulduğu zaman erirmiş. Fırında ekmek yapan hanımı da komşulardan utanır, bundan şikayetçi olurmuş. “Çilesi çekilmeyen şeyin aşkı olmaz. Aşk olmayınca çile olmaz.”
ŞEYTAN PAPURU
Kediliğin Sobacı Ahmet, el sanatlarına meraklı eli yatkın birisi…Eskiciliği pek sevmemiştir. Ayakkabı tamiri ve yemeni işini bırakıp, tenekeci dükkanı açmaya karar verir. Gürkanlar’ın dükkanın karşısında bir dükkan kiralar. Burada soba borusu, abdest ibriği, kandil ve diğer teneke işleri yapmaya başlar. Uzun yolculuklarda hacılar abdest ibriklerini yanında götürürlerdi. Hac mevsimi gelince hacca gidecekler için su dökülmesin diye ülüğü kapaklı ibrik yapar. Çalışmaya başlar, işini ilerletir. 1965 yılında punto ve elektrot kaynağı makinesi alır. Diğer tenekeciler çivi punto yaparken bu elektrot kaynağıyla daha sağlam ve daha hızlı imalat yapmaya başlar. Somya işine girer, somya, karyola yapmaya başlar. Eski varilleri ortasından kesip kulp yapar ve çamaşır kazanı olarak satar.
Bu arada İstanbul’a gidip üç tane üç tekerli, gençlerin de binebileceği bisiklet getirir. Bisikletin ne olduğunu çok kişi bilmemektedir. Herkes birbirine: “Kediliğin oğlan şeytan papuru getirmiş!” diye söylerler. Şimdiki Ziraat Bankası’nın olduğu yer, boş meydanlıktı. Orada “üç tur”unu 10 kuruşa bindirmeye başlar.
1968’de, şimdiki durdukları dükkanı, Tığlı Kadir’le birlikte satın alırlar. Daha sonra Tığlı Kadir kendi hissesini, aldığı paraya buna satar. 1973 ‘de, kira durduğu dükkan yıkılınca kendi dükkanına taşınır.
SOBA VE BORU
Türkler, ilk zamanlar konar-göçer bir toplum olarak yaşamışlardır. Halkın % 85’i çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşmıştır. 1735 yıllarından sonra belli yerlere iskâna tabi tutulmuşlardır. Bu arada düşmanlarımız ile yaptığımız savaşlar hiç eksik olmamıştır. Bu da bizi teknoloji yönünden geri bırakmıştır. Her türlü teknik eşyayı yurt dışından alır duruma gelmişiz.
Bolvadin’de 1932 yılına kadar soba bilinmiyordu. En az 60 cm kalınlığındaki kerpiç duvarlı evlerin odalarının duvarlarına“ocak” dediğimiz ısınma ve yemek yapma yerleri yapılırdı. Ocağın sağına ve soluna evin iki büyüğü oturur, diğerleri evin bir köşesinde “zekât keçisi” gibi titrerlerdi. Evlerin üstü, hep düz toprak damlı olurdu.Pestek (Ermenice kelime), direkle yapılır, üzerine kamış ve toprak atılırdı. Bu işlem soğuk ve sıcağı geçirmezdi. Bolvadin’de Ermeni ve Rum azınlıklar yoktu. Bu azınlıklar sanat yönünden kendini geliştirmişlerdi. Bunlar, binalarını çatılı ve genellikle taştan yaparlardı. Biz ise hep ahşaptan yapardık. Bir yangın olduğu zaman, birbirine bitişik olan evlerin çoğu yanardı.Çevremizdeki il ve ilçelere baktığımızda, eski yapı olan çatılı binaların bu azınlıklara ait olduğunu görmekteyiz.
Bolvadin’e,1912’de yirmi beş aile Bosna-Hersek bölgesinden muhacir olarak gelip yerleşiyor. Bolvadinliler, bazı teknik eşyaları bunlardan görüp öğreniyorlar. Bolvadin’e ilk sobayı 1932’de Sarıoğullarından Abdurrahman Sarısoy getiriyor.
SOBA YAPIMI
Bolvadin’de,1940 yıllarından sonra soba kullanılmaya başlandı. Resmi dairelere, yurtdışından ithal edilen döküm sobalar kuruldu. Evlerde ise “Şeytan Sobası” dediğimiz tenekeden, alt kısmından tek kapılı, ızgarasız sobalar kullanılmaya başlandı. Bunlarda sadece tezek, kemire ve odun yakılırdı. Kuvvetli yandığı zaman sobanın orta kısmı kıpkırmızı kor haline gelirdi. Bu sobaları Bolvadin’de Kazım Kullap, Şemmet Duran, H.İbrahim Duran, Saim, Celal ve Ceylan Arpa, Ahmet Bağcı yapmaya başladı. Bunların boruları da, şimdiki borulara göre biraz daha ince idi. Soba borusunu, sacdan ve galvanizden yaparlardı. Bazı sobacılar büyük yağ tenekesini açar, boru haline getirir, biraz ucuza bunu satarlardı. Emaye borular çıkınca, boru yapma işi azaldı. İlk zamanlar kimse kömürü bilmiyordu. Kömür yakılmaya başlanınca ortası ızgaralı, iki kapılı soba yapmaya başladılar. Daha sonra içi tuğlalı soba, kovalı soba, ağır döküm soba, kömürlü kalorifer derken, en rahatı olan doğalgazlı kalorifere geçtik.
Nerelerden nerelere gelmişiz. Eski adamlar çok çileler çekmiş. Her çile, cennet yolunun bir taşıdır. Biz ise bu nimetlerin kıymetini bilmiyoruz. Cenâb-ı Allah ne tür nimetler vermiş. Kendimize soralım. Acaba gerektiği kadar şükrediyor muyuz? Allah: “Bana şükredin ve sakın nankörlük etmeyin.” “Ne az şükrediyorsunuz!” buyuruyor.
KUZİNE
Kuzine Anadolu’ya Balkan göçmenleri ile gelmiştir. Bolvadin’e ise 1960’ların başlarında gelmiştir. Bolvadinli kuzineyi çok sevmiştir. Çünkü ekonomiktir. Odayı ısıtmasının yanı sıra; üstünde su kaynaması ve yemek pişirilmesi, fırınında hamur işlerinin pişirilmesi, işlerine çok yaramıştır. İçi tuğlalı ve üstünün kalın döküm demirden olması, ısı açısından büyük verim sağlamıştır.“Kahvecioğlu” markalı ilk kuzineyi Kediliğin Sobacı Ahmet Eskişehir’den getirmiştir. Herkes merakla izlemiştir. Bu kuzinenin üstü döküm olup, kenarlarında havlu asmaya yarayan çubuklar yerleştirilmişti. Mahallede kuzine alan bir kişi varsa, herkes ona: “Hayırlı olsun”a kuzine görmeye gitmiştir.
Daha sonra Sobacı Osman ve Abazanın Hüseyin de kuzine satmaya başlamıştı. Sonraları Akşehir’den “Sabah” ve “Şafak” markalı kuzineler gelmeye başladı. Bu kuzineler Eskişehir’den gelen kuzineye göre daha küçüktü. Öyle tahmin ediyorum, Bolvadin’de kuzine girmeyen ev yok gibi…Bugün için, adamın evi kaloriferli de olsa, gene arada bir kuzinesini yakıyor.
İSLİM VE LÜKS
Evlerde, ocakta yanan ateşin üstüne konulan saycakta (saç ayağı) yemek pişirildiği gibi, islimde de (gazocağı) yemek pişirilirdi. İslim, sarı renkte bakır olup; pompası olan, ispirto ve gazyağı ile çalışan yemek pişirme ocağıydı. Gaz giden ince borusu tıkandığı zaman “islim innesi” ile açılırdı. Gazocağını, Kediliğin Ahmet ve Gemicinin İhsan satardı. Gazocağı yurtdışından ithal edilirdi. İstanbul’daki Yahudi tüccarlardan alınırdı. Bu ocağı yakmak zahmetliydi. Arada pompalamayı unutursan ocak sönerdi. Yazın gölcüler balık avlamak ve kamış-kındıra biçmek için gazyağı ile çalışan aydınlatma aracı “löküs” (lüks) kullanırlardı. Kediliğin Ahmet, bunun ve gazocağının tamirini yapardı. 1961’de “tüpgaz” çıkınca toplum rahat etti. Gazyağı ve ispirto almaktan kurtuldu. Önce tek ocaklı tüpgazlar kullanıldı, sonra üç ve dört ocaklı büyük tüplü ocaklar kullanılmaya başlandı.
TERZİ MODA
Kuzine Bolvadin’e yeni gelmiş. Kediliğin Ahmet de dükkânına kuzine getirmiş. Terzi Moda Ramazan Amca hevesleniyor. Ondan bir kuzine satın alıp, “tekaraba”ya yüklüyor ve evine götürüyor. Arabacı kuzineyi indirirken anneannesi bunu görüyor ve aklı-fikri çıkıyor. Hemen müdahale ediyor ve kuzuneyi indirtmiyor. “Sen bunu alacak kadar büyüdün mü? Parasını nasıl ödeyeceksin?” diye kuzineyi geri gönderiyor. Zamanında çok yokluk çekmiş bir nesil…Her şeyden tasarruf etmeye, iktisatlı davranmaya alışmış. Bir şey almaya korkuyor. Zamanla her yokluktan, bir varlığa kapı açılır, bunu bilemiyor. “parasını ödeyemez” korkusuyla geri gönderiyor. Şimdi ise her şeyin israf edildiği, çocukların ve gençlerin “var-yok” bilmedikleri bir zaman… Bu da bize bir ders olsun.
KAYBOLAN BIÇAK
Ahmet Bağcı’nın, babalarının mesleğini aynı dükkanda devam ettiren iki oğlu var. Kendi işini çocuklarına bırakacağı zaman, onları karşılarına alıp nasihat ediyor. “Oğlum, her gün sabah namazından çıkıp dükkan açtım; akşam ezanından sonra kapattım. İkindiden sonra açanlar beni dört kere solladı geçti. Aman kazancınıza dikkat edin, haram sokmayın. Şimdi iki ortaksınız ama aslında üç ortaksınız. Üçüncü ortağınız Allah…Hesabınızı ona göre denk tutun.” der. Ayrıca ‘emanet’in çok önemli olduğunu söyler ve dikkat etmeleri gerektiğini belirtir.
Günün birinde adamın birisi, buna sapını tamir edip keskinleştirmesi için bir bıçak getirir. Adam bıçağını almaya gelince her tarafı ararlar fakat bıçağı bulamazlar. Yeni bıçak vermeyi teklif eder fakat adam kabul etmez. “O bıçak babamdan hatıraydı.” gibi laflar eder. Atalar:“Kaybolan koyunun gözü sürmeli olur.”demişler. Bunun üzerine Kediliğin Ahmet: “Dükkandan ne istiyorsan onu vereyim.” der. Adam da orada durmakta olan kuzineyi göstererek: “Şu guzuneyi isteyyon!” der. O da: “Hemen al git!” der ve adam kuzineyi götürür. Bıçak kaybolmuştur fakat dükkanın itibarı kaybolmamıştır.“Üç kişiye acımak gerekir: Cahiller arasındaki âlime, zenginken fakir düşene, hatırlı iken itibarını kaybedene…”
HAYRÂT – HASENÂT
Ahmet Amca, çalışmayı seven birisiydi. İş olduğu zaman sabaha kadar da çalışırdı. Eskiden pazar günleri dükkânların açık olması yasaktı. Buna rağmen gelir, kapalı dükkânının önünde otururdu. Çocukları : “Baba, pazar günü dükkânı açmayalım, dinlenelim!” dediklerinde : “Oğlum, hemen kazancı düşünmeyin. Para önemli değil. Her yer kapalı. Birisinin işini gördüğünüz zaman ‘Allah razı olsun’ dese o size yeter.” der.
Tutumlu birisi idi. İsrafı da cimriliği de sevmezdi. Hayır ve hasenat yapmayı severdi. Alvar Gölü’nden gelen gelirini doğrudan hayra verirdi. Ekmekçiler kahveci fişi gibi fiş bastırırlardı. Bazı kişiler bu fişten aylık alır, bu fişle ekmeklerini alırlardı. Bu da evinde “ekmek katıldığı” halde bu fişten alır, günlük ihtiyacı olan fakirlere verirdi. Her ay Bağkur maaşının bir kısmına kuru yiyecekler alır, bunları paketler belli ihtiyaçlılara kendi eliyle dağıtır. Oğullarına: “Ben “öte”ye gittikten sonra, bu âdetimizi devam ettirin.” diye tembihte bulunur.
TERK-İ MEKÂN
Rahmetlik Ahmet Amca çok sağlıklı birisiydi. Doktor-hekim bilmezdi. Hastalanıp yatmaktan korkar: “Allah’tan dileğim, ben dükkanda çalışırken emanetini alsın.” derdi. Tarih 4 Haziran 2001Pazartesi…Ahmet Amca yetmiş beş yaşında…Ankara’da bulunan oğlu İhsan’ın evinde misafir… İkindi vaktine kadar Kur’an okur, torunlarıyla neşe içinde vaktini geçirir. İkindi vakti abdestini tazeleyip namazını eda eder. Namaz bitiminde tesbihini çekerken seccadenin üzerinde terk-i mekân eder. Allah gani gani rahmet eylesin. Ruhuna Fatiha… N.Sait EKİCİ