Bolvadin'in Temel Taşları

 

GANTARCININ HILMİ   (HİLMİ KANTARCI)

Gantarcının Hılmi, 1926’de Bolvadin’in Tahtalı (Kırklar) Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Babasının adı Abdülkadir’dir. Babası varlıklı bir kişi olduğundan dolayı, genç yaşta ticarete atılmıştır. Bir kız kardeşi vardır.

    Hilmi Kantarcı; orta boyda, biraz esmer tenli, kalın kaşları ve bıyıkları olan bir kişiydi. Çok fazla gülmeyen, sert görünüşlü bir görüntüsü vardı. Fakir babası idi. Yolda kalmışın, zorda kalmışın yardımına koşardı. Cimrilik kapısını kapatıp, lütuf kapısını açanlardandı. Müteşebbis bir ruha sahip olup, ticaret alanında cesur davranırdı. Siyaseti çok sevdiğinden dolayı, uzun seneler siyasetin içerisinde bulundu. Siyasi, ekonomik, kültürel alanlarda muhabbet etmekten zevk alırdı. İlkokulu bitirmediğinden dolayı okumayı bilmez, günlük gazetelerdeki haberleri, köşe yazılarını her gün Gacarın Faruk’a okuttururdu. Sinirli ve titiz bir durumu vardı. Her zaman onun dediği doğruydu.

   GENÇLİĞİ

Küçük Hilmi, varlıklı bir ailenin çocuğu ve tek oğlan olduğu için, biraz kıymetli yetiştirilir. Okula her gün bir kişi getirip, götürür. İlkokul üçüncü sınıfa kadar devam eder fakat sonradan okulu bırakır. Devamlı, babasının yanında durarak ticareti öğrenir. On yedi yaşına gelince, babası bunu evlendirir. Evliliğinden; Abdil, İzzet, Halil İbrahim, Salim, Ümmet, Süleyman, Musa ve üç kız dünyaya geliyor. Çanakkale Gelibolu’da askerliğini tamamladıktan sonra, kendini tam olarak ticaretin içerisinde buluyor.

   İMREN  AŞEVİ

“Lokanta” denince aklımıza, bol yemek çeşidi bulunan dükkanlar gelir. 1950’den önce, Bolvadin’de lokanta âdeti yoktu “aşevleri” vardı. Bu aşevlerinde çorba, nohut veya pilav bulunurdu. Bilhassa Bolvadin pazarından bir gün önce, şehre malını satmaya gelen köylü-kentli karnını doyurmak için helvacılara giderlerdi. Orada bazen sucuk pişirtir, bazen tahin veya helva ile pidesini yer, karnını doyururdu. Daha ekonomik davrananlar ise, köyden getirdikleri şepitin içerisine helvayı koyup yerlerdi. Geceyi de hanlarda veya mahalle odalarında geçirirlerdi. Kantarcının Hilmi’nin şu anki şehir meydanında dükkanı var. Oraya, Sıtkı ve Cevdet Özdemir kardeşlerle birlikte, “İmren Aşevi”  adını verdikleri lokanta açarlar. Çeşitli enfes yemekler yaparlar. Boğazına düşkün olup, maddi durumu iyi olanlar buradan yemek yemeğe başlarlar.

1954’de Horan Parkı yapılınca, Bolvadinli meyvecilikle tanıştı. Horan Parkı’nı yeşillendirip güzelleştirmek için Ziraatçi Abdurrahim Gümüş çok fedakarlıklar yaptı. Önce halkın bulunacağı, piknik yapacağı yerlere çam ağacı dikti. Diğer yerlere ise en iyi cins elma-armut fidanları dikerek, gelirinden belediyeye katkı sağladı. Ayrıca halkı meyveyle tanıştırdı. Öğretmen Hasan İnceer’in Horan’ın yanında bahçesi var, o da oraya meyve fidanları dikti. Bunları gören Kantarcı, kendi tarlasını elma bahçesine dönüştürdü ve buradan hem gelir sağladı, hem de memlekete hizmet etmiş oldu.

PETROL  BAYİLİĞİ

Bolvadin,1938’de elektriğe kavuşmadan önce, kandil ve gazyağının yanması ile aydınlık veren “gaz lambası” ile aydınlanıyordu. Testi ocaklarında yapılan kandilin içine haşgeş yağı doldurup içine de bir çaput koyarak aydınlanmaya çalışılıyordu. Gazyağı alacak parası olmayan kişiler, bu uygulamayı yapıyordu. Elektrik geldikten uzun bir süre daha, halkın bu uygulamaları devam etti. Herkes evine hemen elektrik bağlattıramadı.

Bolvadin’de ilk petrol bayiliği yapan aile Gemiciler’dir. Şimdiki Ziraat Bankası’nın olduğu yerde satış yapılıyordu. Mütevâzi bir yakıt istasyonuydu. Sadece iki pompa vardı ve birinde benzin, birinde de gazyağı vardı. Daha sonra tam karşısına Yazıcılar açtı. Bir müddet sonra da, Çay yolu üzerine, şehir dışına taşındı. 1964…Gantarcının Hılmi, motorlu taşıtların günden güne arttığını görerek, farklı bir şirketin istasyon bayiliğini alır ve diğer istasyonların yanına yakıt istasyonu açar. O gün için motorlu taşıt az olduğu için, şimdiki günlük satılan petrol, belki iki ayda zor satılıyordu. İstikrarlı bir şekilde işlerini devam ettirdiklerinden dolayı, şimdi çocukları istasyon işletmeciliğine devam etmektedirler.

   TATLI  SU  İSTAKOZU

Eber Gölü’nün adı antik dönemde “Kayster Gölü”, Bizans döneminde ise “Kırk Şehitler Gölü” olarak anılmıştır. Daha sonra ise, Selçuklu döneminin büyük âlimlerinden Esirüddin Ebherî adlı kişinin kabrinin, göl kenarında olmasından dolayı, “Eber Gölü” ismini almıştır. Bu göl, yıllardan beri halkımız için geçim kaynağı olmuştur. Dışarıdan gelip suya karışan zehirli maddeler, gölümüzdeki bazı canlıların yok olmasına sebep olmuştur. Burada; kındıra, kamış ve balığın yanı sıra, kabuklu tatlı su ürünleri de bulunmaktaydı. Bilhassa ıstakoz çok yetişmekteydi. Istakoz, 30 santim uzunluğunda, iki kıskacı bulunan, eti çok lezzetli kabuklu bir deniz ve göl canlısıdır. Ancak, büyüyüp yenebilmesi için altı yıl geçmesi gerekir. Hanefi Mezhebine göre, kabuklu deniz canlıları haram olduğu için bizler yemeyiz. Yurt içinde yakalanan ıstakozların çoğunluğu başka ülkelere ihraç edilir. Sudan çıkarılan ıstakozlar, birkaç gün yaşarlar. Ölü ıstakoz pişirilirse insanı zehirler. Bu yüzden ıstakozlar canlı canlı kaynayan suyun içine atılarak haşlanırlar. Daha sonra ızgarası veya buğulaması yapılır.

Yıl 1967…Devlet, üç yıllığına olmak üzere Eber Gölü’nün bütün ürünlerini kiraya vermek üzere bir ihale açar. İhalede en yüksek fiyatı Hilmi Kantarcı verir ve mültezimciliğe (kiracı) başlar. Ayrıca, Konya- Beyşehir Gölü’nü ve Denizli Çivril Gölü’nü de kiralar. Avlanmanın serbest olduğu zamanlarda, gölden balık tutan kişiler balıkları sadece bunlara satıyordu. Kamış biçenler ise, yıllık 100 lira bedel ödeyerek, kamışını kındırasını biçiyorlardı. Yazın sadece üç ay örgü sepetlerle yakalanan ıstakozlar, bir gün temiz soğuk suda bekletildikten sonra kasalarla kamyonlara yükletilip, canlı olarak yurt dışına gitmek üzere Konya’ya ve İskenderun’a gönderiliyordu. Çivril Gölü’nden günlük yedi ton ıstakoz çıkarılıyordu. Gölün kirlenmesi sonucu, şimdi ne balık kaldı, ne de ıstakoz…

   IŞIK  SİNEMASI

Bolvadin’de sinemacılık 1950 yıllarına dayanır. Kapalı olarak sadece bir sinema varken, yaz mevsiminde yazlık sinemaların açılmasıyla bu sayı üçü bulur. O gün için halkın tek eğlencesi sinemadır. Sinemaya rağbet çok fazla olup, salonlar devamlı dolmaktadır. Bunu göz ardı etmeyen belediye, hizmet amaçlı eski elektrik santralının yanına bir sinema binası yapar. 1968 yılında, başkasına kiralamak amacıyla üç yıllığına ihale açar. İhaleyi KANTARCI kazanır ve burayı çalıştırır. Ayrıca, Buğday Pazarı’nın olduğu bölgede yazlık sinema işletir.

Hilmi Kantarcı, içindeki girişimcilik ruhunu durduramaz ve 1976’da hayvan yetiştiriciliği yapmaya karar verir. Testi Ocaklarının arkasına yüz on büyükbaş hayvan alacak şekilde bir besihane yapar. Uzun süre bu işi de devam ettirir.  Kendisi idare etmeyi severdi ve çocuklarını devamlı işe sokmuştur.

 SİYASETÇİLİK

Siyaset (politika) yapmak, insanın içinden gelen bir şeydir. Bazı insanlar sandıktan sandığa siyasetle uğraşırken, bazıları da yılın her günü bu işin içinde olmak isterler. Bu, kişilik meselesidir. Kantarcı da devamlı siyasetin içinde bulunmuş bir kişidir. Siyasetin içinde olan kişileri bilir; konuşmalarını dinler; yorumlar yapar. 1946’da Demokrat Parti’nin kurulmasıyla birlikte siyasete adımını atar. 1960 ihtilalinden sonra DP kapatılmış ve 1961 yılında onun devamı olan parti kurulmuştur. Bolvadin’de ise, 1964’de kurulan bu partinin başkanlığına KANTARCI getirilmiş, 1969’a kadar başkanlığını sürdürmüştür.

   TERAZİ

İhtiyaç sahiplerini yedirmek, içirmek, giyindirmek, gönlünü almak, her varlıklı kişinin görevidir. Allah: “İhtiyaçtan fazlasını hayır için harcayın.” buyuruyor. “Dünya, ahiretin tarlasıdır.”  Kişi bu dünyada ne ekerse, öbür dünyada onu biçecektir.

Hilmi Kantarcı; fakiri-fukarayı koruyan, mazlumun arkasında olan, mahallesinde “namus bekçiliği” yapan bir kişiydi. Bahçesinden yetiştirdiği meyvelerden ve gölden gelen balıklardan ihtiyaçlıya da ayırmayı unutmazdı. Öldüğü gün birisinin: “Eyvah, Kantarcı’dan her ay aylık alan fakirler şimdi yandı!” dediğini duymuştum. Bilhassa cuma günleri garip-gurabâyı gözetler, malından infak ederdi. Bu dünyada mal, para, önemli değil; bunlar gelip geçici, derdi.

Vakıf malından da çok korkardı. Bir yerden dükkan tarla alacağı zaman araştırır, vakıf malı olursa almazdı. Rahmetlik Dellal Şerafet belediyede memurdu. Ölüyü- diriyi, mevlidi-daveti, alınacağı-satılacağı hoparlör yoluyla halka duyururdu. Bazen de Çarşı Camii önünde, resmi dairelerin veya kişilerin satılacağı mallarını artırma yoluyla satıverirdi. Bir gün gene, cami önünde bir eşya satılırken, Kantarcı oradan geçer. Satılan malların nereye ait olduğunu sorduktan sonra yüksek sesle: “Vakıf malı!..Vakıf malı!..” diyerek oradan uzaklaşır. Orada bulunan halkı, satın almamaları konusunda böylece uyarmaktadır.

Önceleri, kilosunu öğrenmek isteyen kişi; yağcılara, tuzculara, yüncülere, arpacılara gider oradaki kantarda tartılırdı. Dükkan sahipleri de bu işten pek memnun kalmazlardı. Bir de omzuna attığı el kantarıyla gezen seyyar kantarcılar vardı. Daha sonraları ise, sadece insanların tartılmaları için ibreli küçük teraziler çıktı. İşi olmayan, çalışmaya gücü yetmeyen kişiler, bu terazilerden alıp, sokak başlarında az bir ücretle halkı tartıp kilosunu söylerler, günlük nafakalarını çıkarırlardı.

Kantarcı, Tahtalı Mahallesi’ndeki evinden çıkıp çarşıdaki dükkanına gelirken, köşe başında terazisiyle bekleyen ihtiyaçlı, gariban tipli adama tartılır. Bu alışkanlığı her gün devam ettirir. Orada bulunan bir dükkan sahibi bunu merak eder ve neden her gün tartıldığını sorar. Kantarcı’nın cevabı ilginçtir: “Ben kilomun meraklısı değilim. Şu gariban günlük nafakasını alsın, diye tartılıyorum.”

   ABDİL  AĞA

Hilmi Kantarcının babası Abdil Ağa, toplumda saygınlığı olan, zeki, varlıklı hayırsever bir kişidir. Tahtalı Camii vakfına dükkan, tarla bağışlamıştır. O gün için, koyunu-kuzusu çok olan varlıklı kişilerin çoğunluğu, manifaturacılık yapardı. Bu işi, yerim belli olsun düşüncesiyle yaparlardı. Diğer kardeşinin adı Ümmet’tir. O da manifaturacı idi. Eşinin ölmesi sonucu dört kere evlenmiştir. Bir oğlu ve bir kızı vardır. Üç tane de, yetim veya fakir kız çocuğu almış, besleyip büyütüp evlendirmiştir. Oğlu Hilmi’ye gözü gibi bakmaktadır ve çok sevmektedir. İstanbul’da bir han satın alır. Hanın önünden tren geçmektedir. Oğlunun tren altında kalmasından korktuğu için hanı satar. Bolvadin’den dükkanlar alır. Niye bu kadar çok dükkan aldığını soranlara: “Benim oğlan belki satar, en sonunda bir dükkana sahip olur.” der.

Bolvadin’de yaşayan halk ve esnaf birbirine çok tutkundu. Birisinin derdiyle problemiyle herkes uğraşır, yardımcı olmaya çalışırlardı. Yeni dükkan açan bir genci kalkındırmak için, ondan alış-veriş yapılırdı. Günü geldiğinde borcunu yatıramayan esnafa gerekli yardım yapılırdı. Kimse kimseyi aldatmaz, borcuna sadık olurdu. Şimdi ise insanlarımız değişti. Toplumda “Üttüm oynameycan!” zihniyeti hâkim olmaya başladı. İnsanlar, alacağını alamadığı için borç vermeye korkar hale geldi.

   KİRAYI  DÜŞÜR

Şehrin ortasındaki adalar yıkılmadan önce, Çarşı Camisinin ana giriş kapısının tam karşısında Abdil Ağa’nın dükkanı var. Burada, tenekecilik ve camcılık yapan rahmetlik Mustafa Köseer kiracı olarak durmaktadır. Ayda otuz lira kira vermektedir. Bir gün, oradaki esnaflardan birisi Abdil Ağa’ya gelir. Camcı Mustafa’nın dükkandan çıkacağını, o çıkınca kendisinin kırk liraya tutmak istediğini söyler. Abdil Ağa, o kişiye sonra gelmesini söyler ve doğru Camcı Mustafa’nın dükkanına gider. Mustafa Amca, ibriğin ülüğüne lehim yapmak için uğraşmaktadır. Selam verip içeriye girer, neden dükkandan çıkmak istediğini sorar. Mustafa Amca: “İşler çok iyi değil, kirayı ödemekte zorlanıyorum, daha ucuz bir dükkana geçeceğim.” der. Abdil Ağa, bu adamın başka dükkana geçtiğinde, işlerinin daha da kötüye gideceğini bildiği için, bu duruma üzülür ve: “Aylık otuz liralık kirayı, yirmi liraya indirsem bu dükkanda kalır mısın?” der. Mustafa Amca da memnuniyetle kabul eder. Nerede şimdi böyle adamlar? Bana söyleyin!.. “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz.” buyuruyor yaratıcı… Cömert insan da, cimri insan da bu dünyada yetişiyor. Ahirette her nefis, kendi ameline uygun olan mutluluğa erişiyor veya azaba düşüyor.

YILDIZ  SUİKASTI

Osmanlı padişahlarının 34. padişahı olan İkinci Abdülhamit Han, otuz üç yıl bir devleti yönetmiştir. Hilmi Kantarcı’nın babası Abdil Ağa; uzun boylu, geniş omuzlu, pehlivan yapılı, cesur olduğu için, padişahın sarayında koruma görevi yapmaktadır. Padişah genellikle cuma günleri saray yakınındaki Yıldız Camisi’nde namazını kılmaktadır. Dört atın çektiği arabasıyla camiye gelirken, halk sevgi gösterisinde bulunur: “Padişahım çok yaşa!” dedikten sonra, âdet üzere arkasından: “Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var.” diye bağırırlar.

Tarih 21 Temmuz 1905 Cuma…Padişah, Abdil Ağa ve diğer korumalar eşliğinde camiye gelir. Namazdan sonra, Şeyhülislam Cemalettin Efendi padişahtan bazı konularda bilgiler alır.  Bugün olduğu gibi, o gün de Türk’ün düşmanları çoktur. Ermeniler, padişaha suikast yapmak için içerisine 80 kilo bomba yerleştirilmiş bir araba hazırlarlar. Padişahın çıkış vaktini önceden ayarladıkları için, bombanın saatini o vakte ayarlarlar. Padişah II. Abdülhamit, Yıldız Camisi’ndeki Cuma Selâmlığı’ndan korumalarıyla çıkar ve arabasına doğru ilerler. Her zamanki gibi, caminin merdivenlerinden inecek ve ileride bekleyen arabasına binecektir. Tam bu sırada korkunç bir patlama duyulur, araba parçaları, insan kol ve bacakları dört bir yana savrulmaya başlar. Patlama sonrası yirmi altı kişi ölür, elli altı kişi de yaralanır. Camiden biraz geç çıkan padişaha bir şey olmamış, Abdil Ağa da kolundan yaralanmıştır.

Yaralıların tedavisi yapıldıktan sonra, padişah bu korumaları huzuruna çağırır. Korumaları güzel sözlerle taltif eder ve hediye olarak altın vermek istediğinde hiç birisi de kabul etmez. “Hünkârımız, sizin sağlığınız bize yeter.” derler. Padişah bu hareketten çok duygulanır ve gözlerinden iki damla yaş süzülür.

     ZAMAN  AKIP  GEÇTİ

“Zaman hep aktı geçti, kurudu vakti geçti. / Nice han, nice sultan, tahtı bıraktı geçti. / Hayat bir pencereydi, her gelen baktı geçti.” Zaman akıp geçer ve 1994 yılının Ekim ayı gelir.  Gantarcının Hılmi, 68 yaşında iken bu hayata veda eder. Allah Gani Gani Rahmet Eylesin. Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ