Bolvadin'in Temel Taşları

 

EKMEKÇİ KÂZIM  (KÂZIM ÖZAYDIN)

   Ekmekçi Kâzım, 1911’de Bolvadin’de doğar. Çiftçi olan babasının adı İlyas’dır. Mahalle mektebinde Kur’an öğrendikten sonra, o günün ilkokulu olan iptidâiyeyi bitirir. Babası bunu, esnaf olması için, Hüseyin Sezen Hoca’nın babası olan Fırıncı Hakkı Sezen’in yanına verir. Orada, diğer fırıncılardan Durmuş Göksu, Şevki Ekici, Hüsnü Sezen, Galip Bülbül de çırak olarak çalışmaktadır. Hakkı Sezen bunlara, ustalığın yanı sıra; disiplini, dürüstlüğü, hakkaniyeti de öğretir. Askerlik vaktine kadar burada çalışır.

   Rahmetlik Kazım Amca; orta boyda, dolgun yapılı, sert görünüşlü, bir tutamdan fazla sakalı olan birisiydi. Çok disiplinliydi. Kendi çocuklarına sert davranmasının yanı sıra, çalışanlarına ve müşterilere yumuşak davranırdı. Hayır işlerini severdi. Askerden geldikten sonra, şimdiki Tüpçü Akşahinler’in olduğu yere fırın açar. Sonra, İmaret Camii Müezzini Hacı Bekir Efendi’nin kızıyla evlenir. Bu evliliğinden; İhsan, Ahmet, Mustafa ve bir kızı olur. Oğlu Ahmet Avrupa’ya çalışmaya gider ve oğlu İhsan’la birlikte fırını çalıştırırlar. Küçük oğlu Mustafa özürlü idi. Üç yaşında iken salıncaktan düşüp beyni zedelenmiş. Yirmi beş yaşında vefat edene kadar, üç yaşındaki çocuk aklıyla yaşadı. Kâzım Usta, her vakit onu elinden tutup camiye götürürdü. Halk onu çok sever ve “Aga” derdi.

SİMİTÇİLİK

Bundan elli sene önce, simitçilik ve simit satma işi farklı bir sektör halinde idi. O zamanın çocukları, ilk ticari kazançlarını simit satarak sağlamışlardır. Evden anasının oklavasını alan çocuk, sabah ezanlarıyla birlikte simitçi Ali Göksu’ya veya Simitçi Hulusi’ye koşar; çıtır çıtır sıcacık mis gibi susam kokan simitleri oklavaya geçirir, satışa çıkardı. Dükkanlar şimdiki gibi saat 10’da bir zahmet açılmaz; sabah namazından çıkan esnaf, dükkanını açardı. Sabahın bereketi ve nasibinden faydalanılırdı. Simit satanlar önce kahveleri dolaşırlar, arkasından mahalle aralarına girer, gün ışırken simitlerini bitirirlerdi.

Kâzım Usta; ikinci dükkan olarak şimdiki Terzi Moda’nın dükkanın karşısına fırıncı dükkanı açar. Burada, küçük tava simidi ve pekmeze batırılan gevrek simidin yanı sıra ekmek de çıkarır. Burada parayı biriktirir ve 1969’da, postane karşısındaki yeri satın alıp, altı fırın, üstü ev olan binayı yapar. Burada, devamlı ekmek çıkardığı için, fırın eti ve pide pişirmez. Fırın eti ve pide işini, genellikle Ekmekçi Durmuş ve oğulları yapardı.

KÂZIM’IN EKMEK

Kâzım Amca, sanatına çok titiz bir insandı. Halka en iyi şekilde ekmek yedirmek için gayret ederdi. Ekmeğin ekşi mayasına çok dikkat ederdi. Mayası düzgün yoğrulan ekmek lezzetli olur, derdi. Mayayı aynı anda yoğurup bırakmaz, ara ara çoğaltırdı. Gece 12’de mayayı yoğurur, sabaha kadar uyumaz, ikişer saat arayla mayayı çoğaltırdı. Sabahleyin de çocukları gelir, ekmek çıkarmaya başlarlardı. Akşama kadar, altı-yedi fırın ekmek çıkartırlardı.

Ekmekçi Kâzım yenilik yapmayı seven bir kişi idi. Önceleri hep yuvarlak ekmek çıkarırdı. Bu ekmekler şimdiki ekmeklere göre belki üç-dört kat daha büyüktü. Afyon’da tava ekmeği çıkarıldığını duyar. Hemen Afyon’a gidip fırıncıları dolaşır. Orada çıkan tava ekmeklerini inceler. Nasıl yapıldığını öğrenir. Bu ekmekler iki parça halinde dikdörtgen şeklinde olmaktadır. Bir tane örnek ekmek tavası alır. Bolvadin’e gelince hemen demirciye gösterip bu tavalardan yaptırır. Hamur, altı yağlanmış olan tavaların içine konup pişirilince, daha lezzetli olur.

BAZAR EKMEĞİ

O dönemlerde çarşı fırınlarında çıkan ekmeğe “bazar ekmeği” veya İtalyanca bir kelime olan “Françala” denirdi. Herkes, harman sonu ununu, bulgurunu, düğüsünü evine koyar; kışa hazırlanırdı. Kışın pek para harcanılmazdı. Zaten harcamaya da para yoktu. Evin hanımı bir tekne hamur yoğurur, eline bir tane tezek alır, mahalle fırınına götürüp pişirir, ortalama on beş ekmek yapar gelirdi. Sonuna doğru ekmeğin üstü nokta nokta çilenir (küflenir), bu küfler nemli bir bezle silinip yenirdi. Yerine göre kaynayan suyun içine biraz yağ ve iki yumurta kırılıp ekmeğin üzerine dökülür, papara yapılıp yenirdi. Ekmek bizim için çok kutsaldı. Yerde gördüğümüz bir ekmek parçası hemen alınır, öpüp üç kere başa konduktan sonra bir duvarın üzerine konurdu.

Çarşı fırınlarından ekmek alıp eve götürmek büyük ayıptı. Evdeki kadın kınanırdı. Zorda kalan kişi, kimse görmeden ekmeğini alır, yağlığına (mendil) sarar, koltuğunun altına saklayıp evine götürürdü. Halk arasındaki söyleyişe göre: “Buğday alanın iki gözü açık; hazır un alanın bir gözü kör; ekmek alanın iki gözü kör.” denirdi. Günümüze baktığımızda, başta en büyük nimet olan ekmeğin ve diğer yiyeceklerin hoyratça israf edildiğini gördüğümüzde insan kahroluyor. Şükrümüz de azaldı, zikrimiz de azaldı. Sahip olduklarına şükretmeyi bilmeyenin, kaybettiklerine isyan etmeye hakkı yoktur.

   KAYMAKAM VE VALİ

Eskiden devlet dairesinde çalışan âmirler çok otoriter olurdu ve halk bunlardan çok çekinirdi. Bir belediye çavuşundan veya bir bekçiden bile çok korkulurdu. Yerine göre mülki âmirler esnafı da denetlerdi. 1962’de Rafet KÜÇÜKTİRYAKİ Bolvadin kaymakamı idi. Çalışkan bir kaymakamdı. Arada esnafı da kontrol ederdi. Bir gün sabah erkenden bunların fırına gelir. Kaymakamın geldiğini gören oğlu Ahmet, hemen dükkandan kaçar. Yanlarında çalışan İbrahim Karahan kaymakamı karşılar. Kaymakam kontrol eder gider.

Ekmekçiler, kahveci fişi gibi kağıttan fiş bastırırlardı. Ekmeklerin çoğunu memurlar alırdı. Memurlar aylık olarak fiş alırlar, ekmek aldıkları zaman bu fişten koparır verirlerdi. Ayrıca Kazım Amca’nın üç tekerlekli, eşya taşıma bisikleti vardı. Fırında çalışan bir eleman, bu bisiklete ekmekleri doldurur, memur evlerine dağıtırdı. Ekmek, memurun evine kadar giderdi. Ağır Ceza Reisi Saffet Bey, aylık fiş almak için fırına girer. Hacı Kâzım Ağa hemen kahve söylemek ister. Saffet Bey itiraz eder ve kahveleri kendisinin ısmarlayacağını söyler. Ekmeğinin çok lezzetli olduğunu belirtir ve evde her türlü katık olduğu halde, çocuklarının katıksız ekmek yediğini söyler.

O dönemlerde valiler de Bolvadin’e sık gelirlerdi. Geldiklerinde belediye veya resmi kurumlar tarafından çok zaman ziyafet verilirdi. Gene zamanın valisi Bolvadin’e gelir. Horan’da yenilir, içilir. Yediği ekmek valinin çok hoşuna gider. Kimin yaptığını ve fırını öğrenir. Afyon’a dönerken Özaydın Fırını’nın önünde valilik arabası durur. Kapıda valinin arabasını gören Kâzım Ağa’nın ödü sıdar. Korkuyla hemen fırın ocağının altındaki tezgahın altına saklanır. Vali içeri girince, çalışanlara sahibini sorar. Oradakiler hemen hazırola geçip   tezgahın altını gösterirler. Kâzım Amca endişeyle tezgahın altından doğrulup: “Hoş geldiniz sayın valim!” der. Vali: “Seni tebrik ederim. Çok güzel ekmek yapıyorsun. Afyon da bile böyle ekmek yapan yok. Şuradan dört tane ekmek ver de, oradaki fırıncılara göstereyim.” der. Hemen dört ekmek verilir ve vali teşekkür ederek gider. Kâzım Amca, alnında biriken buz gibi terleri silerken, bir de derinden “Oh!” çeker.

BAK POSTACI GELİYOR

Cep telefonlarının adının dahi bilinmediği, ev telefonlarının ise sayılı kişilerin evlerinde bulunduğu zamanlar…Herkesin haberleşmek için mektup yazdığı dönemler…Postacıların dört gözle beklendiği, muştuluk alınmadan mektupların verilmediği devirler…”Mektubuma başlamadan önce…” ile başlayıp, “Kestane kebap, acele cevap” ile bitirilen cümleler… Postacılara: “Bak postacı geliyor!” şarkısı bile bestelenmişti. Şimdi ise, postacılar borç faturası ve icra kağıdı getirdikleri için “Kaç postacı geliyor!” şarkısı yakılması daha uygun olur.

Birisine sevdiklerinden bir mektup gelmesi, onun için mutluluğun ötesinde bir şeydi. Gelen mektuplar defalarca okunur ve özenle saklanırdı. Hele bir de “yangını” na mektup verilecekse…Kırtasiyeden etrafı süslü, kalpli, mektup kağıdı alınır; özenle içten samimi duygular yazılır; sevgiliye vermek için fırsat kollanırdı. Bazen mektuplar korkudan ve heyecandan verilemez, cepte eskir giderdi.

Günümüzdeki sevgilere baktığımızda her şeyin sanal, her şeyin sahte olduğunu görüyoruz. Artık; yıllık, aylık, günlük, hatta saatlik aşklar yaşanmaya başlandı. Artık tuz koktu. Her şey bozulduğu gibi aşklar da bozuldu. Allah’ı arayan bir millet, sevgili arayan bir millet haline geldi. Geçen gün dolmuşla eve gidiyordum. Arkamdaki bir genç, telefonda sevdiğine : “Senin için ölürüm!” diyordu. İçimden acı acı güldüm. Bırakın “Senin için ölürüm.” laflarını…Önce kendiniz için yaşamayı öğrenin, sonra başkası için ölürsünüz.

BOLVADİN POSTANESİ

Bolvadin’de postane “Posta Telefon Telgraf İdaresi” adı altında II. Mahmut zamanında şimdiki binanın olduğu yerde “Acem Hanı”nda kuruluyor. Cılkzâde Hacı Mehmet Ağa, 1894 yılında buraya yeni bina yaptırıyor. Yunanlılar 23 Eylül 1921’de kaçarken, burayı da ateşe verip gidiyorlar. O günün posta müdürü İsmail Hakkı Soyuer, yanan binaya girip malzemeleri kurtarıyor. Sonra bina yeniden yapılıyor.

O yıllarda telefon, lüks bir iletişim aracıydı. Her mahallede ancak birkaç kişinin evinde telefon vardı. Postane yoluyla ailesiyle konuşacak kişi, komşunun telefonunu bağlattırır, ailesini çağırtırdı. “manyetolu” dediğimiz, yandan kolu çevrildiğinde önce postane çıkan telefonlardı. Şehir içi konuşmalarda, postanedeki görevliye isim verilir, onun bağlamasıyla konuşma yapılırdı. Ayda herkes aynı ücreti ödediği için, konuşmalar sınırsız olurdu. Şehirler arası konuşmalar ise, daha geç bağlanır ve süreli olarak ücreti ödenirdi.

Bolvadin’de şehir içi bağlatma şekli biraz farklıydı. Çok kişi bir eve telefon bağlatacağı zaman, o kişinin ad ve soyadını söylemez, lakabını söylerdi. 1977 yılında posta müdürlüğü, abonelerine bir yazı göndermişti. Bu yazıda şöyle deniyordu. “Sayın Abonemiz, lütfen telefonu bağlatacağınız kişinin adını ve soyadını söyleyin. Lâkabını söylemeyin. Yabancı bayan görevlilerimiz ‘Şeytanlar’ı bağla! Ölügızları’nı bağla! Ecinnileri bağla! Maymunlular’ı bağla!’ dendiğinde korkuyorlar.” Bizimki de böyle işte!…

   Postanenin tam karşısında Ekmekçi Kazım’ın fırını olduğu için, başka şehirden postaneye bağlanan kişi Kâzım Ağa’yı çağırttırıp, merâmını anlatırdı.

PATLAT Bİ’ GAZOZ!..

Ekmekçi Kâzım’ın fırınının bir tarafında Taktaklar’ın Dede vardı. Uzun beyaz sakallı, nurâni yüzlü birisiydi. Bolvadin’in sakız ihtiyacını o görürdü. Henüz ambalajlı sakız bilinmediği için, su dolu cam kavanozun içinden çıkardığı sakızı satardı. Şekersiz sakız olup çok güzel şişer patlardı.

Fırının öbür tarafında ise, Sandıkçılar’ın gazoz imalathânesi vardı. Rahmetlik Ahmet ve Abdil Sandıkçı, burada gazoz imal edip şişelerlerdi. Gazozcu Ahmet Ağabey, ayağında çizme, önüne muşambadan yapılmış uzun bir önlük takıp işe başlar, bazen, burnunun üstüne düşen kalın camlı gözlüğünü yukarıya kaldırırdı. Gazozun suyu, dükkanlarda çeşme bulunmadığı için, tenekelerle Akçeşme’den getirilirdi. Şekeri, suyu, esansı belli bir formüle göre ayarlanıp yapılırdı. Yuvarlak kırmızı renkli makinenin altına bir eliyle dolu şişeyi koyar, diğer eliyle kapağını makinenin gözüne yerleştirip sağ tarafta bulunan kolu aşağıya indirerek şişeyi kapaklardı. Bu işlem yapılırken “fıss” diye bir ses çıkar, etrafa mis gibi bir koku yayılırdı.

Kasalanan gazozlar bakkallara ve çevre köylere dağıtılırdı. Bazen iki çocuk “gazoz çekişme” iddiasına girerlerdi. İki elle sıkı sıkıya tutulan gazozların kapakların tırtıllı yerleri birbirine yapıştırılır, aynı anda hızla çekilirdi. Kapağı açılıp gazozun yarısı dökülen çocuk iddiayı kaybeder, gazoz parasını öderdi. Bayramlarda, maçlarda ve Çarşı Camii önünde de gazoz satılırdı. Cami önüne kovaya su doldurulur, içine gazozlar konur ve: “ Buz gibi gazoz!” diye bağırılarak reklamı yapılırdı. Bazen bir kamış, çarşı çeşmesinin kurnasına bağlanır, kovanın içine kamıştan akan su, gazozu devamlı soğuk tutardı. Bazı satıcılar gazozu, elindeki testerenin arkasını, gazozun kapağının altına hızla vurarak açarlardı. Bu arada içi gazla dolu olan gazoz, “pat” diye ses çıkartırdı. Birisi gazoz isteyeceği zaman: “Patlat bi’ gazoz!” derdi.

Postane Caddesi’ne giren kişinin burnuna, Ekmekçi Kâzım’ın sıcak ekmek kokusuna, mis gibi gazoz kokusu karışarak çarpar, insanı mutlu ederdi. Şimdi bunların hiç birisi kalmadı, her şey yalan oldu.

SAATÇİ MECİTTİN

Saatçi Mecittin; sanatkâr, zeki, nüktedan bir kişi…Şaka yapmayı sevdiği gibi, şakayı da götürür. Ekmekçi Kâzım, fırında sabah ezanına kadar mayayı hazırlamış, her zamanki gibi “Hobban’ın Cami” de sabah namazını kılıp Bekirağa Mahallesi’ndeki evine yatmaya gidecek. Camiye girer, namaz bitiminde Saatçi Mecittin’e de iyi dileklerde bulunur ve evine gider yatar.  Mecittin Amca’nın aklına bir cinlik gelir. Akıl daima gönlün oyuncağıdır. Doğru, bunların fırınına gider. Kâzım Ağa’nın oğlu İhsan, ilk ekmeği çıkarmak için fırına tavaları sürmektedir. Telaşlı bir şekilde fırına girerek: “Eysan’ım, şu bubana dikkat et. Gine camide Hobban Hoca’ynan gavga etti! Ağzı burnu kan içinde kaldı. Herhalde eve gitti!” der. Bunu duyan İhsan Ağabey, elindeki fırın küreğini atarak doğru eve koşar. Soluk soluğa eve vardığında babasının yatakta mışıl mışıl uyuduğunu görür. Tongaya düştüğünü anlar fakat gene de şükrederek fırına döner.

İBRAHİM KARAHAN

İbrahim Karahan, Sıtma Savaş Derneği’nden emekli şu an 80 yaşındadır. Yıllarca Ekmekçi Kâzım’ın yanında çalışır. Yıl 1961…İbrahim Karahan askerden gelmiştir ve fırındaki işine devam etmektedir. Aylığı ise 225 liradır. Aybaşı gelip aylığını alacağı zaman Kazım Amca 25 lira eksik verir ve: “Senin maaşını 200 liraya düşürdüm.” der. İbrahim Ağabey bir şey diyemez ve niye böyle yaptığını anlayamaz. Aradan iki sene geçer. İbrahim Ağabey, Sıtma Savaş’a memur olmak için başvurur ve kazanır. Ustasına ayrılmak istediğini söyler. Ustası kabul eder ve eline bir banka cüzdanı tutuşturur. İbrahim Ağabey cüzdanı açtığında, kendi hesabına ayda 25 lira yatmış olan toplam rakamı görünce, gözleri yaşararak ustasının elini öper ve oradan ayrılır.

AYRILIŞ

Tarih 1 Mayıs 1977 Pazar…Ekmekçi Kazım, 66 yaşında iken, fırınının üstünde bulunan evinde, fırınından gelen mis gibi ekmek kokuları arasında son nefesini verir. Hacı Kâzım Ağa’m,  dürüst temiz insandın; çok ekmeğini yedik; mekânın cennet olsun. Allah gani gani rahmet eylesin. Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ