Bolvadin'in Temel Taşları

 

 ÇALGICI BADI OMAR  (ÖMER DEMİRBAŞ)

Ömer Demirbaş, 1900 yılında Bolvadin’in Bekirağa Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Babasının adı Ali… “Mesçi Ali” diye bilinir. Şükrü adında kardeşinin yanı sıra, bir de kız kardeşi var. Küçük yaşta iken babasının şehit haberini almış ve ailenin sorumluluğunu üstlenmiştir. Çocukluğu ve gençliği testi ocaklarında geçmiş, asker dönüşü çömlek yapım ve satış işleriyle uğraşmıştır. Boş kaldığı zamanlarda tekarabacılık da yapmıştır. Ayrıca, toplumun “çalgıcı” olarak adlandırdığı, bugün için “orkestra” denilen meslekte “cümbüş” denilen müzik âletini çalarak ekmeğini çıkartmıştır.

   Çalgıcı Badı Omar; kısa boylu, sevimli yüzlü, hoşsohbet, cana yakın bir kişiydi. En önemli özelliklerinden birisi de; zeki ve sanatkar ruhlu oluşuydu. Akşamları mahallelerinde bulunan “Nakıplar’ın Oda”ya gider, sohbetlere katılır, ballandırarak anlattığı konuları oradakiler ilgiyle dinlerdi. Çalışkandı ve çalışmaya teşvik ederdi. Yetmiş yaşına kadar durmadan çalıştı.

GENÇLİĞİ

Mahalle mektebinde eğitime başlayan Ömer Demirbaş, İmaret Camii yanında bulunan medreseyi de başarıyla bitirmiştir. Osmanlıca’yı çok iyi yazıp okumaktadır. Babası uzun yıllar askerde olduğu için, baba mesleği olan kunduracılığı öğrenememiştir. Çömlekçiler, hep kendi mahallesinden olan insanlardır. Şehrin çıkışında bulunan çömlek atölyelerinde (testi ocakları) çıraklık etmeye başlamıştır. On iki yaşına gelince askerde olan babasının şahadet haberini alır. Testici Hilmi Akçay’ın yanına kalfa olarak girer ve askerlik vaktine kadar ailesinin geçimine destek olmak için burada çalışır.

   ERKEN GELEN ASKERLİK

Rahmetlik babası Mesçi Ali, on beş sene askerlik yapmış, bazı zamanlarda memleketine gitmesine izin verilmiş ve otuz beş yaşında iken şehit olmuştur. 1911’de Türklerle İtalyanlar arasında Libya bölgesinde yapılan Trablusgarp Savaşı’nda bulunmuştur. 1912’de, topraklarını büyütme hesapları yapan Balkan Devletleri ( Bulgaristan-Yunanistan-Sırbistan) aralarında anlaşarak, Osmanlı’ya karşı savaş açarlar. Savaşta Osmanlı yenilmiş ve Balkanlarda ve Ege Denizi’ndeki hakimiyeti son bulmuştur. Buradaki savaşlarda büyük kahramanlıklar gösteren Mesçi Ali, Balkan Savaşı’nda şehit düşmüştür.

Yıl 15 Mayıs 1919…Ömer on dokuz yaşında ve askere gitmesine bir sene var. Yunanlılar, gemilerle İzmir limanına asker çıkartmaya başlarlar. Amaçları, İzmir’den başlayarak bütün Anadolu’yu ele geçirip, Türk hakimiyetine son vermektir. Türk devlet yetkilileri buna müsaade etmemek için, henüz askerlik yaşına gelmemiş gençleri de askere almaya başlar. Henüz askerlik yaşına gelmeyen Ömer  askere alınır ve Balıkesir’e gönderilir. Babası, bu mübarek vatan için şahadet şerbetini içmiştir ve kendisi de aynı makama ulaşmak için seve seve vatan görevine başlar. Sınıfı “topçu”dur. Topun bütün özelliklerini öğrendikten sonra “topçu çavuşu” olarak 16. Tümen’de cephede yerini alır. Düşman ilerlemiş ve Balıkesir taraflarına gelmiştir. Düşman askerleri zamanla Afyon, Kütahya ve Uşak’ı da işgal etmişlerdir.

Tümen, Afyon bölgesine gelir. Aradan üç yıl geçmiş, bu süre zarfında cepheden cepheye koşarak, kullandığı topun hakkını vermek için büyük çabalar göstermiştir. 26 Ağustos 1922 günü saat 05’de, Afyon Kocatepe’den düşmana karşı büyük bir saldırı başlatılır. Artık bu saldırı Türk’ün var oluş, yok oluş mücadelesidir. Ömer Çavuş verilen emirle, düşmanın bulunduğu karşılarındaki Çiğiltepe’ye karşı topunu ateşler. Top sesleri ve arkasından “Allah!… Allah!..” nidaları arasında saldırı başlar. Yunan askerleri, bu kahramanca saldırı karşısında dayanamazlar ve kaçmaya başlarlar. Topçular da toplarını bırakarak, düşmanın peşinden kovalamaya başlarlar. Kütahya, Uşak derken 9 Eylül 1922’de, düşman İzmir’den denize dökülerek vatan kurtarılır. Savaşta büyük kahramanlıklar gösteren Ömer Demirbaş, babası gibi şehit olamamıştır fakat ona yakın olan “gazi” lik ünvanını alarak, savaşın bitiminden bir sene sonra teskeresiyle birlikte yüzünün akıyla Bolvadin’e gelmiştir. Daha sonra devlet yetkilileri bu kahramanı “gazilik madalyası” ve “gazilik beratı”yla ödüllendirmiş ve sonra da maaş bağlamıştır.

   ÇÖMLEK İMALATI VE SATICILIĞI

Bolvadin’de unutulan mesleklerden birisi de çömlekçiliktir. Çömlekçiler, Bekirağa Mahallesi’nde ikamet ederlerdi. Ömer Demirbaş, babası olmadığı için küçük yaşlardan itibaren testi ocaklarına çalışmaya gider. Testi, boduç, gılik, hevik, küp, toprak büz yapımlarını öğrenir. Askerlik dönüşü tekrar bu işe girer ve evliliğini de yapar. Evliliğinden iki kız ve üç erkek evladı dünyaya gelir. Oğullarından Ali testici idi rahmetlik oldu. Ahmet emekli öğretim görevlisi, H.Hüseyin ise serbest çalışıyor.

Üç yıl testi ocaklarında çalıştıktan sonra, bu işin imalatını bırakır ve bir at ve araba alarak köylerde çömlek satmaya başlar. Arabasına doldurduğu çömlek çeşitleriyle birlikte, oğlu Ahmet’i de yanına alarak çevre ilçe köylerini dolaşır. Ancak on gün sonra evlerine dönebilirler. Gittikleri köylerde, köy odalarında kalırlar. Bütün köylerde köylülerle arkadaşlık kurarlar. Köylüde para olmadığı için, verdikleri çömlek karşılığında; tereyağı, arpa, buğday alırlar.

1960 yılının Ağustos ayı…Testici Badı Omar, on bir yaşında olan oğlu Ahmet’le birlikte Emirdağ’ının köylerini dolaşmaktadır. Suvermez Köyü’ne gelince akşam olur. Alaca karanlıkta köy odasına gidip atı ve arabayı odanın ahırına sokarlar. Atın yemini verdikten sonra, köy odasına girip köylünün getirdiği şepit, soğan ve bulgur pilavını, gaz lambası ışığı altında yerler. İkisi de yorulmuştur, gözlerinden uyku akmaktadır fakat babası yatsı ezanının okunmasını bekler. Bu arada küçük Ahmet uyumuştur ve babası da namazdan sonra yatar ve derin bir uykuya dalarlar. Vakit gece yarısı olmuştur. Geceleri hiç uyanmayan Ahmet birden uyanır. Odanın pesteğe yakın yerdeki tek penceresinden kıpkızıl alevler yükselmekte, odanın içerisini aydınlatmaktadır. Hemen babasını uyandırır. O manzarayı gören babası hemen dışarıya fırlayarak, alevler içerisinde kalan ahırdaki atı ve arabayı dışarıya çıkartır. Atın yanı sıra, bütün sermayesi olan araba ve çömlekleri yanmaktan kurtarır. Bilinmeyen nedenle ahırdaki otlar alev almış ve yangın çıkmıştır. Köylüler gelirler fakat ahır ve oda kısa zamanda kül olur. Küçük Ahmet uyanmasa belki de kendileri de yanacak veya dumandan zehirleneceklerdi. Demek ki bu yalan dünyaya güvenilmeyecek. Neyine güveneyim yalan dünyanın, Kerem’i yandırıp kül etmedi mi?

 TOKAT

Anadolu’da, büyükbaş hayvanların bahar ayında evlerinden götürülüp, sonbaharda geri getirilmeden önceki otladıklara yerlere “tokat” adı verilirdi. Bolvadin’de de sistem bu şekilde işlerdi. Bazı hayvanlar günlük olarak “yoz” denilen otlamaya, bir veya iki çoban eşliğinde götürülürdü. Buna “sığıra sürme” adı da verilirdi. Sabahleyin sığıra sürülen büyükbaş hayvanlar bir alanda toplanır ve çoban eşliğinde götürülüp meralarda beslenerek akşama evlerine getirilirdi.

Her mahallenin veya iki mahallenin birleşerek gönderdiği tokatlar vardı. Kaymas Tokadı, Erkmen Tokadı, Yenice Tokadı…gibi. Bunların hepsinin başında çoban bulunur, sütleri; kaymak, tereyağı, peynir yapacak kadınlar da görev yapardı. Bu tokatlar genellikle Develi Akarçayı’nın yakınlarında olurdu. Akşam olunca hayvanların kalması için, bir girişi ve çıkışı olan daire şeklinde kerpiçten duvarla çevrili yere sokarlardı. Ayrıca içinde, orada çalışanların kalması için tek göz birkaç kulübe olurdu. Tokat’a gidecek hayvanlar farklı idi. Bu hayvanların hepsi de sağılır büyükbaş olmak mecburiyetinde idi. Hayvanını tokata gönderecek kişi, bir yaz boyunca hayvanının sütünün karşılığı olarak hayvan sahibiyle ortalama on kilo tereyağı karşılığı pazarlık yapar, hayvanı kiraya verirdi. Her tokatta üç-dört aile bir yaz boyunca çalışır, ortalama otuz-kırk hayvana bakardı. Çoban, sabahleyin erkenden hayvanları yaymaya götürür, akşama doğru getirirdi. Develi yanındaki sulak bereketli toprakların otlarında beslenen hayvanların sütleri, sabah ve akşam sağılarak hemen kaynatılır; kaymak, peynir, tereyağı yapılırdı. Hayvan tokatta iken doğum yaparsa, çoban tarafından sezon sonunda sahibine teslim edilirdi. Bazen hastalıktan veya çamura saplanarak ölen hayvan ölümleri de olurdu. Çoban bundan sorumlu olmazdı. Çoban hemen ölen hayvanın derisini yüzer, kurutur ve sahibine getirip verirdi. Yaz bitiminde eylül ayı ortalarında, hayvanlar sahiplerine tereyağlarıyla birlikte teslim edilirdi. Sütün, peynirin, tereyağının kalan kısımları bu hayvanlara bakanların olurdu.

ÇİLEKEŞ KADINLARIMIZ

   “Çilekeş kadınlarımız” derken, günümüz kadınlarından bahsetmiyorum. Kendi çocukluğumun kadınlarından bahsediyorum. Toplum genellikle çiftçi…Yazın ne ürün alabildiyse, kışın onu yiyecek. Esnafın çoğunluğu günazıklı, Bir gün çalışmasa ertesi gün aç…Çok zaman evdeki bir sağılır ineğin sütüne bakılıyor. İşin en garip tarafı da, her evde en az beş-altı çocuk…İşlerin çokluğu, çocukların çokluğu, gelirin azlığı, yokluk, perişanlık derken garip kadın dayanamaz, erken yaşta kara toprağın bağrına girerdi.

Benim çocukluğumda erkekler de, şimdi olduğu gibi etli-butlu göbekli değildi. Genellikle çok çalışmaktan ve gıdasızlıktan zayıf ve incelerdi. Avurtları içine çökmüş durumda idi. Çocukların da zayıflıktan kaburgaları sayılırdı. Bacakları çirpi gibi olurdu. Kadınlar ise erkeklerden daha beter durumda idi. Şişman bir kadın görmek nerede ise imkansızdı. Çoğunun gagırı (iskeleti) çıkmış idi. Tanıdığımız bir kadın, yeni aldığı gelininin elbisesinin içine şişman görünsün diye vücuduna kuşak sarmıştı. Böylece, yeni gelini görenler, “Vardığı yerde dirliği yerinde, etlenmiş.” diyeceklerdi.

İşte, hayatın zorluklarını sırtlamış, ekonomik yönden eşine devamlı destek vermek için çalışan vefakar, cefakar annelerimizden birisi de, badı Omar’ın hanımı Ayşe Aba’dır. Ayşe Aba, çocuk bakımının ve ev işlerinin yanı sıra, yazın çocuklarıyla tokata gider, sabah ve akşam inekleri sağarak; kaymak, tereyağı, peynir yapar. Sağıp kaynattığı sütün kremasını çömleklerin içerisine koyarak kulübenin damına sıralar ve ekşimeye bırakır. Kıvamı gelince elleriyle yoğurarak suyunu attırır ve tereyağı haline getirir. Kalan suya “yağ katığı” denir. Kaymağı alınmış sütü ise, kesik peynir yapar. Yaptığı bu süt mamüllerini oğlu Ahmet’e verir. O da Bolvadin’e gelerek bunları Apıcık’a, Muammer Koca’ya satar. Annesi oğluna da, satıp harçlık etmesi için tavşan kafası kadar tereyağı verir. Bunları satan Ahmet, gelirin bir miktarıyla evlerinin ihtiyacını alıp geri döner.

Baktığı hayvanların her şeyinden faydalanır. Günlük olarak topladığı tersleri (hayvan gübresi) bir tarafa yığar ve belli bir günde bunları kasnağa dökerek tezek yapar. Bu tezeklerin bir kısmını kışın evlerinde yakmak için ayırırken, bazı kişiler de oraya gelip kendilerine tezek dökerler ve onlara satar. Bu zor şartlara rağmen sabreder ve devamlı şükreder. “Her dara düştüğün yerde Allah’tan, / Hakkında hayırı ver de Allah’tan. / Hayır da Allah’tan, şer de Allah’tan, / Sabır eyle, şükür eyle, dua et!”

BELEDİYE BANDOSU

Her milletin dîni bayramları olduğu gibi millî bayramları da vardır. Türk milleti’nin de büyük bir coşkuyla kutladığı bayramları vardır. Bu bayramlarda resmi tatil olur ve her taraf bayraklarla süslenir. Yıl 1942…Hasan TÜRKMEN belediye başkanı. Zamanın hükümeti tarafından bir belediye bandosu kurulması istenir. Rahmetli Hasan TÜRKMEN de kendi belediye çalışanları arasından, askerde iken “mızıka takımı”nda görev yapmış olan beş kişi bulur ve kullanmış olduğu çalgı aletleri satın alınarak ellerine verilir. Bunlar: Dellal Gadir (Kadir Güleç) Keşşafın Topal Ali Osman (Aksu), Guldur Cemal ve diğerleri… Bu kişilerin görevleri, bayram günlerinde halkı neşelendirmek için değişik marşlar ve türkü müzikleri çalmaktır.

Bayram gününden önce, belediye ve hükümet tarafından hazırlıklar yapılır. Bilhassa 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına ayrı bir önem verilir. Bayram günü halka şeker dağıtılır ve törenden sonra okullarda sıraya giren çocuklara şeker verilir. Hükümet erkânı, kiraladıkları otobüsün yan tarafına “Yaşasın Cumhuriyet” yazısı asıp köyleri dolaşırlar, çocuklara şeker dağıtırlar. Bolvadin’in köylerinin yanı sıra, o zaman Bolvadin’in sınırları içerisinde olan Çay ve Sultandağı kasabalarının köylerini de dolaşırlar. Akşam olunca, belediye görevlileri tarafından bando takımı eşliğinde fener alayı düzenlenir ve halkın ileri gelenlerinin evinin önünde, günlük kıyafetleriyle beş kişiden oluşan bando takımı müzik çalar.

 CÜMBÜŞ

Altı adet çift teli bulunan, gövdesi yuvarlak olup, alüminyumdan yapılmış müzik âletine cümbüş denir. 1930 yılında “Zeynel Abidin” tarafında icat edilmiş olup, ismini Atatürk vermiştir. Sesi gür ve tok çıkar. Yıl 1935…Ömer Demirbaş çok zeki bir insandır. Her şeyi merak etmektedir. O yıllarda Bolvadin’e müzikli konser vermeye müzisyenler gelmektedir. Onların elindeki bu çalgıyı merak eder ve bir cümbüş satın alır. Üzerinde çalışarak bunu öğrenir. Sesi yanık ve etkileyicidir. Diğer müzik aleti çalanlarla bir gurup kurarlar ve genellikle köylere düğünlere giderler. İbidik keman, Topal Ali Osman gırnata, Badı Omar cümbüş, Guldur Cemal dümbelek çalmaktadır. Köylere gittiklerinde üç gün çalarlar. Badı Omar namaz vakti yaklaştığı zaman müziği keser ve namazlarını kıldıktan sonra devam ederler. Çocuklarının nafakasını temin etmek için bu sanatı da meslek haline getirir. Çocuklarının cümbüş çalmasını istemez okumalarını ister. Bir gün oğlu Ahmet, duvarda kılıfıyla asılı olan cümbüşü alır ve dıngırdatmaya başlar. Bunu gören babası kızar ve elinden alarak: “Sen dersine bak! Önce okulunu bitir!” der ve oğlu da okur öğretmen olur.

   SÖZ BİTER

Hazan gelir, yaprak düşer dalından: GÜZ BİTER. / Ayaz gelir, kar-buz yağar ardından: KÖZ BİTER. / Mevsim mevsime döner, baharın ardından sıcaklar tükenir: YAZ BİTER. / Sonra bakarsın ki gün geçmiş, ömür bitmiş. / Tohum gibi toprağa düşmüş insan, pişman olur ama: SÖZ BİTER… Tarih 25 Kasım 1980 Salı…Artık Ömer Demirbaş için de, 80 yaşına gelince söz bitmiştir. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ