Bolvadin'in Temel Taşları

 

  SARI SÜLEYMAN  (SÜLEYMAN KAN)

Yazdığım hayat hikayelerinin bazılarında, “Sarı Süleyman” ismi çok geçti. Yardımseverliğinden, fedakarlığından, bonkörlüğünden, insanlara faydalı bir kişi olduğundan bahsediliyordu. Merak edip araştırdığımda ortaya, denildiğinden daha fazla bir kişilik çıktı. Hayat hikayesini yazmaya karar verdim.

   Süleyman Kan, 1910 yılında Bolvadin’in Erkmen Mahallesi’nde dünyaya geliyor. “Kelavlar” diye bilinirler. Çiftçi olan babasının adı Hüseyin’dir. İki kız, iki oğlan dört kardeştirler. Bütün ömrü gölde geçen Sarı Süleyman, kındıra-kamış ticareti, balıkçılık, çiftçilik ve yastık basma işleri yapmıştır.

Sarı Süleyman uzun boylu, yeşil gözlü, sarışın, iri kemikli, boyunun uzunluğundan dolayı biraz kamburca görünüşü olan bir kişi. Kışın, uzun paltosunu arkasına doğru toplar, iki elini de arkasına bağlar öyle yürür. Sert görüntüsünün altında, yumuşacık, merhametli bir yüreği vardır.

   YALNIZLIK

İlkokul yıllarında mahalle mektebine gider ve sûrelerin yanı sıra Osmanlıca’yı da öğrenir. Çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan babasına yardım ederken, ağabeysi Mustafa’nın Çanakkale Savaşı’nda şehit olduğu haberi gelir. Şehit haberini alan annesi üzüntüden vefat eder, arkasından da babası hakkın rahmetine kavuşur. On yaşında kimsesiz kalan Süleyman, Akçeşme Mahallesi’ne Kipiler’e gelin giden ablasının yanına taşınır. O mahalledekiler genellikle rızkını gölden çıkartmaktadırlar. Bu da göle gidip çalışmaya başlar. Askerlik vaktine kadar gölde çalışır. Askerlik dönüşü ablası vasıtasıyla bir kızı isterler. Kızın annesi: “Köpeklere doğrarım gene vermem!” der fakat kızın isteği üzerine verirler. Evliliğinde üç kızı olur.

   GÖLCÜLÜK

Eber Gölü, Türkiye’nin 12. büyük gölüdür. Akarçay’dan ve Sultandağları’ndan gelen suyla beslenir. Tatlı su balığı çeşitlerinin yanı sıra, bazı kabuklu canlılar da yaşar. Bitki olarak içerisinde kındıra ve kamış yetişir. Çevresindeki köy ve kasabaların yanı sıra, Bolvadin’in Ağılönü Semti’nden ve Akçeşme Mahallesi’nden çok kişi, bu gölden ekmeğini çıkartmıştır ve çıkartmaktadır. Bugün için meslek haline gelen “gölcülük”, en zor mesleklerden birisidir. Devamlı su içerisinde çalışmak, yorucu ve meşakkatlidir.

Sarı Süleyman da rızkını gölden çıkartanlardan olmuştur. Naillerin Çiftliği’nin bir bölümünü kiralar, orada yatar-kalkar, bahçesine bostan eker. Perşembe günleri akşam üzeri evine gelir, üstünü-başını değiştirir, dinlenir. Cuma namazını da eda ettikten sonra tekrar göle gider. Ayrıca, meradan biçtiği otları balya yaptırarak istasyona götürüp, trenle başka yerlere gönderir. Yazın devamlı kındıra- kamış biçerken, kışın da bunlardan yastık basar. Evlerinin yakınındaki “Çanakkale Boğazı” denilen yerde “Karbeyaz Evi” adlı atölyede işçileriyle birlikte yastık basar. Eşi Ayşe Aba, esnaf çocuğu olduğu için hasır dokumasını bilmemektedir. Zamanla öğrenir ve çocuklarına da öğretir. Ayşe Aba kocası ölünce: “İki katımlık unla ben ne yapacağım?” diye kahırlanır fakat kızlarıyla dokuduğu hasırların ücretiyle geçinirler.

Yastık, yıllardır Anadolu evlerinde kullanılan bir eşyadır. Anadolu insanı yere yayışarak oturduğu zaman dinlenir. Bu yüzden duvar kenarlarına yastık koyar, yastıkların üzerini işlemeli örtü ile süsler. “berdi yastık” dediğimiz bu yastıklar, sağlıklı olduğu için duvarın soğukluğunu, nemini hissettirmez. Günümüzde pek çok insan, kanepede koltukta oturduğu için rahat edememekte, köşe minderine bağdaş kurup, yastığa dayanarak oturmayı özlemektedir.

Sarı Süleyman, imal ettiği bu yastıkları trenle Aydın’a götürmektedir. Gelirken oradan boş gelmez; kuru üzüm, incir, zeytin, zeytinyağı getirir ve satar. Orada gördüğü, bembeyaz pamuk tarlaları hoşuna gider ve pamuk tohumu getirir. Akçeşme Okulu’nun arkasındaki tarlaya bunu eker fakat iklim değişikliğinden dolayı verim alamaz.

CÖMERT VE CİMRİ

Merhamet, acıma duygusu, yardımlaşma, cömertlik her insanda bulunması gereken özelliklerdir. Elindeki malıyla, ihtiyaçlıya gönlünden coşarak yardım edene cömert kişi denir. İnsanlara yardım etmekle, sadaka vermekle kulun malı eksilmez, aksine bereketlenir. Yerdekilere acırsak, göktekiler de bize acır. Cömert olmak, en güzel huylardan birisidir. Cimrilik ise en kötü hastalıktır. Parası, malı olduğu halde, harcamaya korkan kişiler: eli sıkı, nekes, pinti, gıpti, hasis, varyemez adlarıyla da anılır.

Yaşadığımız hayatta, cömert ve cimri insanlara çok rastlarız. Cömert insan sevilir, sayılır, yıllar geçse de unutulmaz. Cimri insan ise, nefsinin üstünlüğünden, şeytanın vesvesesinden kurtulamaz. Cimrinin yüzüne bakmak bile insanın kalbini katılaştırır. Bu tür insanlar para biriktirdikçe, daha çok para biriktirme hırsına kapılırlar. Çevresindeki ihtiyaçlılara karşı kör ve sağırdırlar. Ev üstüne ev, tarla üstüne tarla alırlar. En sonunda mirasçılara, malları, paraları bırakır giderler. Aslında cimrilik sadece mal ve parayla da olmaz. Ailesine, çocuklarına, eşine göstermesi gereken ilgiyi ve sevgiyi göstermeyen insan da cimridir. Dünyanın yarısını fetheden Makedonya Kralı İskender’in ölmeden önceki üç vasiyeti: 1. Tabutumu en iyi doktorlar taşısın. Ölümüme doktorların bile çare olamadığı bilinsin. 2. Tabutum giderken servetimi yollara saçın. Malın-mülkün fayda etmediği bilinsin. 3. Bir elimi tabuttan sallandırın. Elimin boş gittiği görülsün.

Ey insanoğlu şaşarım sana!…Öleceksin, sağ yanın yere gelecek! Sen hâlâ neyin peşindesin? Zaman varken yoksulun, fakirin yanında ol! Hiç olmazsa okuyan bir öğrenciye burs ver. Bu verilenler hiçbir zaman boşa gitmez. Bir insan acı duyuyorsa canlıdır, başkasının acısını duyuyorsa insandır.

   MERHAMET  DUYGUSU

Sarı Süleyman’ın en büyük özelliği, insanlara faydalı olmasıdır. Kazandığını; ihtiyaçlıyla, eşle-dostla, komşuyla paylaşmasıdır. Hanımı Ayşe Aba’ya, kendilerine yetecekten daha fazla yemek yaptırır. Eve gelirken yanında bir misafir getirir veya sofraya oturunca bir misafirin gelmesini bekler. Gelin olacak fakir kızlara, Aydın’a gittiğinde gelirken çeyiz sandığı getirip hediye eder. Gölden getirdiği balığı önce temizler, ipe takar, “komşu hakkı” diyerek, komşulara vermeden kendisi yemez. Çarşıdan-pazardan aldığı yiyecek eşyalarını eve getirirken, komşu çocuklarına da verir. Bir gün, en küçük kızı kapılarının önüne oturup salatalık yemeye başlar. Bunu gören babası çok kızar ve “Alan var, alamayan var!” diyerek evin içine gönderir.

Kendi gücü nispetinde ihtiyaçlıya yardım eder, yetmediği yerde mahallelerinde bulunan arkadaşları, Ramazan Akçakır ve Büzük Hasan ile birlikte, akşam olunca arabaya binerler, durumu iyi olan kişilerden; un, yağ, haşhaş, bulgur, tezek toplayıp gece kimse görmeden ihtiyaçlılara ulaştırırlar. Bazen kahvehaneye girer, eline çay tepsisini alır, oradaki kişilere, isim vermeden bir ihtiyaçlı olduğunu bildirir ve tepsiyi herkesin önünde gezdirerek yardım parası toplar. O kadar çalışmasına rağmen, öldüğünde de hiç parası yoktur.

   BİT VE CEZA

İğneci Faruk Göker Ağabeyle röportaj yapmıştım. Bana, çekilen sıkıntıları belirtmek amacıyla bir hatırasını anlatıp, bunu yazmamı istemişti. Yıl 1940…Yokluk yılları…Evlerde su yok, sokak çeşmesinden taşınıyor. Sabun yok, olsa da pahalı, bazen yarım sabun alınabiliyor. Doğru dürüst giyecek yok, devamlı üstlerini değiştiremiyorlar. Bu sıkıntılar olunca, herkeste bit-pire çok oluyor.

Faruk Göker, iki yaşında iken babasını kaybeder. Dört çocuğa anaları bakmaktadır. Okula gitse, kitap-defter alacak paraları yok. Sarı Süleyman, kitap defter işini yüklenir ve alıverir. İkinci sınıfta iken, o zaman ilk dersin başında sınıf başkanı temizlik kontrolü yapar. Önce herkes mendilini sıranın üzerine bırakıp, mendilin üstüne de iki elini koyar. Mendil ve tırnak kontrolü yapılır. Arkasından başkan, herkesin yakasını-kulağını, “Bit var mı?” diye kontrol eder. Kimde bit çıkarsa, bit başına beş kuruş ceza alınır. Bu paralarla okulun ihtiyacı görülür. Bu kontrolde bazı arkadaşlarında bit çıkar. Bunda da beş tane bit çıkmıştır ve yirmi beş kuruş ödemesi gerekmektedir.

Öğretmen, paraları getirmeleri için evlerine gönderir. Eve varınca anası: “Üstünü daha dün değiştirdiydim, nerden gelmiş?” der. Anasında para yok, ne yapsın gariban!.. Parayı veremez. Çocuğun okula gitme isteği de çok fazla…Anası, Sarı Süleyman’a gidip istemesini söyler. Bu da evlerine gidip Süleyman Ağa’ya durumu anlatır. O da hemen çıkarıp yirmi beş kuruş verince, parayı okula götürür. Bu vesile ile Faruk Ağabey okur ve hastanede sağlık memuru olur. İyilik yaparken, sadece karşı tarafın muhtaç olduğunu düşünerek yapmak yerine, bizim de bu iyiliğe ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız.

ZENGİNLER – FAKİRLER

   Bolvadinliler; zenginin çok zengin, fakirin çok fakir, orta hallinin az olduğu dönemleri de yaşadılar. Zenginler parmakla gösterilecek kadar az idi. Orta halli olanlar ve fakirler de sayılamayacak kadar çok idi. Bu iki sınıf arasında; kültür, yaşantı ve kişilik bakımından da farklılıklar vardı. Bazı zenginler, gösterişe kaçmadan, mütevâzi bir hayat sürerlerdi. Bazı varlıklı aileler de kendilerini üstün görürler, zenginliklerini ön plana çıkarmak için gayret gösterirlerdi. Bilhassa kadınlar arasında bu uçurum daha fazla idi. Düğüne, misafirliğe giden zengin kişinin karısı, hemen dikkat çekerdi. Kıyafetinin yanı sıra, üzerindeki ziynet eşyaları abartılı bir şekilde dururdu. Başındaki festeki “alınlık altınları”, boynundaki ipe çizilmiş “Böyük Döğme” lerin ortasında sallanan “Beşibirlik”, gene boynuna iple takılı şekilde gaterinen (kat kat) sıralanmış “Mahmudiye” denen altınlarla, kadın kendini bir başka dünyada görürdü. Ayrıca; iki kolunun dirseklerine kadar dolu olan bileziklerini göstermek için de, ellerini göbeklerinin üzerinde tutarlardı. Orada bulunan, kulağına bir küpe alacak gücü dahi olmayan diğer kadınlar da, bunlara mel mel bakarlardı. Kendini bir halt sanma!.. Yaprak olsan yel alır; toprak olsan sel alır; ibret almazsan bir gün elindekini de alır!

Biraz zaman ilerleyince, Avrupa’da işçi olarak çalışan kişilerin aileleri boy göstermeye başladı. Bu gurbetçi ailelerin bazıları gösterişe girmeden normal hayat sürerken, bazıları da zengin olmanın kompleksiyle gösterişe daldılar. Düğünlerde, gelin kızına normalden üç-dört kat fazla ziynet eşyası takmaya başlayarak, normal gelirli aileleri de zor durumda bıraktılar. Düğünler âdeta kuyumcu dükkanı gibi olmaya başladı. Gün geldi devran döndü. O zenginlerin, zenginliklerinden eser kalmadı. Zenginler fakir oldu, fakirler zengin… Toplumun hayat şartları iyileştikçe, zenginler kayboldu gitti. Şimdi ise herkes kendine zengin…Kimsenin kimseyi taktığı da yok, eyvallahı da yok!… Önemli olan maddi zenginlik değil, gönül zenginliğidir. Bazıları bunu geç anladı. ”Bir gün hak tecelli olacak, / Sanmayın ki dünya böyle kalacak. / Kısa çöp uzundan hakkın alacak, / Akibette alınır öcümüz bizim.”

    AŞAĞI  MAHALLE  

   Hasır denince aklımıza hemen, Ağılönü ve Akçeşme Mahallesi gelir. İnsanlık tarihinden beri Eber Gölü, bu bölgede yaşayan insanlar için geçim kaynağı, can damarı olmuştur. Daha çok, “Aşağı Mahalle” adıyla anılan Akçeşme Mahallesi’nin erkeklerinin çoğunluğu gölde çalışmış, kadınları ise hasır dokumuşlardır. Neredeyse kapı sekmece her evde bulunan hasır tezgahları, yakın zamana kadar hiç susmadan çalışmıştır. Vefâkâr, cefâkâr, fedâkâr, kanaatkâr Ağılönü ve Akçeşme Mahallesi kadınları, aile bütçelerine katkı sağlamak için, gece-gündüz, uyku-dünek demeden,  yorgunluk-argınlık bilmeden çalışmışlardır. Her gün mutlaka yaşanan komşu kavgaları olsa da, birbirlerini daima korumuş ve gözetmişlerdir. Her evde en az dört-beş tane olan çocuklarına helal lokma yedirmek için gayret etmişler, onları hayata hazırlamışlardır. Bolvadin genelinde, oğlunu everecek olan anneler, “Akçeşme’nin suyundan içtiyse güzeldir.” düşüncesiyle, güzellikleri ve çalışkanlıklarından dolayı “Aşağı Mahalle”den kız almak için yarışa girmişlerdir.

HEDİYELİK  HASIR

Tahtalı Mahallesi’nde oturan biraz varlıklı bir aile, evlerini satarak Akçeşme Mahallesi’ne bir ev yapar ve oraya taşınır. O gün için, zengin-fakir ayırımı çok olduğundan dolayı, mahalle halkı bunlara karşı ilgisiz davranır. Yeni taşınan bu aile, mütevâzi, yardımsever olduğu için, komşularının kendilerine “hoş geldin” e gelmelerini bekler. Komşular ziyarete gitmedikleri gibi, bir de bunlara soğuk davranırlar. Yeni taşınan ailede bulunan yaşlı kadın; hamamda, fırında, sokakta, komşuları gördüğü zaman evine gelmeleri için davet eder. Zamanında bazı zenginlerin, gurur-kibir içinde oldukları ve kendilerini büyük gösterdiklerinden dolayı, mütevazi bir hayat süren halk, bunlara yanaşmakta zorluk çekmektedir.

Nihayet, mahallede bulunan Sarı Süleyman’ın komşusu Pembe Aba, bunlara ‘ev görme’ ye gitmeye karar verir. Hemen iyisinden bir hasır dokur ve başının üzerine koyarak bunların kapısını çalar. İçeriye buyur edilir. Evde bulunanlar, hediyelik hasırdan dolayı “Zahmet etmişsin!” derler ve bunu en güzel şekilde karşılarlar, gerekli ikramları yapıp ağırlarlar. Kapı önlerinde oturan diğer komşu kadınları da, merakla sonucu beklemektedir. Misafirlik bitiminde, Pembe Aba’yı hepsi kapıdan uğurlayarak gene gelmesini söylerler. Pembe Aba diğer komşu kadınların yanına geldiğinde, hepsi başına doluşup, içeride ne olduğunu sorarlar. Kadın, olanı-biteni anlatır, diğer kadınlar da o aileye ziyarete gitmeye karar verirler. Bu toplum neler yaşamış, neler görmüş! “Bak ibret al, yere düşen yaprağa; / O da eskiden yukarıdan bakardı toprağa!”

   HAYIRLA  ANILMAK

Süleyman Sarı gölde çalışırken hastalanır, evine gelir. Üç gün sonra doktora götürürler. Doktor Afyon’a havale eder. Tekrar arabaya bindirip yola çıkarlar. 31 Temmuz 1967 Pazartesi…Hava çok sıcak…Çarşı Camii önüne geldiklerinde hasta su ister. Arabayı durdurup Çarşı Çeşmesinin tasından doldurdukları buz gibi suyu içirmeye çalışırlar fakat içemez, su dudağının kenarından dökülür. Rahmete kavuşmuştur. Oradan doğru evine götürürler ve evdekilere: “Yastıksız döşşek hazırlayın!” denilince, evde feryat-figan kopar. İkindi namazından sonra dâr-ül bekâya gönderilir. Allah gani gani rahmet eylesin. Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ