Bolvadin'in Temel Taşları

 

ESKİCİ İBİLİ  (RAMAZAN TERZİER)

Eskici İbili’nin esas adı Ramazan’dır. 1926’da Bolvadin’in Bekirağa Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Babası Ahmet; çiftçilik, koyunculuk yapardı. Hasan ve bekçilik yapan Kardeşi Kadir’in yanı sıra, iki de kız kardeşi var. Ömrü boyunca ayakkabı tamirciliğinin yanı sıra, müstâmel (ikinci el) ayakkabı alarak tamir edip sattı.

   Eskici İbili; uzuna yakın boyu olan, ince, zayıf bir kişiydi. Sakin, neşeli, iyi niyetli, yardımsever bir kişiliğe sahipti. Konuşurken veya kızdığında hiç bağırmaz, kısık sesle konuşurdu. Çok mütevâzi ve alçak gönüllü idi. Eve gelen misafirlerin haberi olmadan ayakkabılarını boyadığı için, misafir giderken yenilenmiş ayakkabısını bulmakta zorluk çekerdi. Mahallede ayakkabısı yırtık bir çocuk görse, hemen yanına çağırır ayakkabısını dikiverirdi. Top oynayan çocukların patlayan toplarını yamardı. Kibir-gurur bilmeyen müstesna bir insandı.

KUNDURACI ÇIRAKLIĞI

İbili Ağa dört yaşında iken babasını kaybeder. Baba sevgi ve şefkati nedir bilmeden yüreği ezik büyür. Bütün evin ve beş çocuğun yükü anasının omuzlarına binmiştir. Anası, ellere çapaya gitmenin yanı sıra, evde devamlı yün çorap örer. Ördüğü çorapları Aziziye’ye (Emirdağ), Çay’a pazarlara götürüp satar. Anası, okulu bitirdikten sonra oğlunu Kunduracı Mahmut Kızıltoprak’a çırak olarak verir. Aynı zamanda, İnönü Mektebi’nin inşaatında çalışır. Askerliğini Çanakkale’de süvari olarak yapıp geldikten sonra kendi başına ayakkabı tamirciliği yapmaya karar verir. At üzerinde, çevredeki bütün köyleri dolaşarak ayakkabı tamiri yapıp, rızkını çıkartmaya başlar.

TEKKEYE TÜRBEYE TUTUNMAK

Anadolu’da, genellikle İslam büyüklerinin, tarikat şeyhlerinin mezarlarının olduğu yere türbe denir. Türbelerin yanına mutlaka tekke yapılırdı. Türbeyi ziyarete gelen kişi, tekkeye de girer, Allah’a ibadetini yapardı. Buralar aynı zamanda yolcuların konaklama yeri ve ilim meclisi olarak da kullanılırdı. Genellikle; halkımızın yaptığı hatalardan birisi de, türbelerden medet ummaları, ondan yardım istemeleridir. Şeyhten, gavstan, yatırdan medet ummak doğrudan şirktir. Yardım ancak Allah’tan istenir. Bu tür kişileri aracı olarak kullanmak doğru değildir.

Bolvadin’in manevi mimarlığını yapmış kişiler vardır. Bolvadinli, bu kişilere büyük değer vermiş; mezarını türbe haline getirmiştir. Bu türbeleri ziyaret etmek, en azından bir Fatiha okumak bizim boynumuzun borcudur. Buralara gidip oradaki yatırdan çocuğunun olmasını istemek; evlenmesini, sınıfını geçmesi için yardım etmesini, evinin olmasını istemek İslam’a ters düşen hareketlerdir.

Eskici İbili; askerden geldikten iki sene sonra evlenmeye karar verir. Teyzesinin kızına nişanlanır ve evlenirler. Eskiden, evlenen kişi hemen çocuğunun olmasını isterdi. Bunlar evleneli iki seneye yaklaşmıştır fakat Allah henüz çocuk vermemiştir. “sağ-sol” sıkıştırır, türbeye tutunması için çevreden baskı yaparlar. Türbeye gidip dua eden kişinin çocuğu olursa, hangi türbeye bağlandı ise o türbede yatanın isminin çocuğa verilmesi adettendir. Ayrıca, çocuğu olan kişi daha sonra o türbede horoz keserek bir fakire verir. Bolvadin’de değişik türbeler var. Sultan Carullah Türbesi’ne tutunan kişinin çocuğu erkek olursa “Carullah”, kız çocuğu olursa “Sultan” adını verir. Abdülkadir Ceylani Hazretleri’ne tutunanın çocuğu erkek olursa “Abdülkadir”, kız olursa “Ayşe Dudu” ismi verilir. Bu yüzden adı “Abdülkadir” olan kişilere genellikle “Ceylan” diye hitap ederiz. Müslümana Tekkesi’ne bağlanan kişinin çocuğu erkek olursa “Rüstem”, kız olursa “Şahander” ismi verilir. İbili Ağagil, Müslümana Türbesi’ne giderler. Orada, Allah’a bir çocuk vermesi için dua ederler ve tutunurlar. Bir müddet sonra eşi hamile kalır ve ilk doğan erkek çocuklarına “Rüstem” adını verirler. Büyük oğlu Rüstem, Alkaloid Fabrikasında memur idi emekli oldu. İkinci oğlu Ahmet ise, öğretmen emeklisidir. İki de kız evladı vardır.

ESKİCİLİK

Keresteci Yunus Ünlü, Alaca Camisinin karşısında bir dükkanda kunduracılık yapmaktadır. Yeni bir dikiş makinesi almıştır. Eski makinesini satacaktır. Bu makinenin parasını, kazandığında ödemek üzere İbili Ağa’ya satar. İbili Ağa çok mutludur. Bolvadin pazarı günleri Yenihüseyinler’in dükkanın önüne bu makineyi kurup tamirat işleri yapmaya başlar. Akşam olunca Tuzcu Abdullah’ın dükkana makinesini bırakır. Makineyi alınca kendisini daha güçlü hisseder ve 1956’da Ada’daki dükkanlarda küçük bir dükkan kiralayıp dükkanını açar. Diğer makinesi olmayan ayakkabıcılara “enselik” denilen, ayakkabının arkasına konan parçayı diker. Artık köylere gitmez ve kendi dükkanında çalışmaya başlar.

İnsan giysilerinden en önemlilerinden birisi de ayakkabıdır. Vücudun bütün yükünü ayaklar taşır. Ayağındaki ayakkabı rahatsa, sen de rahatsın demektir. Atalarımızın en çok giydikleri ayakkabı; çarık, hafif ayakkabı türü olan yemeni ve altı köseleden (kalın sığır derisi) yapılan, genellikle tahta çivi kullanılarak yapılan kunduradır. Bunların hepsi de, işlenmiş büyük baş hayvan derisinden yapılmaktaydı. Bunların maliyeti fazla olduğu için ucuza satılmazdı. Daha sonraları ise, lastik ayakkabı ve naylon ayakkabı çıktı. Günümüzde, maliyeti düşük olan suni deriden yapılan ve bezden ayakkabılar çoğalınca, ayakkabı fiyatları da ucuzladı.

Eskici İbili’nin, diğer tamircilere göre farklı yönü, eski ayakkabılar alır, bunları tamir eder, boyar cilalar satardı. Buna “müstâmel ayakkabı” denirdi. Ayakkabı pahalı ve alım gücü zor olduğu için, çok kişi kunduracı dükkanından yeni ayakkabı alamazdı. İstanbul’da, eski ayakkabıları toplayıp, Anadolu’dan gelen ayakkabıcılarına satan dükkanlar var. İbili Ağa; belli sürelerde İstanbul’a giderek toptan olarak bu ayakkabılardan alıp gelir. Yırtığını söküğünü diker, altına pençe vurulacaksa vurur, boyar cilalar ve bunu yeni hale getirerek satar. Ayrıca, çevre ilçelerin pazarlarına gider. Öğleden sonra pazar bitince sırtına çuvalını atar, mahalleleri dolaşırken “Eskici geldiiii!” diye bağırır. Belli bir ücret karşılığı satın aldığı bu ayakkabıları tamir edip satar.

SİYAH BOYALI AYAKKABI

Rahmetlik babam, dükkanımızda çalışmanın yanı sıra, hayatı da öğrensin diye, yaz tatilinde beni ve kardeşlerimi ameleliğe gönderirdi. Okullar kapanınca, Sıvacı Rüstem’in (Güzelel) ve Sıvacı Mesut’un (Doğrusoy) yanında amelelik ederdim. Benim emsalim olan her çocuk da aynı şekilde çalışırdı. Yıl 1973… Amelenin günlük yevmiyesi 15 lira…Bir yaz boyunca çalıştım. Kazandığım parayla evimize biraz erzak aldım. Aynı zamanda takım elbise, gömlek de aldım. Bir üst sınıfa geçen öğrencilerden, okulda okuyacağım ders kitaplarını da satın aldım. Şöyle güzel bir ayakkabı da alınca, okula heyecanlı bir şekilde başlayacaktım. Elimde kalan paramın, yeni bir ayakkabı almaya yetmediğini gördüm. Günazıklı olan, elinden emekli, dört çocuğa bakan, ayrıca ev yapmak için uğraşan babamdan maddi destek isteyecek durumum yoktu.  Kullanılmış, ikinci el ayakkabı almaya karar verdim.

Eskici İbili Ağa, Bolvadin pazarı olan her perşembe günü, pazar yerinde yayınırdı. Haftaya okullar açılacaktı. Pazar yerine gittim ve İbili Ağa’nın tamir ettiği, pırıl pırıl parlayan, siyah ve kahverengi ayakkabıları yan yana dizdiğini gördüm. Selam verip ayakkabı alacağımı söyledim. Memnuniyetle kabul etti. Diğer ayakkabılara göre, gözüme daha parlak görünen siyah bir ayakkabıyı elime alıp inceledim. Altına üst üste pençe vurulduğu için biraz ağır bir ayakkabıydı. Ayağıma giyip denedim ve ayakkabıyı beğendim. Fiyatını sorduğumda 15 lira olduğunu söyledi. Bu miktar, bir günlük amele yevmiyesi karşılığıydı. “13 lira olmaz mı?” diye sorduğumda: “Hadi olsun yiğenim!” dedi. Pırıl pırıl parlayan bu siyah renkli ayakkabıyı okulun açıldığı gün giydim. Yeni elbise ve parlayan siyah ayakkabının içinde kendimi özel hissediyordum.

Aradan birkaç gün geçince, ayakkabı ayağımı vurmaya, sıkmaya başladı. Altındaki çiviler batmaya başladı. Kışı erken geldi garip gönlümün….Eziyet çekiyordum fakat giymeye mecburdum. Bu şekilde uzun bir süre siyah ayakkabıyı giydim. Bu siyah ayakkabının verdiği eziyet, bilinçaltıma yerleşmişti. O günden bugüne kadar da, hiç siyah ayakkabı almadım ve siyah ayakkabı giymedim. Benim favorim hep kahverengi ayakkabı oldu. Düşen hep yerde mi kalır?

   CAMIZ PARASI

   Allah, insanlara sağlık vermiş, sağlığın yanında hastalıklar da vermiş. Bize emanet olan bu vücudu korumamız, sağlıklı yaşamamız gerekir. Bazen ne kadar sağlığımıza dikkat etsek de hastalanırız. Atalar: “İnsan bir dolu testi” demişler. Ne zaman nasıl hastalanacağımızı bilemeyiz. Eskiden hastane ve sağlık hizmetleri yeterli değildi. Hastalanan kişi, kocakarı ilaçlarından ve tekkeden türbeden medet umardı. Bulunduğun yerdeki sağlık merkezinden tedavi olabilirsen iyiydi. Eğer doktor, hastayı büyük şehirdeki hastanelere götürmemizi istemişse, işte o zaman sazımız yanıktı. Yol-yordam bilmediğimiz gibi maddi yönden de büyük külfetti.

İbili Ağa’nın hanımı Şahander Aba, en büyüğü on dört yaşında olan dört çocuğunu dünyaya getirmiş, beslemiş büyütmüş. Hastalığın nereden geleceği bilinmez. Bu da genç yaşta birden hastalanır. Doktora götürürler, doktor hastalığı ciddi görür ve Ankara’daki bir hastaneye havale eder. İbili Ağa, gerekli hazırlıklarını yapar ve eşini götürür hastaneye yatırır. Eşinin başında on gün bekler, gerekli tedavisi yapılır. Hastanedeki tedavi ücretini verip, çıkış yapmak için belli bir miktar para yatırması gerekmektedir. Yatacak miktar tahmininden çok yüksektir ve o kadar maddi gücü yoktur. Para bulmak için hemen otobüse biner ve Bolvadin’e gelir. Etraftan yeterli parayı tedarik edemez. Kaynanasının bir tane sağılır camızı vardır. Kaynanası, kızının çıkması için bu camızı sattırır ve parayı damadına verir. Parayı temin eden İbili Ağa, sevinçle dokuz yaşında olan büyük kızını da yanına alarak Ankara’ya giderler. Vardıklarında akşam olmuştur. Bir otele yerleşirler, ceketini yeleğini duvardaki çiviye asar ve uykuya dalarlar. Sabah olunca, hastaneden eşini çıkartmak için otelden ayrılırlar. İbili Ağa, camız parasını yeleğinin iç cebine koymuştur. Hastaneye doğru giderken, yeleğini giymediğinin farkına varır. Kızını hemen oradaki bir mağazanın önünde bırakarak, otele koşar lakin yeleğin yerinde yeller esmektedir. Hastane parasını çaldırmıştır. Büyük bir üzüntüyle, tekrar para bulmak için Bolvadin’e giden otobüse binerler.

Hastaneden çıkmak için can atan Şahander Aba, kocasının gelip kendisini çıkartmadığı için çok üzülmektedir. Gece uyuyamayan insanların, gündüze sığmayan acıları vardır. Şahander Aba’nın yanında Ankaralı bir bayan hasta daha yatmaktadır. Aynı gün o da çıkacaktır. Bunun sıkıntısını gören Ankaralılar, hastane parasını ödeyip bunu da çıkartırlar. Arabalarına bindirip doğru Bolvadin’e evine kadar getirirler. Ankara’dan kızıyla dönen İbili Ağa, evde karısını görünce şaşırır. Karısı, gelip çıkarmadığı için kocasına sitem eder. Komşuları olan Kürdoğlu’nun Leyla Aba, bu Ankaralıların yaptıkları iyiliğe karşılık onları bırakmaz ve iki gün evinde yatırır, ikramlarda bulunur. Darda kaldım, diye umutsuz olma!.. Yok iken dünyayı, var eden vardır.

   ALLAH’INI SEVEN BAKMASIN!…

   Bu dünyaya gelmemizde, büyütülüp besleyip yetiştirilmemizde ana ve babamızın hakları çok fazla olmuştur. İslam’da, Allah ve Resulüne itaattan sonra, ana-babaya itaat gelir. Allah: “Biz insana ana-babasına iyi davranmasını vasiyet ettik.” İsra Suresinde: “Ana-babandan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı “Of!” bile deme!” buyurmaktadır. Vaktinde kılınan namazdan sonra kişiye en çok sevap kazandıran, ana-babasına itaat etmesi ve iyilik yapmasıdır. Cennetin yolu ana-baba rızasından geçer. Allah, cenneti anaların ayakları altına sermiş, babayı da cennetin orta kapısı yerine koymuştur.

Eskici İbili Ağa’nın hanımı hastalıktan kurtulamaz ve bir müddet sonra Hakk’ın rahmetine kavuşur. Otuz altı yaşındaki İbili Ağa dul, en büyüğü on dört yaşında olan çocukları da öksüz kalırlar. Evde bir de yatalak anası vardır. Atalar: “Kız olsun da tezekten olsun.” derler. En büyüğü on bir yaşında ve onun küçüğü yedi yaşında olan kızları, analarının yokluğunu göstertmemek için ev işlerindeki ailenin yükünü yüklenirler. Mutlu mu olmak istiyorsun? Kimseden bir şey bekleme!…

Eskici İbili, kendisi küçük yaşta iken ölen babasını bilmediği için, kendisini yetiştiren, büyüten anasını çok sevmektedir ve aşırı çok düşkündür. Onun beçel (felçli) olarak bir kenarda yatmasına çok üzülmektedir. Çarşıya gitmeden önce istediğinin olup-olmadığını sorar, çarşıdan gelince de hemen yanına giderek, hatırını sorar. Anasının yemeğini yedirme-içirme ve altını-üstünü temizleme görevlerini de kendisi üstlenmiştir. Yıkayacağı zaman, odanın ortasına serdiği bezin üzerine teci (leğen) koyar, güzelce sabunlayıp yıkar.

Bazen bu tür yıkanma yetmemektedir. Anası bir gün, hamama gitmek istediğini söyler. Bu beçel kadını kim hamama götürsün de yıkasın?..Anasının bu isteğini geri çeviremez. Yıl 1967…Bolvadin’de 1481 yılında yapılmış İmaret Hamamı ve 1553 yılında yapılmış Rüstempaşa Hamamı var. İbili Ağa, önce İmaret erkekler hamamına gidip Hamamcı Kadir’e (Umutlu) durumu anlatır. O da: “Öğleye doğru getir, o zaman tenha olur.” der. Eve gider, anasının ve kendisinin iç çamaşırlarını hazırlayıp bohçaya sarar. Anasını sırtına alır ve imaret Hamamı’na getirir. Üzerini soyar, peştamalla her yerini sarar, başını da çırpı ile bağlar. Tekrar sırtına alarak içeriye yıkanılacak yere girer. İçeride 4-5 erkek vardır. Onlara: “Allah’ını seven bakmasın!” diye seslenir. Herkes yönünü başka tarafa çevirir. Keseler, sabunlar, durular… Güzelce havluya sarar ve dışarıya çıkartır. İkisi de börtmüştür. Hamamın soğukluk kısmındaki havuzun içinden iki soğuk maden suyu alır ve anasıyla içerler. Artık anasının keyfine diyecek yoktur. Bin duanın belini büker. İşte, bir cennet böyle kazanılır.

 AYRILIŞ

Eskici İbili, son yıllarında Ramazan ayını İstanbul’da olan kızının yanında geçirmektedir. Gene Ramazan’da İstanbul’dadır. Yaşlılıktan, hiç aksatmadan kıldığı teravih namazına gitmekte zorlanmaktadır. Kızının, teravihe gitmemesi tavsiyesine: “ Kızım, bu benim son ramazan’ım.” der ve gider. Bayram sonu Bolvadine döner ve 8 Ocak 2009 Perşembe günü seksen üç yaşında iken bu dünyaya veda eder. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ