Bolvadin'in Temel Taşları

 

DOKDUR GULLAP  (MUSTAFA KULLAP)

Mustafa Kullap, 1934’de Bolvadin’in Hisar Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Yün kırkma ve işleme ustası olan babasının adı Şerafet’tir. “Şeytanın Şerafet” lakabıyla bilinir. Birisi kız olmak üzere, iki de ağabeyi vardır. Gömlek terzisi olan Abdullah işine devam etmekte, İsmail ise rahmetlik olmuştur. Hükümet tabipliğinde ve sağlık ocaklarında doktorluk yapmıştır.

   Doktor Kullap; orta boylu olup, yürürken kısa adımlarla, sağına-soluna biraz yalpalayarak yürürdü. İyi niyetli, hoşsohbet, samimi, insancıl, mütevâzı özelliklere sahipti. Büyük-küçük, fakir-zengin ayırt etmez; herkese samimi davranır, muhabbet beslerdi. Nev-i şahsına münhasır özellikleri vardı. Elinde, 33’lük iri taneli sarı tesbihi mutlaka bulunurdu. Ceket mendil cebine gül takardı. Devamlı kasaptan pay alıp kedileri beslerdi. Kişilere “Ahmet” “Mehmet” diye hitap etmez; samimi bir hava içerisinde “Ahmet’im” “Mehmet’im” derdi. Herkese selam verir, selam verirken de iki elini havaya kaldırarak verirdi. Hergün gün doğmadan kalkar, sabah namazını İmaret Camisinde kıldıktan sonra mutlaka yürüyüş yapardı. Ezan okunurken mutlaka susar, huşû içerisinde dinlerdi.

   ŞEYTANIN  ŞERAFET

Mustafa Kullap’ın sülalesinin ismi “Şeytanlar” olarak bilinirler. Hiçbirisinin de “Şeytan” la, “Cin” le, “Peri” ile alakaları yoktur. Hepsi de “Melâike” gibi insanlardır. Dedeleri Hacı Ahmet, şu an gömlekçilik yapan torunu Abdullah Kullap’ın dükkanında demircilik yaparmış. Yanlarındaki Kantarcılar’ın dükkan da demirciymiş. Dedelerinin adı “Hacı Ahmet”, yanlarındaki dükkandaki demircinin adı da “Hacı Ahmet” miş. Dedesi, başına el örgüsü, ucu püsküllü, külah gibi şapka giyermiş. Bir gün Dişli Köyü’nden birisi dedesine demir yaptırmış. Köye gidince bir başka birisi bu demiri beğenmiş ve nerede yaptırdığını sormuş. O kişi “Hacı Ahmet” ismini vermiş fakat yanındaki dükkan sahibinin de isminin “Hacı Ahmet” olmasından dolayı, Hacı Ahmetleri karıştırmaması için “Başında şeytan şapkası olan” diye tarif etmiş. Herkes bu şekilde tarif edince, lakap haline gelmiş ve “Şeytanlar ” diye anılır olmuşlar.

YÜN  KIRKMA  VE  İŞLEME

Bolvadin bir zamanlar koyun-keçi cenneti imiş. Bin, iki bin koyunu olan sülaleler varmış. Koyun-keçi çok olunca, haliyle et de çok oluyor; yün de çok oluyor; gübre de çok oluyor. Bolvadin mutfağı ya hamurdan, ya satırdan oluşmuştur. İnsanlarımız; bükme, börek katmer yemeden duramaz. Etsiz yemek olursa, onu da yemekten saymaz. Koyun derisinin ve yününün ticaretini yapanların yanı sıra, bu derilerin yününü kırkan (kesen) meslek kuruluşları da vardır. Şeytanın Şerafet Amca da yün kırkma ustası idi. Ayrıca, o yünleri ve tiftiklerin temizliğini yapar, işlerdi. Hanlara getirilen derilerin yünlerini, deri başına ücret alarak kırkardı. Akşama kadar o koku içerisinde çalışır, çocuklarına helal rızık götürmek için gayret ederdi.

Çevremizde, bu tiftik ve yapağılar değişik şekillerde değerlendirilirdi. Halı, kilim, heybe dokumasının yanı sıra; çorap, kazak da örülürdü. Ayrıca keçe yapılır ve evin odasının zeminine halı olarak serilirdi. Çobanların giydiği kepenek de keçeden yapılırdı. Bu yünden yapılan ihtiyaç maddeleri bazen boyanarak, çeşitli desenler verilirdi. Bu boyama işini yapan sanatkârlar da vardı. Bunlardan birisi de Hüseyin Boyacı idi. Hüseyin Amca’nın evi Cılklar’ın Çeşme’nin yakınında idi. Abdüllatif ve Hıdır adlarında oğulları var. Hüseyin Amca, çok temiz kalpli, ihlaslı bir kişi idi. Tiftik, yapağı boyama işlerinin yanı sıra, Kur’an kurslarının olmadığı dönemlerde evde çocuk da okuturdu. Evinin girişindeki avludaki ocakta, bakırdan boyama kazanı devamlı hazır olarak beklerdi. Boyaları, “kök boyası” dediğimiz çeşitli bitkilerden yapardı. Keçe yapılacaksa yün halinde, kilim heybe dokunacaksa ve kazak- çorap örülecekse, kirmanda eğrilen ip halinde kazana atardı. Yeterli şekilde kaynatılan ipler ve yünler, bir ipe asılarak kurutulmaya konurdu.

Hüseyin Amca sonbahar geldiği zaman çevre ilçe ve köylere giderdi. Arabasına koyduğu bitkisel boya maddelerini, karıştırma değneğini koyar yola çıkardı. Bir ay sonra, kışlık yiyeceklerini çıkartmış olarak geri dönerdi. Allah rahmet etsin.

   EĞİTİM  YILLARI

   “Kullap” ailesinin fertleri genellikle zekîdir. Son üç kuşak üniversite mezunudur. Mustafa Kullap da okumaya, öğrenmeye çok meraklıdır. Evleri tek gözlü olup, odanın tepesine yakın yerde küçük bir penceresi vardır. Geceleri gaz lambası altında, gündüzleri odanın küçük penceresinden içeriyi aydınlatan güneş ışığının altında ders çalışır. Bazen küçük pencerelerinin önüne kedi geldiği zaman içerisi karanlık olunca, kediyi kovalayıp tekrar dersine devam eder. İlkokulu ve ortaokulu başarıyla bitirir. Bolvadin’de lise olmayınca, babası imkansızlıklara rağmen bunu Afyon Lisesi’ne gönderir. Burayı da “pekiyi” derece ile bitiren Kullap, aynı yıl İzmir Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanır.

Eğitiminin ikinci yılında 1960 ihtilali olur. Doktor Kullap, her zaman demokrasi ve insan haklarından yana olan bir insandır. Ders anlatan profesör ihtilal yanlısı olunca, yerinde duramaz ve kalkarak: “Sen mükemmel bir adam değilsin. İhtilâli nasıl savunursun?” diye çıkış yapıp hacasıyla münakaşaya girişir. Profesör de buna takar ve sınıfta bırakır. Sınıfta kalan Mustafa Kullap, okulu bırakır ve bir ilkokulda yedek öğretmenliğe başlar. Aradan iki yıl geçer fakat ailesi bunu okuyor zanneder. Orada okumakta olan Ekrem Telli,  Bolvadin’e gelince oğulları Mustafa’nın okula gitmediğini söyler. Telaşa düşen babası Şerafet Ağa, kontrol için büyük oğlu İsmail’i İzmir’e gönderir. Rahmetlik İsmail Ağabey, iyi esnaf olup, tatlı dilli, ikna kabiliyeti yüksek olan bir kişiydi. İzmir’de kardeşini bulur, olayı anladıktan sonra doğru ikisi profesöre giderler: “Efendim, biz üç kardeşiz, ikimiz terzi… Memleketimizden ve ailemizden bir doktor çıkacak diye seviniyoruz. Siz bunun kusuruna bakmayın, affedin.” der. Profesör Mustafa Kullap’a dönerek: “Bu samimi insanın hatırına seni affediyorum.” diyor ve okula devamını sağlıyor. Okulu bitiren Kullap’ın tayini Denizli’ye çıkıyor. Burada evleniyor ve evliliğinden üç çocuğu oluyor. Yenal ve Yeşim, babalarının mesleğini seçip doktor oluyorlar. Yelda ise hukukçu oluyor. Denizli’de on beş yıl görev yaptıktan sonra, kendi memleketinin insanına hizmet etmek için Bolvadin’i istiyor ve “hükümet tabibi” olarak göreve başlıyor.

HASTA  HAKLARI

Hastalık, her insanın başına gelebilecek beklenmedik bir olaydır. Hastalanmadan önce sağlığımıza dikkat etmeli, hastalanırsak tedavisini geciktirmemeliyiz. Önceden doktordan çekinir, hemşireden korkardık. “hasta hakları” diye kanun çıkarıldı, biz de rahatladık. Hastaya, doktor ve personel daha dikkatli, nazik davranmaya başladı. Arada, bu hakkı kötüye kullanan hastalar da çıkmaya başladı. Doktor- hemşire kolay yetişmiyor. Ne sıkıntılarla okuduklarını bunlara ve ana babalarına sormak lazım. Adamlar her gün kanla, irinle, acıyla karşılaşıyorlar. Bazı cahillerimiz doktora, ne ilaç yazacağını söylüyor, bazılarımız hakaret ediyor, bazılarımız gereksiz yere şikayette bulunuyor. Gereksiz yere doktora gidip ilaç alanlar ve bunları tam olarak kullanmayanların sayısı da çok fazla. İlaçların çoğunun yurt dışından geldiğini bilmeli ve doktorlarımıza saygı gösterip, gereksiz yere ilaç kullanılmamalıdır.

ALÇAK  GÖNÜLLÜLÜK

Kibir, büyüklenme; bütün kötü huyların anasıdır. Bir insan kendini ne kadar yüksekten görürse, o kadar alçaktadır. “Allah kibirli olanları sevmez.” İnsanoğlu; neyine kibirleniyor, neyine büyükleniyorsun? Karnında pislik taşıyorsun. Kibir, gurur, Şeytan’a mahsustur. Asr-ı Saadette, peygamberimizin karşısına bir adam getirirler; adam heyecandan titremeye başlar. Resulullah: “Sakin ol, ben bir padişah değilim; kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” der. Kibrin zıttı ise tevâzu “alçakgönüllülük” dur. Alçakgönüllü insan; fedâkar, zarif, ince ruhludur.

Doktor Kullap; tevazu sahibi, merhametli, fakir-zengin kimseyi ayırt etmeden yardım eden kişiydi. Devletin arabasını kullanmaz, şehir dışında olan sağlık ocağına çok zaman yaya olarak giderdi. Bazen üç kuruş kazansınlar diye tekaraba ile giderdi. Giderken mutlaka testi ocaklarına tek tek uğrar, selam verir, hayırlı işler dilerdi. Gelen hastayı samimi bir şekilde karşılar, gerekli olan ilaçlarını yazıp teselli ederdi. Devlet menfaatini hep ön planda tutar, gereksiz ilaç yazmazdı. Resmi dairede çalışan bir kişi, gereksiz yere rapor istemişse vermezdi. Zorda kalmış öğrenciye raporu verirdi. Sağlık ocakları yokken, hükümet tabipliği vardı. Hükümet binası içerisinde muayene yapılırdı. Bir gün, Kur’an-ı Kerim dersinden ezberi yapmamıştım. Derse girsem zayıf alacağım, hasta olduğumu söyleyip, okuldan doktora sevk aldım. Odasına girdiğimde hasta olmadığımı anlamış ki bana: “Üç gün rapor yeter mi?” dedi. Ben şaşkınlıkla bir gün yeterli olduğunu söyledim. Zayıf almaktan kurtulmuştum, bir dahaki derse ezberi yaptım.

BOYACI  VE  KATMER

Köksoy Sineması’nın karşısında banka vardı. Bankanın önüne ayakkabı boyacıları sıralanır; gelenin ayakkabısını boyar; pırıl pırıl parlatırlardı. Bahar aylarıydı…Ayakkabı boyacıları, ılık güneşe karşı oturmuş boya yapıyorlardı. Çamur olan ayakkabımı boyatmak için o tarafa yöneldim. Boyacılardan Topal Ekrem, Çolak Hakkı ve Gümüş (İbrahim Söğüt) oradaydılar. Boş olan Çolak Hakkı’nın önüne varıp selam verdim ve ayağımı sandığının üzerine koydum. Ayakkabım boyanırken, yan tarafta müşterisinin boya işini bitiren Gümüş Ağa, yerinden kalkıp Apıcık’ın dükkana doğru gitti. Biraz sonra avucunda, küçük kağıt içerisine konmuş tereyağı ile döndü. Yerine oturup yan tarafında bulunan boduçtan ellerini yıkadı. Sandığın alt tarafından, rulo halinde gazete kağıdına dürülmüş bir paket çıkardı ve açmaya başladı. Paketin içerisinden, daha sıcaklığı hissedilen gıyır gıyır bol haşgeşli katmer ve ocak bükmesi çıktı. Bunları özenle gazetenin üzerine yayıp getirdiği tereyağını üzerine koydu.

O sırada arkamdan bir ses duydum. Gümüş Ağa’ya: “Deyzeoğlu ben de yiyen mi?” diye seslendi. Baktım ki Doktor Kullap…Gümüş Ağa hemen buyur edince, boya sandığının yanına çöktü ve katmerden bir parça koparıp yemeye başladı. Gümüş Ağa daha fazla yemesi için ısrar etse de fazla yemedi. Onun ve oradaki boyacıların hatırını sordu. Bir dertleri olup olmadığını öğrendi, hayırlı işlerinin olması temennisiyle oradan ayrıldı. İşte, alçakgönüllülük ve halk adamı olmak budur. Kimileri alçakgönüllüdür, kimileri de alçak olmaya gönüllüdür.

Bir de, kibrinden şeyi görünmeyen, rıza-i lillah’ın dışında yaşayanlar var. Bunlar: Hiçbir emek sarfetmeden başkasının sırtından geçinenler…Tek damla alın teri olmadığı halde hesapsız para kazananlar…Zengin sofrasından kalkmayıp, fakire kanaatkârlık nutku atanlar…Camiden çıkıp gıybet edip, gözünü haramdan sakınmayanlar…Gezegenlere bilgi toplama amaçlı gönderilen uzay araçlarının cıvatalarını gevşetip, düşmesini sağlayan sahte şeyhler…Din cahili olduğu halde, ahkâm kesen allâmeler…Hiç ölmeyecekmiş gibi düşünen, hatta sonsuza kadar yaşayacakmış vehmine kapılan zavallılar…Bunların hepsi hesabını vermeden varlık âleminden çekilmeyeceklerdir. Mezara girerek kendisini unutturduğunu sananlar, yanıldıklarını anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır. Bir de aklını kullanmayanlar… Ben mi?.. Bende zaten akıl yok. Aklı olmayan, hiçbir şeyden sorumlu değil.

   HACI  AŞI  DÖKME

İslam’ın şartlarından birisi de, maddi ve sağlık yönünden yeterli olan kişilerin hacca gitmesidir. Osmanlı zamanında deve kervanlarıyla toplu halde hacca gidilirdi. Gidiş-dönüş dokuz ayı bulurdu. Bedevilere saldırmaması için para verilir, yeterli güvenlik sağlanırdı. Cumhuriyet sonrası gemilerle ve daha sonra otobüslerle yolculuk yapılmaya başlandı. Yollarda çeşitli zorluklarla karşılaşılırdı. Günümüzde sadece uçakla gidildiği için, her türlü zorluk aşılmış oldu. Sevap yönünden eskiler daha mı kârlı idi onu bilemiyoruz.

Çocukluğumuzda ve gençliğimizde hacca gidecek kişiye “hayırlı olsun” ziyareti yapılır, yakınları; baklava, kurabiye, ev bisküvisi yapar; tepsinin üzerine “dürü” koyar ve gönderirdi. Hacda bulunan kişi de, bu verilenlere karşı oradan hediyeler getirirdi. Bilhassa kadınlar orada hediye alacağım telaşına düşer, müstehab olan ibadetlerini tam olarak yapamazdı. Hacca giden otobüslerin eşya kamyonları dolu olarak gelirdi. Günümüzde bu âdetler unutuldu ve iyi oldu. Şimdi hacılar bir valizle gidip geliyorlar. Köylerimizde ise bazı âdetler devam ediyor. Hacca gidecek olan kişi, gitmesinden on-on beş gün önce “hacı aşı dökme” adını verdikleri bir davet veriyor. Davette yemeklerin yanı sıra, mevlüt okutturulup dua ediliyor.

Doktor Kullap, fakir fukarayı, garip gurabâyı devamlı kollardı. Evlerde kullanılmayan ilaçları sağlık ocağına getirmelerini isterdi. Bu ilaçları, ihtiyaçlı olan kişilere verirdi. Bazen arkadaşlarıyla köylere gezmeye gider, giderken de yanında ilaç ve muayene çantasını da götürürdü. 1990’lı yılların bir sonbahar ayı…Doktor Kullap, Veteriner Baki Bey, Muhasebeci Hayati Karyağdı ve tapu müdürü Özburun Köyü’ne ziyaret ve gezi amaçlı gitmeye karar verirler. Özburun’un girişinde, bir evin önünde kalabalık görünce dururlar ve arabadan inerler. Evin bahçesinde ağaçların gölge kısmına masalar konmuş, insanlar “hacı aşı” yemeği yiyorlar. Bunları da hemen “buyur” ederler. Önlerine etler pilavlar gelince, Doktor Kullap oruçlu olduklarını söyler ve yemeden yerlerinden kalkarlar. Diğerleri şaşkın halde arabaya binip köy kahvesinin önündeki asma ağacının altına otururlar. Kullap, yeterli yemeklerinin olmadığını düşünerek, böyle bir mazeret bulmuştur. Orada çay içme sırasında birkaç köylü gelip derdini anlatır ve onlara ilaç verir. Oradaki biraz muhabbetten sonra, akıllarında “etli pilav” kalarak Bolvadin’e geri dönerler.

SONSUZLUKLA  KUCAKLAŞMA

Tarih 09 Ocak 2009 Cumartesi…Vakit sabaha doğru…Doktor Mustafa Kullap yetmiş beş yaşındadır ve ömrünün sonu gelmiştir. Sekerât-ı mevt durumunda, sabah ezanı okunurken gözlerini açar, sanki ölümü kucaklar gibi iki elini havaya kaldırır ve ezan bitiminde elleri son olarak yana düşer. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ