NURİ TAKTAK (TAKTAK’IN NURİ)
Taktak’ın Nuri, 1915’de İmaret Mahallesi’nde dünyaya geldi. Babasına “Taktağın İbrahim” derler. Sülâle olarak “Körhasanoğulları” olarak bilinirler. Helva imalatçısı idi. Fevzi ve Necati’nin yanı sıra, iki de kız kardeşi var. Nuri Amca; orta boylu, zayıf görünüşlü olup, hiç kilolu olduğu görülmemiştir. Biraz asabidir. İşine karşı çok disiplinli olup temizliğe dikkat ederdi.
İleri görüşlü, girişimci bir ruha sahip olup; çalışmayı, ticareti çok severdi. Kardeşleriyle birlikte Bolvadin’de ‘ilk’leri yaşatmıştır. İlk biçerdöverin yanı sıra; radyoyu, teybi, buzdolabını, hoparlörü, ibreli teraziyi, hesap makinesini, pikabı ilk bunlar getirip ticaretini yapmışlardır. Pek çok malın ana bayiliğini üstlenmişlerdir.
Nuri Amca, ticaretin yanı sıra, eğitime de çok önem veren bir kişi idi. Eğitime önem verilmeyen devirde, büyük oğlu Hakkı’yı İstanbul Kabataş Lisesi’nde okuttuktan sonra üniversiteyi bitirtmiş ve doktora için Amerika’ya göndermiştir. Kızlarını, ilk açılan “Kız Sanat Okulu” na göndermiş, oğlanlarına da yüksek tahsil yaptırmıştır. Gezmeyi de çok severdi. Üç sefer Amerika’ya gitmiş olup, Türkiye’de de gitmediği il yoktur. İki sefer hac vazifesini yerine getirmiştir. İkisi ölmüş, on bir evlat sahibidir. Oğulları; Hakkı, İrfan, Mustafa ve Halûk’tur.
İBRAHİM AĞA
Çarşı meydanındaki ada yıkılmadan önce, orada 37 dükkan vardı. Bu dükkanlardan birisi de, Taktak’ın İbrahim Ağa’ya aitti. Burada helva imalatı yapardı. Ayrıca; pekmez, zeytin, turşu gibi yiyecekler de satardı.
Zabıtanın yanı sıra, mülki âmirler de esnafı kontrol ederler, gece-gündüz asayişi temin etmeye çalışırlardı. İbrahim Ağa’da çocuklarıyla gece geç saatlere kadar çalışır, helva dokurdu. Bir gün gece geç saatte, devrin kaymakamı çarşıyı kontrol etmek için çıkar. Bunların dükkandan takırtı sesleri gelmektedir. İçeri girer ve sert bir şekilde: “Ne bu gürültü, ne tak tak edip duruyorsunuz? Sessiz çalışın, yoksa hepinizi içeriye atarım!” der ve gider. Etraftan bunu duyan diğer esnaflar, kaymakam “taktak” dedi diye onlar da “Taktak İbrahim”demeye başlarlar. Toplum o şekilde tanımaya başlayınca, bunlar da soyadı kanunu çıkınca “TAKTAK” soyadını alırlar.
GENÇLİK YILLARI
Nuri Taktak ilkokuldan önce sübyan okuluna gidip o günün harfleri olan Arapça’yı öğrenir. Daha sonra ilkokulu bitirince babasının helvacı dükkanında çalışmaya başlar. Ağabeyi Hakkı ve küçük kardeşi Necati ile birlikte gece-gündüz çalışırlar. O günün şartlarında köyümüz çoktur ve her tarafa Bolvadin’den helva gitmektedir. Gündüz, at arabalarıyla pazarlara mal götürürler. Pazardan gelip, ertesi gün gidecekleri pazar için akşam tekrar işe koyulur, gece geç vakte kadar çalışırlar. Babalarının gözetiminde el birliği içerisinde çalışıp iyi kazanç sağlarlar. Askerliğini dört sene süvari olarak yapmıştır. Bu yüzden iyi ata bindiği söylenir.
BİÇERDÖVER
1944 yılına kadar babalarıyla birlikte helvacılık yaparlar. Babaları ölünce işlerini daha da genişletmek isterler. O gün için Bolvadin’de biçerdöver yoktur ve Türkiye’de de sayılı sayıda vardır. Massey-Harris marka dört tane biçerdöver alırlar. Mayıs ayından itibaren Batı illerinde çalışmaya başlarlar ve eylül ayına kadar çalışırlar. Şoför olarak Maciğin Sami, Mustafa Öztürk (Torili), Ziya Eemek, Rasih İyidoğan, Bahattin Bağcı, Veli Arsal çalışırlar. Ayninin Halil de hamal olarak gider. Gelirken etek dolusu parayla gelirler.
Üç kardeş bir müddet çalıştıktan sonra ayrılırlar. Fevzi Taktak çiftçilik işleri yapmaya karar verirken; Nuri ve Necati Taktak ise, şimdi durdukları çınarın karşısındaki dükkanı satın alırlar. Burada da devamlı yenilik peşinde olurlar. İlk radyo ve buzdolabını getirirler. Dükkanlarında toptan ve perakende bakkal eşyalarının yanı sıra, elektronik eşyalar da satmaya başlarlar. İlk olarak “MAN” kamyonu alan bunlardır. İç işlere Nuri Amca, dış işlere Necati Amca bakardı. Rahmetlik Necati Amca kamyonuyla değişik illeri dolaşır, oralardan; zeytin, un, sıvı paket yağ, sabun, pirinç, ağda, güllaç, incir, kuru üzüm, bamya, şeker ve başka yiyecek maddeleri getirirdi. Zeytini evlerinin bodrumunda kendileri terbiye ederlerdi. 1970’de dükkanı bölüp ayrıldılar. Necati Amca ise bir yıl sonra vefat etti.
FUTBOL MERAKI
Rahmetlinin futbola karşı çok merakı vardı. 1933 yıllarında Bolvadin’deki takımda sağbek olarak oynamıştır. O yıllarda İstanbul’a gider. Meşhur futbolcu Zeki Ziya Sporel’in spor aletleri satışını yaptığı mağazadan on tane kırmızı-mavi renkli forma alır gelir. Kaleci formasını da bir terziye diktirir, takımını kurar. Yıllarca futbol oynar. Müthiş bir Fenerbahçe taraftarıdır. Maç olacağı gün evdekileri misafirliğe gönderir, çayı demler, ışıkları kapatır ve televizyonun başına yerleşir. Dikkatli bir şekilde maçı izledikten sonra maçın kritiğini yapar.
Oğlu Mustafa da, yıllarca Bolvadinspor’da top koşturmuştur. Mustafa Hoca; bir gün formasını, kramponlarını, şortunu, dizliğini yıkanması için eve getirir. Evde bunlar yıkandıktan sonra bir kenara konur. Nuri Amca bunları görür ve gençlik yıllarındaki top koşturduğu zamanlar aklına gelir. Vücut kocar, gönül kocamaz. Oğlunun formasını, şortunu dizliklerini, ayakkabısını giyer. O sırada oğlu Mustafa eve girer. Bu hemen utandığı için odanın kapısının arkasına saklanır. Oğlu içeri girince, buna bir çelme atar ve “Benden adam geçer, top geçmez!” der ve zevâhiri (karizmayı) kurtarmaya çalışır.
BİRİNCİ SİGARASI
Sigara alışkanlığı, genellikle gençlik yıllarında bir özenti ile başlar. İleriki yıllarda sigaranın zararı görüldükçe bırakılmak istenir fakat bırakılamaz. Nuri Amca’da gençlik yıllarında sigaraya başlar. O gün için filtreli sigara yoktur. “Birinci” sigarası içmeye başlar. Yıllar ilerledikçe sigarayı arttırır ve günde üç pakete kadar çıkartır. Son zamanlarında hastalanınca doktor bütün organlarının bittiğini söyleyerek sigarayı yasaklar. Bu, sigaranın bana hiç zararı olmadı, diyerek devam eder. Rahmetlik “Birinci” sigarası ile geldi; “Birinci” sigarası ile gitti.
TİYATRO
Zamanın birinde, radyo yok, televizyon yok, müzik dinleme aletleri yok. Ne var? Sinema ve tiyatro var. Taktak’ın Nuri’nin dükkanın karşısında, belediye gazinosu, adı altında büyük bir kahvehane vardı. Belediye burayı kiraya veriyordu. Kahvehanenin içinde baş tarafta bir de sahne vardı. Bu sahnede, genellikle Türk halk müziği konseri veriliyor ve bazen de tiyatro sahneleniyordu. Tiyatro sanatçıları veya Türk halk müziği sanatçıları, Anadolu’ya turne düzenleyerek şehir şehir gezerlerdi. Kazançlarının çoğunu buradan temin ederlerdi. Bunlar Bolvadin’e de gelirler, Gemiciler’in otelde birkaç gün kalırlardı. Konserler akşamleyin olurdu. Kahvehanenin kapısına bir masa koyan görevli, burada giriş için bilet verirdi. Kalın kerpiç duvarlı kahvehanenin pencerelerine, dışarıdan kimse görmesin diye perde çekilirdi. Girmeye parası olmayan garibanlar pencerelere yığılır, perde aralarında sahneyi görmeye çalışırlardı.
KÜFÜR VE TİYATRO
Küfür; bazı toplumların yaptıkları, sevilmeyen ağız alışkanlıklarıdır. Dinimizin sevmediği ve yasakladığı kuralların içine girer. Efendimiz: “Müslüman’a sövmek fâsıklık; Müslüman’la savaşmak küfürdür.” buyurur. Kötü sözlü olmak, müminlik sıfatıyla asla bağdaşmaz. Öfke durumunda kişi, Şeytan’dan Allah’a sığınmalıdır.
Bu küfür işi başka milletlerde de var mı, yoksa sade bizde mi var bilmiyorum. Toplumun huzurunu bozan, kişileri birbirlerine düşman eden, en önemlisi kişiyi günaha sokan bir davranıştır. Yeterli bilgiye ulaşmamış, kelime haznesi dar olan kişiler, genellikle küfürlü konuşurlar. Bazen bu küfrü düşmanca değil de, ağız alışkanlığı olarak yaparlar. Karşıdaki kişi de bundan hiç rahatsızlık duymaz. Bir de düşmanca küfür vardır. Bu daha tehlikelidir. Kavgaya cinayete sebep olur. Bunların her ikisi de yanlıştır. Bolvadin’e dışarıdan gelen yabancı, çok küfür ve çok şart edildiğinden rahatsızdır. Toplumumuz şuurlandıkça, günden güne küfür olayı azalmaktadır. Kendimiz aile içerisinde küfürlü konuşmazsak, çocuğumuz da küfürlü konuşmaz. Rahmetlik anam bana küçükken: “Oğlum, her küfür ettiğinde (sövdüğünde) bir şeytanın olur. Bu şeytanlar ne kadar çok olursa, seni o kadar günah işlemeye teşvik ederler.” demişti. Bu cümleler hiç aklımdan çıkmamıştır ve bu güne kadar da, küfür ve yemin ettiğim görülmemiştir.
İsmail Dümbüllü, sinema ve tiyatro sanatçısıdır. Komedi tarzında konuları ele alıp, insanları güldürürken düşündürür. “Hayatım boyunca beni tek kişi anladı, o da yanlış anladı.” diyen kişidir. Yıl 1962…Yaz ayları…Dümbüllü tiyatrosu Bolvadin’e gelir. “Ne Sihirdir Ne Keramet” adlı tiyatrosunu sahneleyeceklerdir. Tiyatronun yapılacağı gün ve saat, belediye hoparlöründen ve tellal yoluyla duyurulur. Akşam olunca salonun perdeleri çekilir, bilet kesme amaçlı kullanılmak üzere, kapının önüne bir masa konur. Daha ilgi çeksin diye kasanın başına bilet kesmesi için bir kız oturtulur. Bilet alacak kişi, ”Bilet kaç para?” diye sorduğunda kız: “25 kuruş” der. Adam biraz düşünüp girmeye karar verir ve: “Ver a….goyan bi’ bilet!” der. Yani, ne olursa olsun, anlamında küfür etmiştir. Kız şaşırır, kızarır, bozarır, utanır, bileti verir. Sıradaki müşterilerin çoğu da aynı şekilde davranınca, dayanamaz ve gider durumu İsmail Dümbüllü’ye anlatır; bilet kesemeyeceğini söyler. O da: “Gel kızım, onun çaresi var, şimdi beni izle.” der ve kasaya oturur. Müşterinin birisi bilet parasını sorduktan sonra: “Ver a….goyen bi’ bilet!” deyince, Dümbüllü: de “Al a…goyen sana bi’ bilet!” der, müşteri içeriye girer ve böylece sayışmış olurlar.
ZAFER SİNEMASI
İlk sinema gösterisini, belediye gazinosunda Tacettin Gölgeci adında Akşehirli bir kişi göstermiştir. Bu film sessiz bir filmdir. Yazlık sinema olarak; İbrahim Karasekreter, Mehmet Aşkar, Mustafa Sandıkçı işletmiştir. Daha sonra Kapalı sinema olarak Zafer Sineması açılmıştır. Burayı da, Hayrettin Hamamcıoğlu (Yirik) uzun süre işletmiştir. Sonraları ise, beş değişik yerde yazlık sinemalar faaliyet göstermiştir. Başka bir eğlencesi olmayan insanlar, bu sinemalara büyük ilgi göstermişlerdir. Öğleden sonra ve akşamleyin film gösterilmiştir. Bazen iki film, bazen üç film birden gösterime girmiştir.
Sinemanın duvarına ve karşısındaki elektrik direğine, tahtadan yapılmış tabla üzerine yapıştırılan film afişleri asılır; herkes merakla bunlara bakardı. Hangi artistlerin olduğunu incelerdi. Bazen önemli bir film geldiği zaman, bu sinema afişi bir tekarabanın üzerine konulur, çarşı ve mahalleler dolaştırılıp reklamı yapılırdı. Bazen dînî film geldiği zaman, sadece kadınlara gösterim yapılırdı. Cumartesi günü haftalığını alan gençler, hemen sinemaya koşarlardı. Bir hafta da, gelecek hafta gidecekleri filmin hayaliyle dururlardı. Sinema içerisinde çekirdek çıtırtısı dikilir kalırdı. Film koptuğu zaman herkes bir ağızdan “Makinist!” diye bağırırlardı.
Taktak’ın dükkanın yanında Zafer Sineması var. Nuri Amca sinemadan sokağa hoperlör ile verilen müzik sesleri arasında satışını yapardı.
SİNEMA VE GERÇEKLER
Yaz günleri para kazanmayı seven bazı gençler, sinemanın önünde tanesi 10 kuruşa “Teksas” “Tommiks” çizgi romanlarını okuttururlardı. Genç olarak hepimiz bunu zevkle okur, Amerikan ve İngiliz kahramanlarına özenirdik. Yabancı filmlerde mutlaka Amerikan bayrağı ve kilise görünürdü. Papaz, çok muhterem kişi olarak tanıtılırdı.
Bizim yerli filmlerde ise; içki, sigara, kumar, dansöz çoğunlukla olurdu. Başroldeki kişiye içki ve sigara içirtilir, topluma bu şekilde kötü örnek olacak mesaj verilirdi. Yönetmenlerin çoğu gayrimüslimdi. İmam; çirkin, çıkarcı, kötü bir kişi olarak tanıtılırdı. Düşünüyorum da bu kadar propagandaya rağmen, gene de kültürümüzü bozmamışız. O gün için faaliyet gösteren teşkilatların, bunda çok rolü olduğunu düşünüyorum. Ülkü Ocaklarına ve Milli Türk Talebe Birliğine giden gençler, orada gerekli milli ve dini şuuru almışlardır.
İLK RADYO
Türkiye’de ilk radyo yayını 1927’de başlıyor. Bolvadin’e ise 1942’de getiriliyor. Eski hükümet binasının karşısında Halkevi vardı. Burada çeşitli kitapların bulunduğu bir kütüphane de bulunuyordu. O yıllarda Türkiye’nin de İkinci Dünya Savaşı’na girme ihtimali vardı. Valilik tarafından Halkevine bir radyo gönderiliyor. Radyonun büyüklüğü ise, bizim ilk tanıştığımız tüplü televizyonlar büyüklüğünde ve ağır…Üstelik akü ile çalışıyor. Radyo yayınları belli saatte yapılıyor. “Ajans” denilince, haber kuruluşunun adı değil, haberler akla geliyor. Haberlerin olacağı vakitte meraklı insanlar Halkevi’nin önüne toplanıyor ve merakla radyonun dışarıya çıkarılmasını bekliyorlar. Dışarıya çıkarılan akülü radyo açılıyor. Ses hemen gelmiyor ve içindeki lambalar kızınca ses gelmeye başlıyor. Herkes büyük bir merakla ve sessizlik içerisinde sesin bu kutunun içinden nasıl çıktığını ve savaşın durumunu anlamaya çalışıyor. Çok kişi radyonun içinde bir cücenin olduğunu ve onun konuştuğunu sanıyor.
Taktak’ın Nuri de kardeşi Necati ile birlikte radyo getirmeye karar veriyorlar. İstanbul’dan üç tane “Philips” marka radyo alıyorlar. Birini evlerine götürürken, birisini dükkanda kullanıyorlar. Öbürünü ise emniyet amirliği satın alıyor. Ajans ve türkü saati geldiği zaman, Torili (Mustafa Öztürk), akülü ve pilli radyoyu kucaklayıp Çarşı Camii önüne götürüyor ve bir masanın üzerine yerleştiriyor. Etrafında halk çember oluşturarak haberlerin ve türkülerin başlamasını bekliyor. Radyo yayını başlayınca, büyük bir sessizlik içinde türküler ve haberler dinleniyor. Bu her gün böyle devam ediyor.
Toplumun geneli ancak, 1960 yıllarından sonra radyoyla tanışabildi. Radyo, Anadolu insanı için dünyaya açılan kapı oldu. Türküler çıktığı zaman kader tutulur: “İkinci türkü benim olsun, üçüncü türkü senin olsun.” denirdi. O günün meşhur türkü ve şarkı sanatçıları: Hacer Buluş, Zeki Müren, Muzaffer Akgün, Nezahat Bayram, Neşet Ertaş idi. “Arkası Yarın” programındaki tiyatro ve maç yayını dikkatlice dinlenir ve olaylar kafada canlandırılırdı. Teyp, televizyon, internet derken günümüzde radyo dinlenmez hale geldi. Hatta bazı Batı ülkeleri radyo yayınlarını kaldırmaya başladı.
AYRILIŞ
Çocuklarına son tavsiyesi olarak, aralarında kavga etmemelerini, analarının ve kendisinin kabirlerini sık ziyaret etmelerini istedi. 30 Ekim 1995 Cumartesi günü, 80 yaşında iken vefat etti. Allah gani gani rahmet eylesin. Ruhuna Fatiha…
N. Sait EKİCİ