Bolvadin'in Temel Taşları

 

BİSİKLETÇİ KORELİ    ( ALİ ARAT)

 

Ali Arat, 1930’da Bolvadin’in Hisar Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Çiftçilikle uğraşan babasının adı Ahmet’tir. Kendisinden büyük bir de ablası vardır. Kunduracı çıraklığıyla başlayan hayat hikayesi, kısa süreli memurlukla devam etmiş ve bisiklet tamirciliğiyle sona ermiştir. Çok kişi adını bilmez; “Bisikletçi Koreli” olarak tanır ve “Koreli Ağa” diyerek hitap eder.

  Bisikletçi Koreli; orta boylu, devamlı güler yüzlü, ömrü boyunca hiç kilo problemi çekmemiş, zayıf görünüşlü bir kişi idi. Dükkanına giren kişiyi tebessüm ederek karşılar, herkesi: “Buyur hısımım!” diye ağırlardı. Kendi halinde, sakin, neşeli, biraz da dağınık bir insandı. Dükkanının içi düzenli olmayıp, gerekli olan bir malzemeyi saatlerce aradığı olurdu. Hiç acelesi olmayan, kaygısız bir insandı. Şaka götürürdü ve şaka yapmayı da severdi. Müşterinin birisi kendisinde olmayan bir malı istediği zaman: “Eczacı Gafur’da bulunur.” veya “Apıcık’a bak!” diye gönderirdi. Alış-veriş eden veya tamir yaptıran kişilerin bazıları para vermeden giderse, nasıl olsa öbür dünyada alırım, düşüncesiyle arkalarından gülüverirdi. 1952 ve 2005 tarihlerinde iki sefer hac ibadetini yerine getirdi.

ANA-BABA  ÖZLEMİ

Ali Ağa’nın anası Elveda Abla, hamile iken kocasını kaybeder. Hacı Ali dünyaya geldiğinde babası öbür dünyadadır. Daha doğmadan, babasını tanımadan, hayata 1-0 yenik başlar. Annesi, ablası ve kendisi hayat mücadelesine başlarlar. Ali dört yaşına gelince ablasını gelin ederler. Aradan bir sene geçmiştir. Ramazan ayı sıcak mevsime denk gelmiştir. Anası, yetimini yetiştirip büyütmek için çalışmaktadır. Gündüz oruç ağıza tarlaya- takkaya giden kadın, gece de teravih namazlarını ihmal etmemektedir. Beş yaşına gelmiş olan küçük Ali de, anasıyla teravih namazına gitmekte, namaz sırasında anasının dizinin dibinde oturmaktadır.

Ramazan ayının sonları yaklaşmıştır. O günkü şartlarda, kadınların teravih namazı için camiye gitme âdetleri yok. Mahallede belli ailelerin evlerinde toplanılır; kadınlar kendi başlarına teravih kılar; ilahi okurlar. Elveda Abla, her zamanki gibi oğlunun elinden tutup teravih namazı kılmak için komşu evine gider. Huşû içerisinde teravih namazını kılıp, komşularıyla birlikte evlerine dönmek için yola çıkarlar. Yollar karanlıktır. Evlerine yaklaştıklarında şalvarının cebinden, kaybolmasın diye ucuna ip bağladığı evinin kapısının anahtarını çıkarır. Kapıya yöneldiğinde bir de bakar ki, giderken sıkı sıkıya kilitlediği kapısı yarı “gıynaşık” duruyor. İkisi de korkarlar ve geri çekilirler. Bir müddet sonra cesaretlenir ve şalvarının cebine koyduğu ezzayı (kibrit) çıkarır ve içeriye girerek, odanın ortasındaki ağaç direkteki çiviye takılı olan gaz lambasını yakar. Korkuyla odanın içerisine göz gezdirir. Duvardaki tahta rafta sıralı olan bakır kaplar yoktur. Evdeki tencere- tava ne varsa hırsız yüklenip götürmüştür. Dul bir kadının gözünde servet değerinde olan bu kap-kacakların çalınmış olması, zavallı kadını kahretmek için yeterli olmuştur. Büyük bir üzüntü yaşayarak ağlamaya başlar ve kendini yerden yere atar. Bu korku ve üzüntünün vermiş olduğu ıstıraba fazla dayanamaz ve on beş gün sonra da vefat eder.

Ömründe bir kerecik bile “Baba!..” diyemeyen küçük Ali, beş yaşından sonra artık “Ana!..”da diyemeyecektir. Vefat eden Elveda Abla’yı, evin ortasına ayakları kıbleye gelecek şekilde yatırırlar. Bir kadın, mevtânın başından hiç çıkarmadığı çırpıyı çıkarır, çenesinin altından geçirip başının üstünden bağlar. Ayak başparmaklarını da bir iple birleştirip bağlar. Karnının üzerine şişmesin diye makas koyar. Üzerine de oradan bulduğu beyaz bir örtüyü örter. Gözleri açık vefat etmiştir. Görevli kadın elini, mevtanın iki göz kapağı üzerinde gezdirerek gözlerini kapatır. Sıra, cami avlusundan teneşirin getirilip mevtanın yıkanmasına gelmiştir. Oradaki kadınlardan birisi, çocuğun ümidinin kesilmesi için anasının yüzünün gösterilmesini ister. Diğer bir kadın, hiçbir şeyden habersiz kapı önünde oynamakta olan küçük Ali’yi içeriye sokar, anasının üzerindeki örtünün yüze gelen tarafını açarak: “Bak anan öldü! Onu bir daha arama!” der ve örtüyü tekrar kapatır. Küçük çocuk, artık hayat mücadelesine tek başına devam edecektir. Evvel emirde ne yazıldı ise onu görecektir.

SANATA  GİRİŞ

Hayatta tek başına, kalan küçük Ali’yi, ablasının kocası olan eniştesi, zahirecilik yapan İmamların Ahmet (Tokpınar), himayesine alır. Bu yetim ve öksüze sahip çıkmanın sevabını bilmektedir. Artık yeni adresi Yenice Mahallesi’dir. İlkokula başlar ve başarıyla bitirir. Eniştesi bunu Kunduracı Derviş Aynacı’nın yanına çırak olarak verir. Burada; kundura, yemeni dikme ve tamir işlerini öğrenmeye başlar. Bazı zamanlar da, koluna kamıştan yapılmış sepeti takarak, Erkmen ve Yenice Mahallelerinden yumurta toplamaya başlar.

O gün için Bolvadin’in köyleri, kasabaları çoktur. Her evde bir büyükbaş hayvanın yanı sıra; kaz, tavuk, culuk (hindi) da vardır. Toplum, üretip satmış olduğu; sütle, kaymakla, yumurtayla günlük ihtiyaçlarını görmektedir. İlçeden ve köylerden toplanan yumurtaların toptan alıcıları vardır. Küçük Ali haftada iki gün, topladığı yumurtaları götürüp belli alıcıya vermektedir. Bir gün gene mahallelerden yumurtaları toplar, bir sepet dolusu yumurta olmuştur. Sevinçle toptancıya götürür. Her zaman tanesini 4 kuruşa verirken, toptancı yumurtanın fiyatının düştüğünü söyler ve 3 kuruştan alabileceğini belirtir.  Aldığı fiyattan verse, akşama kadarki emekleri boşa gidecektir. Satmaz ve üzüntüyle evlerine giderken, bir adam bunun durumuna acır ve yumurtaların hepsini 5 kuruştan satın alır. İşte, bir yetim böyle sevindirilir.

Yıl 1946…Hacı Ali Arat on altı yaşındadır ve artık ayakkabı kalfalığından ustalığa geçmiştir. Eniştesi olan İmamların Ahmet, artık buna bir dükkan açma zamanının geldiğini söyler. Çarşı merkezinde yağcıların olduğu bölgede, Ali Arat’ın babasından kalan yer var. Orayı düzenlerler. Eniştesi; çekiç, örs, kunduracı bıçağı, tığ, ip alıverir ve dükkanı açarlar. Bir yıl sonra da, ablası ve eniştesi evlendirmek isterler. Aynı mahallede, İhsaniye Camii İmamı Hüsnü Efendi’de (Başarı) okuyan, “Rûziye” adında bir kız var. Bu kız, Kur’an’ı hatmetmenin yanı sıra, mevlit ve cenaze yıkama işlerini çok iyi öğrenmiş. Buna talip oluyorlar; Allah da yazmış, evleniyorlar. Askere gitmeden önce bir oğulları oluyor. Askerden gelince dört oğlu daha oluyor. Büyük oğlu Ahmet terzi idi rahmetlik oldu. Hüsnü ve Sami emekli astsubay, kadir öğretmen emeklisi, Nuri ise memurluk yapıyor.

KORE  GAZİLİĞİ

Askerlik vakti gelen Ali Arat, İzmir/Seferihisar’a, vatan vazifesini yapmak için dükkanını kapatır ve gider. Evinde onu bekleyen hanımı ve iki yaşında oğlu var. Yıl 1950…O sırada, Kuzey Kore ve Güney Kore arasında üç yıl sürecek olan iç savaş başlamıştır. Güney Kore, Birleşmiş Milletlere bağlı bir devlettir. Türkiye de, Birleşmiş Milletlere bağlıdır. Birleşmiş Milletler, Güney Kore’ye yardım için asker göndermek için karar alır. Üye olan her ülkeden asker istenir. On altı ülkeden asker gider. En çok da 5 bin askerle Türkiye katılır. Bu savaşta büyük kahramanlıklar gösteren Türk askeri savaş sonunda; 721 şehit, 2 bin yaralı verir.

Ali Ağa; acemi birliğini sıkı bir eğitimden sonra bitirmiş, çakı gibi asker olmuştur. O sırada Kore Savaşı da yeni başlamıştır. Kore’ye gönüllü gitmek isteyenleri ayırırlar. Ali Arat’la birlikte, gönüllü olarak Bolvadinli Derviş Çelik ve Yakup Akalın da vardır. Ali Arat’ı şoför bölüğüne ayırıp kısa bir kurstan geçirirler. Daha sonra bunlar, ikinci gurup olarak Kore yolunu tutarlar. İskenderun Körfezi’nden gemilere binerek, Akdeniz’e açılırlar ve oradan Akdeniz ve Kızıldeniz’i birbirine bağlayan Süveyş Kanalı’ndan geçerek Kızıldeniz’e varırlar. Oradan, Aden Körfezi’nden çıkarak Hint Okyanusu’ndan sonra Kore’ye ulaşırlar. Bu yolculuk günlerce sürer. Gemi Kızıldeniz’de hareket ederken, Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinin yanından geçer. Gemideki bütün Türklerin kalbi, çok yakınlarında olan Mekke şehrindeki Kâbe’yi görebilmenin, Medine’deki Resûlullah’ın kokusunu hissedebilmenin aşkıyla küt küt atmaktadır.

   SAVAŞ  CEHENNEMİ

Hacı Ali Arat, Kore’ye varır varmaz kendisini savaşın içerisinde bulur. Bir gün, Kuzey Koreliler Birleşmiş Milletler askerlerini çember içerisine almak isterler. Bu sırada bazı Amerikan askerleri ve bazı diğer milletlerin askerleri geri çekilir. Türk’ün mayasında geri çekilmek, kaçmak olmadığı için, savaş meydanında sadece Türk askerleri kalır. Ayakta ölmek, dizüstü yaşamaktan daha iyidir. Oradaki çemberi yarıp düşmanın kaçmasını sağlarlar. Orada çok şehit verilir fakat tarihe, Kunuri Cephesi’nde yapılan, “Çember Yarma Vakası” olarak geçen olayın kahramanı olurlar. Bu savaşa Bolvadin ve köylerinde 60 kişi katılmıştır. Bunlardan; Kestemet Mahallesi’nden Mehmet Ali Çavdar, Ağılönü Semti’nden Abdil Kızıloğlu ve Abdullah Kılıçoğlu şehit olmuşlardır. Kore Pusan Şehitliği’nde yatmaktadırlar. Yiğitlik meydanında, Allah’ın rahmetine kavuşan şehitlerimize ve gazilerimize Fatihalar sunalım. Kabirleri nur olsun.  Gazetelerde, ara ara savaşta yaralanan ve şehit olan Türk askerlerinin adları çıkmaktadır. Yanlışlıkla Ali Arat’ın adı da, şehitler listesinde yer alır. Bunu eşine iletirler. Rahmetlik Rûziye Abla çok perişan olur. Yere-göğe sığamaz. Kocasından hatıra kalan tek çocuğunu da bağrına basarak baba evine döner. Daha sonra kocasının sağ olduğunu duyar fakat kendisini görünceye kadar inanamaz. Sonunda kavuşunca, artık ondan mutlu insan yoktur.

1953 yılında Güney Kore’nin galibiyeti ile biten savaşın sonunda, Birleşmiş Milletler askerleri de vatanlarına dönmeye başlarlar. Türk askerlerini taşıyan gemi, Hint Okyanusu’nu geçip Kızıldeniz’e girer. Komutanları, askerlere mükâfat olsun diye gemiyi Suudi Arabistan’ın Cidde Limanına yanaştırır ve askerlere 5 günlük izin verirler. Kurban Bayramına da 3 gün vardır. Bunu fırsat bilen Ali Ağa ve bazı askerler, ihrama girip 96 km uzaklıkta olan Mekke’ye giderler. Kabe’yi tavaftan sonra Arafat’a çıkarlar ve vakfeye dururlar. Şeytan taşlama ve tekrar Kâbe ziyaretinden sonra ihramdan çıkıp, Cidde’deki gemilerine geri dönerler. Allah, Koreli Ağa’mıza “gazi” ünvanından sonra, “hacı” olma ünvanını da nasip etmiştir. Bu ne büyük bir mutluluk!…

Gemi İskenderun Limanı’na yanaşınca, askerlerin ailelerine telgraf çekilir ve dönecekleri gün belirtilir. O mutlu günde bütün Bolvadinli ayaktadır. Davul zurnayla karşılanırlar ve koyunlar kurban edilir. Kore Hükümeti 2000 yılında, vefa borcunu ödemek için bütün masraflar kendilerine ait olmak üzere, bunu on beş günlüğüne Kore’ye davet eder fakat Koreli Ağa davete icabet edemez. O her şeyi vatanı için yapmıştır. Yaradılışımızda bir fevkaladelik varsa, o da Türk olarak dünyaya gelmemizdir.

   İŞE  DÖNÜŞ

   Askerlikten sonra işine sarılmanın zamanı gelmiştir. Devlet, Kore gazilerine memurluk hakkı tanır. Bunu kabul eder ve TBMM’de elektrik ambarında çalışmak üzere memur olarak girer. Üç ay çalışır fakat gurbette yapamaz geri döner. Tekrar dükkanını açar ve ayakkabı dikiminin yanı sıra, tamirat işleri de yapar. O gün için motorlu araç kullanmasını bilen çok az kişi vardır. Askerde öğrendiği şoförlüğü devam ettirir ve yazın üç ay Çukurova’ya giderek biçer-döver kullanır. Zamanla çocuk sayısı 5’e çıkmıştır. Başını külfet basmıştır. Ekonomik açıdan arayış içerisine girer. Dükkanının yanında, Atatürk İlkokulu var. Teneffüse çıkan çocuklar bunun yanındaki bakkal dükkanından alış veriş yapıyorlar. Hem ufak tefek gelir elde etmek, hem de çocuklarını ticarete alıştırmak amaçlı dükkanına elma, armut, gılik, döngel, ayva koymaya başlar. Teneffüse çıkan çocuk, bunun dükkanının önündeki tepside sıralanmış olan meyvelerden alır, “kemire kemire” okula gider. Bazen kendi çocukları, tepsiye doldurdukları meyveleri okul bahçe duvarına koyarak satışını yaparlar. Çocukların en büyük zevklerinden birisi de “gazoz çekişme” dir. “gazoz çekişme”yi ilk icat eden Bisikletçi Koreli Ağa olmuştur. Dükkanının önünde içi su dolu kova ve kovanın içinde Sandıkçılar’ın gazozları olurdu. Gazozların suyun içinde olması, gazozun soğuk(!) olması içindi. İddiaya giren iki çocuk gelir, gazozların tırtırlı kapak kısımlarını birbirine taktırır ve aynı anda ikisi de asılırlardı. Kapağı açılan kişi gazozların ücretini öderdi.

BİSİKLET  TAMİRCİLİĞİ

Hazır, suni deriden yapılan ucuz ayakkabılar piyasaya çıkınca, tamir işleri de azalır. Koreli Ağa’nın çocukları, babalarının bisiklet tamirciliğine başlamasını isterler. Ayakkabı lastiği yamama konusunda uzman olduğu için, bisikletin patlayan iç lastiğini de rahat bir şekilde yamamaya başlar. Ücret olarak kim ne verirse alır. Zamanla bisikletin diğer parçalarını satmaya başlar. Herkesin işini görmeye çalışır. Tekeri patlayan, bisikletine süs almak isteyen çocuk “Koreli Ağa!…” diye buna gelir. Parasını veren verir, sonra vermek isteyen bırakır gider. Çok zaman da futbol topunun yırtılan yerini diker, iç lastiğini yamama işleri de yapar.

Çocukken futbola meraklıydık. Çok zaman harmanyerinde iki taştan kale kurar, çaputları top gibi yapıp bağladığımız topla oynardık. Çocukluk yıllarımızda plastik top yoktu. Dışı meşin, iç lastiği şişirilen toplar vardı. Bunlar da çok pahalıydı. Top dediysem, her tarafı eskimiş bir toptu. İç lastiğinin şişirme yerinde “ülülük” dediğimiz, ağızla veya el pompası ile şişirilen uzantısı vardı. Topu şişirdikten sonra, bu kısmı ikiye katlayıp bağlar ve topun ağız kısmındaki iplerin arasına sıkıştırırdık. Topa kafaya çıktığımız zaman bu kısım denk gelirse kafamızı acıtırdı. Patladığı zaman Koreli Ağa’mıza koşar, hemen yamamasını isterdik. Bizleri hiç kırmadan -geç de olsa- yamardı.

GAZİLİK  BERATI

Belki bir mezar taşıdır, insanın yarınına kalan; / Onu da başkaları yaptırır, gerisi yalan! Tarih 17 Ağustos 2011 Çarşamba…Bisikletçi Koreli 81 yaşında iken, gazilik beratını da alarak öbür dünyaya intikal eder. Cenazesi askeri törenle kaldırılır. Allah gani gani rahmet eylesin… Ruhuna Fatiha…          N.Sait EKİCİ