Bolvadin'in Temel Taşları

 

DELLAL GADİR  (KADİR GÜLEŞ)

Kadir Güleş, 1897’de Bolvadin’in Bekirağa Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Çiftçilik yapan babasının adı Abdullah’tır. Çiftçilik, amelelik işlerinden sonra belediye görevlisi olarak tellallık yapmıştır. “Dellal Gadir” olarak bilinir. Belediye bandosunda trompet (büyük borazan) çalardı.

  Kadir Güleş; orta boylu, güler yüzlü, pek sinirlendiği görülmeyen kendi halinde bir kişiydi. Tütün tiryakisi idi. Kuşağının arasından hiç eksik etmediği tütün tabakasını çıkarır, büyük bir özenle sigara kâğıdına sardığı tütünü içer, keyfi yerine gelirdi. Nefes darlığı olmasına rağmen bu alışkanlığını ölünceye kadar hiç bırakmadı. Hayvanları çok sever; kedileri besler; kuşlara yem verir. Evinde mutlaka sağılır bir hayvanı bulunurdu. Genellikle de camız besler, camızın yeminin suyunun yanı sıra, tımarına da dikkat eder. Haftada üç kere derisini tarar, yazın hayvan hastalanırsa sirke içirir. Senede bir kere de hayvanın tüylerinin daha kabarık olması için, bir kabın içerisine erittiği katranı koyar; üzerine biraz zeytinyağı döker; bunu çıra ile karıştırdıktan sonra hayvanın derisinin her yerine sürer. Hayvanın daha sağlıklı ve verimli olmasını sağlar. Kadir Güleş, askerliğini dört yıl yaptıktan sonra evine döner ve dünya evine girer. Evliliğinden, Abdullah ve Nuri adlarını verdiği iki oğlu dünyaya gelir. Bir müddet daha çiftçilik, hayvancılık işleri yaptıktan sonra, Reis Hasan Türkmen zamanında belediyede “tellal” olarak vazifeye başlar.

   DELLAL  (TELLAL)

Tellal; herhangi bir olayın duyurulmasını, bir eşyanın satışının yapılacağını çarşıda-pazarda yüksek sesle bağırarak duyurmaya çalışan kişiye denir. Bu işi yapana “münâdi” de denir. Yıl 1942… Bolvadin’e elektrik 1938 yılında gelmiş fakat sadece akşamları iki saat şehrin belli yerlerine elektrik verilebiliyor. Belediyede elektrikle çalışan hoparlör yok. Duyurular nasıl yapılacak? İşte burada tellallar devreye giriyor. Şehri dolaşan tellallar, yüksek sesle duyuru yapıyorlar. Bolvadin’de, halkın çoğunlukla bulunduğu köşe noktalar var. Belediyeden bir duyuru yapılacağı zaman Tellal Kadir, çarşı merkezindeki belli köşe noktalarda biraz yüksekçe yere çıkar, sağ elini kulak hizasına dayayarak, verilecek ilanı bağırarak duyurur. Her köşede bu işlemi yapar. Tellal Kadir’in görevi sadece belediye ilanlarını duyurmak değildir. Halkın; ölüm, düğün, mevlit olaylarını da aynı şekilde duyurur. Ayrıca, belediyenin ve özel şahısların satılacak mallarını, Çarşı Camii önünde açık artırma usulü ile satıverir. Genellikle bu satış, cuma günleri cuma namazından sonra olur.

Fakir halktan bazı kişiler, paraya sıkıştıkları zaman evinde bulunan kıymetli eşyaları satarlardı. O günün kıymetli eşyası; yün yatak, yorgan, kök boyasıyla boyanan kilim, bakır kazan…O zamanlar yün kıymetliydi. “Yün gırığı, altın gırığı” denirdi. Kış günü insanlar yün yatağını, yün yorganını satışa çıkaranlar olurdu. Altındaki kilimini, çamaşır yıkadığı kazanını satışa çıkaranlar olurdu. Bunları alacak belli bir dükkan olmadığı için, sokakta ilan yoluyla satılırdı.

Belediyenin, Çarşı Camisinin arka kısmına düşen yerde, şimdiki Mobilyacı Mustafa Doğruyol’un dükkanının olduğu yerde deposu var. Belediyenin satılacak malları buraya konuluyor. Paraya sıkışan bir kişi, evindeki kazanı satıp çocuklarının nafakasını temin etmek isterse, önce belediyeye gidip satış ücretini yatırıyor ve makbuz kestiriyor. Daha sonra belli bir fiyat belirleyip, kazanı Dellal Gadir’e teslim ediyor. Kadir Ağa bunu omzuna atıp bir yandan da ilan ederek çarşıyı dolaşıyor. Satılan kazanın ücretini sahibine ödüyor. Kazan satılmazsa, götürüp belediyenin deposuna koyuyor. Her cuma günü namazdan sonra burada biriken eşyaları Çarşı Camisinin önüne getiriyor. Camiden çıkan kişiler, ihtiyacı olan eşyaları buradan satın alıyorlar. Belediyenin satmak istediği eşyalar da, genellikle açık artırma usulü ile satılıyor. Rahmetli, satılacak eşyaya en son fiyat verenden sonra, “Satıyorum!” anlamına gelen: “Haraç…haraç…haraç!..” dedikten sonra “Sattım!” der ve en son fiyat veren kişide kalırdı. Dellal Gadir’in 1958’de emekli olmasından sonra rahmetli Dellal Şerafet bu göreve devam etti.

 SAVAŞ  YILLARI

   İkinci Dünya Savaşı Eylül 1939 yılında başlıyor. Türkiye’nin de savaşa girme ihtimali beliriyor. Savaşlardan çıkmış, yoksulluk içinde olan toplum diken üstünde…Bolvadin Halkevi’nde ve belediyede akü ile çalışan birer radyo var. Halk, belli saatlerde buradan yapılan savaş haberlerini dinliyor. Geceleri karartma var. Erkenden gaz lambaları söndürülüyor. Halk pencerelere bir perde daha tutuluyor. Bekçiler akşam olunca minarelere çıkıp, kimin ışığı görünüyor, diye takip ediyorlar. Işığı görünen eve ertesi gün ceza yazılıyor. Her şey karneyle alınıyor. Yazdan hazırlanan yiyecekler kışın tüketiliyor. Yokluktan, kıtlıktan, ağır vergilerden bunalmış halk, çok sıkıntılar çekmeye başlıyor. Su, sokak çeşmelerinden getiriliyor. Sabun pahalı ve bulunmuyor. Çamaşırlar kille, bulaşıklar külle yıkanıyor. Evinde kül olmayan kişi komşudan kül alıyor. “Komşu komşunun külüne muhtaç” atasözü doğuyor. Evde kadın, ocak yakacak ama ateş yok. Komşuya kepçeyle (küçük kürek) ateş almaya gidiliyor. İnsanların, yazlık ve kışlık kıyafet lüksü yok. Yaz-kış bulabildikleri aynı giysileri giyiyorlar. Bütün haşaratlar (böcekler) faaliyette…Kirden ve bakımsızlıktan insanların çoğunu bit ve pire sarıyor. İnsanlar bitten korunabilmek için çamaşırları kaynatıyorlar, elbiselerin kıvrım yerlerine, başlarına, biti öldüren gazyağı sürüyorlar. Kaşınan yerlerini tırnakları yetmediği için, mekke eşiği (mısır koçanı) ile kaşıyorlar. 1940 yılında İkinci Dünya Savaşı’nda pek çok asker, bitten kaynaklanan “Tifüs” hastalığından ölünce, “DDT” denilen ilaç icat ediliyor. Halk, biraz da olsa, bu ve bu gibi haşerattan kurtuluyor.

HAŞERAT  (ZARARLI BÖCEKLER)

İnsan ve hayvan vücuduna zararlı olan; pire, bit kene gibi bazı böcekler vardır. Bunlar genellikle temizliğe dikkat edilemeyen yerlerde barınırlar. Bit, insanlarda ve hayvanlarda yaşayan böcek türüdür. Canlının kanını emer ve devamlı kaşındırır. Sürekli çoğalırlar ve bunların küçüklerine “sirke” denir. Genellikle baştaki saç aralarında ve kulak arkalarında yaşarlar. Okul, kahvehane gibi yerlerde, hızlı bir şekilde başkasına bulaşabilirler. Bitlenmek; her insanın başına gelebilecek, hayatı kısıtlayan ve rahatsızlık veren bir sağlık problemidir. Çocukluk yıllarında bitlenmeyen ve bu problemi yaşamayan yoktur. Utanç verici bir durum olarak görüldüğü için herkesten saklanır. İnsanların genellikle başında, bağrında ve etek bölgesinde bulunur. Tifüs hastalığına yakalanmasına sebep olur.

DDT’Cİ  APDILLA…

Dellal Gadir’in büyük oğlu Abdullah; orta boyda, biraz topluca, yürürken sağına-soluna yalpalayarak yürüyen bir kişi idi. Cana yakın, neşeli, güler yüzlü, nüktedan bir kişiliğe sahipti. Pantolonuna kemer takmaz, omuzlarından tutturulmuş lastik askıyı pantolonuna bağlardı. Abdullah Amca, gençlik yıllarında amelelik ediyor. Askerden gelince evleniyor ve İzmir’e çalışmaya gidiyor. Orada bir müddet çalıştıktan sonra Bolvadin’e geri dönüyor. Her şehirde olduğu gibi memleketimizde de bit-pire salgını var. Bit ve pireyi öldüren DDT ilacı yeni çıkmış. Gelirken yanında biraz bu toz ilaçtan getiriyor. Bunu evinde uyguluyor ve iyi sonuç alınca bu ilacın satışını yapmaya karar veriyor. Afyon’a gidip araştırıyor ve oradan getirdiği ilacın pazarlamasını yapıyor. Seksen dört yaşında ölünceye kadar da bu ilacın satışını yapıyor.

Bolvadinliler, Abdullah Amca’nın sayesinde bit, pire ve tahtakurusundan kurtulmuşlardır. Sermayesi, tahta bir bavul içerisindeki böcek ilaçlarıydı. Bütün ailenin geçimini, bu tahta bir bavulla sağladı. Sabahleyin erkenden kalkar, Şazi Mahallesi’ndeki evinden çıkarken omzunun sol kısmına tahta bavulu yükler, koluna da; sehpa olarak kullandığı kırmalı tezgah altını takar, Çarşı Camisinin önünde satışa başlardı. Satış sırasında ezan okunduğu zaman tezgahının üstüne bir örtü örter, abdestini alıp camiye girerdi. Onun dükkanı, satış yaptığı bu cami önüydü. Akşama doğru ise, “Bereket versin!” der bavulunu toplayıp gene aynı şekilde evinin yolunu tutardı. Tezgâhında, karışımını kendi yaptığı ilaçlar da vardı. Bir eczacı edasıyla bunu evinde hazırlardı. Genellikle, Penisilin ilacının boş küçük şişelerine, hazırladığı ilaçları doldurur satışını yapardı. Tezgahında ayrıca; bel lastiği, iğnelik, pompa da bulunurdu. Herkesin yakından tanıdığı şakacı bir insandı.

Bolvadin pazarı olan perşembe günü Karayokuş Köyü’nden bir kişi bundan pire ilacı alır. Aradan bir hafta geçer, adam bunun yanına gelerek pirelerin ölmediğini söyler. Abdullah Amca da, ilacı nasıl kullandığını sorar. Köylü, ilacı sulandırıp, pompa ile sıktığını söyleyince yanlış uygulama yaptığını belirtip, doğrusunu söyler. “Bak oğlum; önce pireyi tutacaksın. Sonra gözüne bu tozu ekeceksin, hemen öldürür!” der. Köylü, şaşkın şaşkın bunun yüzüne bakarken, bu gülümser ve köylüye yeniden ilacını verir. Abdullah Amca’nın şairlik yönü de vardı. Çok sevdiği karısı ölünce mezar taşına şu şiiri yazdırır. “Adı Binnaz idi / Cahil yazı bilmez idi / Derdi büyük bilinmedi / Hastalığı şeker idi / Çoktan beri çeker idi / Yağmurlu bir gün idi / Su selâsı verilirken / Cerayanlar yok idi / Fakat cemaat çok idi / Kızı Almanya’dan gelemedi / Oğlan kardeşlerini göremedi / Muradına eremedi / Doktorlar çare bulamadı / Afyon hastanesine gitti / Orada işi bitti / Cankurtaran ile getirdik / Yıkadık kefenledik yerine yatırdık.”   

Abdullah Amca 2000 yılında vefat etti, Allah rahmet eylesin.

BİLEMEDİM  BU  DÜNYANIN  FENDİNİ!..

Yıllar geçtikçe, teknoloji ilerledikçe toplumların refah düzeyleri yükseliyor. Bunun sonucunda, insanların daha rahat bir ortamda yaşayıp, yeme, içme, giyinme konularında sıkıntıların olmadığını görüyoruz. Bu hızlı gelişme ve imkanların artması, toplumları bazı yönlerden olumsuz etkiliyor. Bilhassa eğitim konularında teknolojide hızlı bir gelişme yaşıyoruz. Bilgisayar, laptop, tablet bilgisayar, telefon, son zamanların teknolojik buluşları…Bu teknoloji aletleri eğitime büyük katkı sağlarken, yerinde kullanmayan öğrenci ve yetişkinlerimiz için büyük zararlara yol açmaktadır.

Bilhassa, internet bağlantılı cep telefonları büyük bir tehlike saçmaktadır. Çarşıda, okulda, yolda, evde, misafirlikte, dolmuşta, hastanede, pastanede…öğrenci ve genç neslin elinden düşmemektedir. Göze ve beyne zararlı olan bu davranış, aynı zamanda toplumu tembelliğe itmektedir. “sosyal medya” denilen paylaşım sitelerinde, görgüsüz ve şuursuzca fotoğraflar paylaşılmakta, çoğu zaman aile içi mahrem görüntüler ortaya saçılmaktadır. Sofrada, lokantada, masada yenilen yemekler toplumla paylaşılır hale gelmiştir. Önceden, sofraya oturulunca besmele çekilirdi, şimdi ise fotoğraf çekiliyor. Bilhassa genç bayanların yapmış olduğu çeşit çeşit pasta, börek, çörek, kek gibi yiyecekler toplu halde paylaşılmakta, imkanı olmayanlar için üzüntü ve kıskançlığa yol açmaktadır. Ayrıca “nazar” olacağı da muhakkaktır. “Unun varsa, günün de var.” Bugün için imkanların iyi olabilir fakat yarını da düşünmek durumundasın. İnsan hayatında hiç bir gün, aynı gitmiyor. Bugün zengin olanlar yarın fakir; fakir olanlar da zengin olabiliyor. Yılan bile bitmesin diye toprağı yalaya yalaya yermiş. İnsanlar; geleceklerini de düşünüp, tedbirli ve iktisatlı hareket etmelidirler. Muhannetin (yabancının) kapısı zor…Zorda kaldığın zaman, kimse kimseye bir dilim ekmek vermez. Ayrıca, bu israf durumları aile içerisinde de huzursuzluğa sebep olmakta; fakirlikten dağılmayan yuvalar, zenginlikten dağılır hale gelmektedir.

   ELİĞİN  ARTIĞI…

Eskiden beri yaşadığımız gelenek ve âdetlerimizde, insanın yediğini, içtiğini anlatması büyük ayıplardandı. Sohbet sırasında yediğini söylemesi gerekirse, tevazu göstererek: “Eliğin artığı acık fasille varıdı, onu yidik.” denirdi. Kesekâğıdının olmadığı, poşetin adının bile bilinmediği zamanlarda, babalar aldıkları yiyeceği ya koltuğunun altına saklarlar; ya da cebindeki mendile sarıp evlerine götürürlerdi.

Çocuklarımızın durumu daha da içler acısı durumdadır. Artık çocukların, söğütten veya zerdali çekirdeğinin iki tarafını delip yaptığı düdüklerin devri kapanmıştır. Anne, yeterli şekilde çocukla ilgilenmek istemediğinden, eline ağır pahalı tableti, telefonu vermekle, çocuğuna en büyük kötülüğü yapıyor. Tableti telefonu çok iyi kullanan çocuk, evde ilgisiz kalmış çocuk demektir. Ayrıca, her yönden çocuklar şımartılmakta; çeşit çeşit elbiseler alınmakta, neyi yiyip neyi yemeyeceği sorulmaktadır. Ondan sonra da, çocukla ilgili şikayetler başlamaktadır. Sen çocuğa, kral-kraliçe muamelesi yaparsan; çocuk da çevresindekilere köle-hizmetçi muamelesi yapacaktır.

EN  FAKİR  KİM?

   Günümüzde bazı insanlar, israf ve zenginlikte âdeta yarışmaktadırlar. Herkes birbirine nispet yaparcasına en iyi arabayı, en iyi telefonu, en iyi evi, en iyi ev döşesini, en iyi elbiseyi, en iyi yiyeceği almak için yarış halindedir. Her şeyin bir sonu vardır. Bu lüks ve şatafat yarışı nereye kadar gider bilinmez.

Savaş, yokluk, kıtlık zamanlarında da, herkes birbirleriyle fakirlik yarışı yaparlardı. Toplumun çoğunluğu çiftçi…Bilhassa kış günleri, cebinde kahvehaneye gidip çay içecek parası olmayanlar, mahallesindeki odaya gider, orada vakit geçirir, muhabbet ederlerdi. Günün birinde, Hacımuratlar’ın odada sekiz-dokuz kişi oturmuşlar muhabbet ediyorlar. Konu: Kim daha çok fakir…Birisi der, evde yağ yok; diğeri der, evde un yok; öbürü der, evde yakacak yok…Bu muhabbet uzar gider fakat en fakiri bulamazlar. Oradan cin fikirli birisi atılır: “Herkes iki ayağını da yukarıya kaldırsın!” der. Kendisiyle birlikte diğerleri de ayaklarını yukarıya kaldırırlar. Herkesin ayaklarının altına baktıktan sonra: “Ben ve Ahmet en fakiriz!” der. “Nasıl bildin?” derler. O da: “Hepinizin çorabının altının ön ve arkası iki tarafı delik. Bizim ikimizin çorabın altı hiç yok! “der. “Bilemedim bu dünyanın fendini…eltim saydı, ben sayamadım…dokuz muydu, on muydu?..”

   YOLUN  SONU  GÖRÜNÜYOR

   Dellal Gadir Ağa için artık yolun sonu görünmüştür. Tarih 6 Temmuz 1962 Cuma…Kadir Güleş, çarşıda bıraktığı sesleriyle hayata veda eder. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

 N. Sait EKİCİ