SEVRANLARIN FAİK (FAİK SAKARYA)
Faik Sakarya, 1914’de Bolvadin’in Emrullah Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Orduda binbaşı olan babasının adı Salih’tir. İki kız kardeşinin yanı sıra; Ekrem, Ziya, Rıfat, Rûhi adlarında kardeşleri de vardır. Eskicilik (ayakkabı tamirciliği) mesleğinin yanı sıra; amelelik, hamballık (hamallık), helâ çukuru temizleme işleri yaparak, çocuğuna çoluğuna helal lokma yedirmek için gece-gündüz çalışmıştır.
Sevranların Faik; normal boyda, biraz toplu bir kişi idi. Kendi halinde, çalışkan, mütevâzi, kalender, mütevekkil, iyi niyetli, herkesle dost geçinen birisiydi. Sessiz ve sakindi. Ağzından kötü laf çıktığı görülmedi. Ağzından sunumunu (lokmasını) alsan bir şey demezdi. Yapacağı iş için pazarlık yapmaz, hakkını müdafaa edemez, ne verirlerse alırdı. Az ücret verene de itiraz edemeyecek kadar da mahcuptu.
GENÇLİĞİ
İlkokulu bitiren Faik Mehmet’i babası, o gün için önemli mesleklerden birisi olan “kunduracılık” mesleğini öğrenmesi için birisine çırak olarak verir. Çıraklık ve kalfalık eğitiminden sonra, kendi başına iş yapmak, daha fazla para kazanmak amacıyla çevre ilçe köylere ayakkabı tamiri yapmak için gitmeye başlar.
1932 yılının Kasım ayının sonları…Henüz daha bıyıkları yeni terlemekte olan Sevranların Faik, kışlık erzaklarının temini için, o zaman kasaba olan İscehisar’ın köylerine ayakkabı tamiri için gitmeye karar verir. Böylece bir şeyler kazanacak ve evden bir boğaz eksik olacaktır. Bunu kâr olarak görür. Eşeğinin üzerindeki heybeye tamir aletlerini ve yiyeceğini koyar ve yola çıkar. Çay’ın köylerine uğrar ve oradan yaya olarak İscehisar’a doğru yürür. Akşama doğru, Bavurdu (Alanyurt) Köyü’ne yaklaşırken kar yağmaya başlar ve tipiye yakalanır. Zorla kendini köy odasına atar. Odadakiler hemen eşeği ahıra bağlarlar ve bunu da yanmakta olan ocağın yanına oturturlar, karnını doyururlar. Karnı doyan Faik, odanın bir köşesinde üst üste yığılı olan yün döşeklerden birisini yere sererek hemen yatar. Gün ışırken kalkar ve işe başlamak için odanın kapısını açtığında, hayretler içerisinde kalır. Kar yağışı devam etmektedir ve kapının her yanının karla kaplı olduğunu görür. Çaresizlik içerisinde kapıyı örterek içeride beklemeye başlar. Öğleye doğru köylüler ellerinde küreklerle karları temizlerler ve kapıyı açarlar. Kar yağışı üç gün devam eder. Bu şartlarda yola çıkması mümkün değildir. On sekiz gün odadan bir yere ayrılamaz ve köylülerin ayakkabılarını yiyecek karşılığı tamir eder. Bolvadin’deki anası babası ve kardeşleri büyük merak içindedir. Neredeyse ümidi kesecek duruma gelirler. Karların biraz erimesi üzerine avcılık yapan köylüler buna yol açarlar. Oradan Karaağaç Köyü’ne, oradan da İscehisar’a gelir. Bolvadin’e ulaştığında evlerinde bayram havası eser.
Askerlik için Bursa’ya gidiyor. Askerliğini bitirip dönüyor ve düğününü yapıyor. Evlendiğinden bir hafta sonra “İkinci Dünya Harbi” çıkıyor. Türkiye’nin de savaşa girme ihtimali belirince, bunun iki yıl daha sürecek olan askerlik macerası başlıyor. Toplam dört yıldan fazla askerlik yapıyor. Evliliğinden iki oğlu oluyor. Büyük oğlu Hayrani şoför idi vefat etti. Küçük oğlu Mevlüt memur idi emekli oldu, ayrıca iş adamı olarak memleket ekonomisine katkıda bulunuyor.
SEVRAN HOCA
Faik Sakarya’nın sülalesinin lakabı “Sevranoğulları” olarak bilinir. Kelimenin gerçek yazılışı “sarvan” dır. Sarvan, “deveci”demektir. Zamanla halk ağzında bu “sevran” a dönüşmüştür. Atalarının deve kervanı vardır. Bu develerle değişik yerlere eşya taşıdıkları gibi, üç sefer de develerle Hicaz’a hacı götürmüşlerdir. Ramazan Bayramı bitiminde yola çıkarlar, Kurban Bayramından üç gün önce Mekke’ye varırlar.
Faik Sakarya’nın babası Salih, küçük yaşta Konya’ya okumaya gitmiş; medrese, rüştiye (ortaokul), îdâdi (lise), dârülfünun (üniversite) derken burada on yedi sene eğitim görmüş. Din üzerine almış olduğu eğitimle askerlikte “tabur imamı” olarak göreve başlamış. Çeşitli cephelerde görev yapmıştır. Toplumda “Sevran Hoca” olarak ünlenmiştir.
MEKTEB-İ NUMÛNE (AKÇEŞME İLKOKULU)
Akçeşme Mahallesi’nde bulunan bu okul, Mekteb-i Numûne (örnek okul) adı altında1882’de İkinci Abdülhamit tarafından yaptırılmıştır. 1912’de mutfak ve fırın ilave edilerek, köylerden gelen öğrencilere öğle yemeği verilmiştir. O gün için şehrin dışına kırsal bölgeye yapıldığı için, halk arasında “Gır mettap” olarak bilinmektedir. 1930 yılından sonra “Akçeşme İlkokulu” olarak adı değiştirilmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında bu okul eğitime ara verir ve hastane haline getirilir. Çevrede yaralanan askerler buraya getirilerek tedavileri yapılır. Sakarya’daki taburda binbaşı rütbesiyle bulunan Sevran Hoca’nın tayini, Bolvadin’e bu okula çıkar. Evine bir “emir eri” verilir fakat hanımı kabul etmez. Görevi, buradaki hastaneye çevrilen okulda tedavi görürken şehit olan askerlerin yıkama ve defin işlerini yapmaktır. Burada rahmete kavuşan askerleri yıkar, kefenler ve Ağılönü Semtine giderken sağ tarafta olan mezarlığa defneder. Bu mezarlık “Kestemet Mezarlığı” olarak bilinirdi. 1950 yılından sonra bu mezarlık “Şehitlik” olarak adlandırıldı.
GÖREVDEN AZİL
İstiklal mahkemeleri ilk olarak 1920 yılında; Kurtuluş Savaşı sırasında askerlikten kaçanları, yağmaya girişenleri, bozguncuları, ordudan silah çalanları yargılamak üzere olağanüstü hallerde geçici olarak kuruluyor. Cumhuriyet’ten sonra ise, doğuda devleti yıkmak parçalamak amacıyla büyük bir isyan başlatılıyor. Tarihe “Şeyh Sait İsyanı” olarak geçen bu olaydan sonra, bu isyanının içerisinde olanları yargılamak için, İstiklal Mahkemeleri çeşitli illerde tekrar kuruluyor.
Düşmanın yurttan kovulmasından sonra Cumhuriyet kurulmuş ve çeşitli inkılâplar (devrimler) yapılmıştır. Halkın bu kurallara uyması istenmiştir. Sevran Hoca, askeriyedeki görevine devam ederken, İmaret Camisinde vaaz ettiği için soruşturma açılır. Devamlı birilerinin değirmenine su taşıyan insanlar vardır. Başka bir gün de, Çarşı Camisinden sabah namazından çıkarken başında sarık olduğu gerekçesiyle, savcı tarafından tutuklanır ve İzmir İstiklal Mahkemesi’ne gönderilir. Davacısı kadı olanın, Allah yardımcısı olsun. Burada beraat eder fakat vazifesinden de azledilir (görevden alınır). Kimsenin hayatında, hiç kimsenin yeri garanti değildir. Gün gelir rüzgâr tersine eser. Yıllarca okumuş adam bir anda işsiz kalır. Etrafta fakirlik diz boyu, ne yapacağını şaşırır. Yok yere geçim sıkıntısı çekmeye başlar. Zirveden dibe düşmenin sıkıntılarını yaşamaya başlar. Ramazan ayında köylerde “hak ile” imamlık yapmaya gider.
Dördüncü erkek çocuğu olarak Rıfat dünyaya gelir. Evde açlık son halini almıştır. Hanımının sütü olmadığı için çocuğunu emziremez. On üç yaşında olan en büyük oğlu Faik, pekmez çıkaran Dıngacı Osman’ın dükkanında üzüm ezmekte, orada çalışmaktadır. Ona: “Oğlum, ananın sütü yok, ustana söyle de bize bir ekmek alıversin.” der. Faik gider, ustasına durumu anlatır. Ustası üç ekmek alır ve yanına da üç salkım üzüm koyarak Faik’i evlerine gönderir. Karnı doyan hanımının sütü gelir, çocuğunu emzirir. Uğradığınız haksızlığın hesabını soramadığınızda üzülmeyiniz. Bazı hesapları sorma kuvvet ve kudreti yalnız Allah’a aittir.
ÜÇ İDAMLIK
1931 yılının Şubat ayının başları…Gece yarısı, her yer zindan…Hava soğuk, ortalık sessiz…Askerler, önlerinde rehberle birlikte kalın paltolarının omuz kısmına astığı silahlarıyla Emrullah Mahallesi’nde ilerleyip Balta Çeşmesi’ni geçerler ve Sevran Hoca’nın evinin önüne gelerek kapının tokmağını hızlı hızlı vururlar. Tokmak sesi, birbirine bitişik durumda olan komşu evlerden de duyulur. Ev sakinleri gece yarısı çalınan bu kapıdan dolayı ürkerek uyanırlar. Sevran Hoca : “Hayırdır inşallah!” diyerek kalkar ve kandili yakarak kapıyı açar. Kandilin zayıf ışığında yüzlerini gördüğü dört asker kendilerinin görevli olduğunu, birlikte gideceklerini söyler. İçeriye girip giyinir ve üzerine paltosunu alır. Uyanan eşi ve çocukları korkak, kaygılı ve üzüntülü gözlerle babalarına bakarlar.
Sabah ezanı vakti yaklaşmıştır. Gecenin karanlığında sessizce ilerlerlerken, sadece yerdeki donmuş karlara ayak basma sesleri duyulmaktadır. Bedesten İçine girerler. Hacıata’nın Han’ın gıcırdayarak açılan borda kapısından içeriye girdiklerinde durumu anlar, içi titrer. Hanın ortasında bulunan avluya üç tane darağacı kurulmuştur. Devlet erkânı da oradadır. Bunu da, mahkûmlara dini vazifesini yaptırması için oraya getirmişlerdir. İdam mahkûmlarına önce abdest aldırıp, Allah rızası için iki rekat namaz kıldırır. Tövbe istiğfar ettirip Kelime-i Şahadet getirtir. Ellerini arkadan kelepçelerler, üzerlerine kefen gibi beyaz elbise giydirip bir kağıtta yazılı olan suçlarını ve verilen kararı boyunlarına asıp sehpaya çıkartırlar. Başka yerden getirilmiş olan cellat, ayaklarından sehpaları çekerek görevini tamamlar.
Gece yarısı Sevran Hoca’nın jandarmalar arasında götürüldüğünü gören komşuları, onun idama gittiğini zannedip çok üzülürler. On yedi yaşında olan oğlu Faik ve on dört yaşında olan oğlu Ekrem babalarının âkibetini öğrenmek için üzüntülü ve yaşlı gözlerle, diğer meraklılarla birlikte hanın kapısı önünde beklemektedir. Gün ışımış, güneşin ilk ışıkları etrafı aydınlatmaya başlamıştır. Hanın büyük kapısı açılınca, bütün gözler oraya çevrilir. İçeriden devlet erkânıyla birlikte babasının çıktığını gören çocukları, ona sevinçle el sallarlar. Sevran Hoca da onlara, durum düzeldi, kurtuldum anlamına gelen:“Faik, Ekrem, salâh salâh!” der. Bir korku daha böylece atlatılmış olur.
RIZIK KAPISI
Askerden sonra köylere ayakkabı tamirine giden Sevranların Faik, yaşı ilerleyince gidemez olur ve bu işi bırakır. 1960 yılından itibaren hamallık ve amelelik yapmaya başlar. Kömür çekme, kömür indirme, saman atma, çamur karma, dam kürüme, gıda toptancılarına un yağ indirme işlerinde çalışır. Ayrıca helâ çukuru çeker.
Yeme ve içme faaliyetlerinin bir sonucu olarak, sindirim sonrası atık maddelerin vücuttan dışarıya atılması biyolojik bir olaydır. Bütün canlılar yaratılışını gereği bunu yapar. Bir düşünün! Yedik içtik fakat fazlalıkları çıkaramadık. Ne kadar zor bir durum değil mi? Bizi kusursuz yarattığı için Allah’a her daim şükretmemiz lazım. Bu boşaltım ihtiyacımızı gidermek için atalarımız kapalı alanlar yapmış. İslamiyet öncesi Türkler’in bazıları tuvalette su kullanırken, bazıları da tuvaletin yanına avuç içi kadar taşlar koyup, onunla temizliğini yaparlarmış. İslamiyet sonrası, su ile taharetlerini yapmaya başlamışlar.
Bundan 60-70 sene önce de Bolvadin’de tuvaleti olmayan evler de vardı. Lâzımlığa yapılan def-i hâcetler bir tenekede toplanır ve küllüğe (çöplük) dökülürdü. Bolvadin’in ortasından küçük bir dere geçerdi. 1950’den sonra bu derenin kenarlarına taş duvarlar yapıldı. Halk buna “sellik” derdi. Çok kişi tuvalet çukuru dolmaması için, pisliğini bu selliğe dökerdi. Daha sonra bu selliğin üstü kapatıldı. Kanalizasyonun olmadığı dönemlerde, herkes evinin bir köşesinin altına helâ çukuru kazdırır, çabuk çürümesin diye üzerini ardıç ağacıyla kapattırırdı. Dolan helâ çukurları iki-üç sene arayla temizletilirdi. Bunu temizleyen üç kişi vardı. Bu kişiler, üzerlerine eski kıyafetlerini giyerler, tenekenin veya bakırcanın ucuna bağladıkları ipi tuvalet çukuruna sarkıtıp doldururlar, dolu tenekeyi götürüp at arabalarının üzerinde bulunan büyük varillere boşaltırlardı. Variller dolunca götürür, bir kişinin tarlasına dökerlerdi. Çok kuvvetli gübre olduğundan tarlayı guduttururdu. Tarla sahibi hasat sonunda gübre karşılığı olarak, bir timin (dört kilo) haşgeş verirdi.
Bana göre, dünyanın en zor ve helalinden para kazanılan işi bu iştir. Rızık için bu işi yapanları hayırla yâdetmek ve rahmetle anmak gerekir. Sevranların Faik de belli bir süre bu işi yapmıştır.
SIFIRDAN ZİRVEYE
Rahmetlik Faik Amca, maddi manevi çok sıkıntılar çekmiş birisidir. Bu yüzden çocuklarına çok çalışmalarını, hesaplı ve tasarruflu hareket etmeleri tavsiyesinde bulunur. Küçük oğlu Mevlüt, inşaat kontrollüğü memuriyetinin yanı sıra, ticari işler de yapmıştır. Mevlüt, memuriyete geçip ilk maaşını aldığı zaman; evlerine birer çuval; şeker, un, bir teneke yağ ve çay alır. Babası eve gelince bu eşyaları görünce oturup ağlar. O güne kadar bu şekilde evlerine yiyecek maddesi girmemiştir.
Küçük oğlu Hacı Mevlüt; çalışkan, ticari açıdan girişimci bir ruha sahip…Yıllarca çalışmanın karşılığı olarak, inşaat malzemeleri konusunda iş adamlarımız arasına girmiştir. Fayans işlerinin her çeşidi vardır. Fayans yapıştırma imalatını kendileri yapmaktadırlar. Kendisi; hoşsohbet, hatırnaz olduğu gibi, geçmişten gelen sıkıntılarını bildiği için yardımsever, eliaçık, selek birisidir.
Dernek başkanı olduğum camide, ihtiyaçtan bazı değişiklikler yapmamız gerekmekteydi. Cami giriş kısmını biraz genişletecek, bahçesine taş döşettirecek, halı ve perdeleri yenileyecektik. Belediye Başkanımız Fatih Kayacan Bey, bir teklifimle beni kırmadı bahçeye bordür taş döşettirdi. Halı, perde, paravana derken paramız bitti. Cami giriş kısmına fayans alacağız, paramız yok… Nuri Neslioğlu, Sevranlar’dan ücretsiz alabileceğimizi söyledi. Beraber Hacı Mevlüt’ün iş yerine gittik. Bizi yollardan karşıladı. Daha meramımızı tam anlatmadan: “O caminin bütün fayans ve yapıştırmaları bana ait, İstediğinizi beğenin!” dedi. Çok mutlu olduk. Daha biz oradan ayrılmadan inşaat malzemeleri camiye gitti. İşte, varlığı-yokluğu görmüş varlıklı kişiden de ancak bu beklenir. Herkesin yaptığı iyilik mîzânına konacak.
RAHMET-İ RAHMAN
Tarihler, 18 Şubat 1973 Pazar gününü gösteriyor. Faik Sakarya 59 yaşında…Geceden yağan karla karışık yağmur henüz dinmemişti. Ortalık alaca karanlık, sokaklar diz boyu çamur…İnsanlar, yeni günün yorgunluğunu sırtlamak için uykulu gözlerle sokaklara dökülmeye hazırlanıyorlar. Mahallede, uyanmamış birkaç ev halkı da Çarşı Camii minaresinde Hafız Muammer’in yanık sesiyle verdiği “su selası” ile sıcak yataklarından fırlıyorlar. Kim ölmüş acaba?…Mahallede herkes tanır birbirini…Ağlayan çocuklar susturuluyor. Ölenin kim olduğunu anlamak için kimisi avluya, kimisi sokağa çıkıyor. “Sevranların Faik” cümlesini duyan: “Allah rahmet eylesin, iyi adamdı.” diyor. Çok sevdiği eniştesi Kitapçı Süreyya da aynı gün ölüyor, ikisi yan yana gömülüyorlar. Allah Gani Gani Rahmet Eylesin. Ruhuna Fatiha…
N. Sait EKİCİ