Bolvadin'in Temel Taşları

 

MARANGOZ DERVİŞ    (DERVİŞ ÇELİK)

Marangoz Derviş Çelik, 1929’da Bolvadin’in Bucak Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Babası Abdil, bir evi temelinden çatısına kadar yapabilecek bir maharette usta idi. Abdil Ağa’nın bir kızı ve üç oğlu olmuş. Oğulları Derviş, Mevlüt ve Mustafa, babalarının yan mesleklerinden birisi olan marangozluğu seçiyorlar. Oğlu Mevlüt on yedi yaşında hafızlık öğrencisi iken vefat ediyor. Derviş Çelik; araba yapım ustalığı ve marangozluğun yanı sıra, nalbûriye işleri de yapmıştır.

  Marangoz Derviş; normal boy ve kiloda, güler yüzlü, ciddi, dürüst, işinin erbabı, toplumda sevilen bir esnaftı. Çarşı esnaflarıyla iyi anlaşır, her konuda yardım ve tavsiyelerini eksik etmezdi. İşine karşı çok titiz olup, verdiği sözü zamanında yerine getirirdi. İmanlı, ihlaslı olup; adına münhasır bir yaşantısı vardı. Bir dönem Alaca Mahallesi muhtarlığı yaptı. Ömrü boyunca siyaseti sevdi ve siyasetin içinde oldu. Ticaret odası yönetim kurulu üyeliği ve 10 yıl da belediye meclis üyeliği yaptı.

SOYADI  KANUNU  VE  İSİMLER

Cumhuriyet’ten önce insanlar tanıtılırken; baba, sülale veya kendisine atfedilen değişik lakaplarla anılıyordu. Mesela: “Hacımuratlar’ın Sait” gibi…Avrupa’da ise kişinin adından sonra bir de soy-adı vardı. Bizde de, Cumhuriyet İnkılâpları arasında bulunan, “Soyadı Kanunu” çıkartıldı. Buna göre herkesin bir soyadı olacak ve kimliğinde bunu taşıyacaktı. Kanun, 2 Ocak 1936 yılında yürürlüğe girdi. Bir yılda bitirilmesi hedeflendi. Bu sürede ancak vatandaşların yarısına soyadı verilebildi. Bilhassa köylerde yaşayanlara henüz verilemedi. Bunun üzerine nüfus müdürlüklerine gönderilen 200 adet kelime, soyadı bulmakta güçlük çeken ailelere verildi. Bu soy isimler, içinde kişiyi onurlandıracak kelimelerden seçilmişti. Hayvan isimlerinden “Aslan, Kaplan, Koç, Kurt…” Kuş isimlerinden “Doğan, Şahin, Kartal…” Tabiat isimlerinden: “Orman, Fidan, Yeşil…” Maden isimlerinden: “Gümüş, Çelik, Kalay, Demir…” soyadları bunlara örnek olarak verebiliriz. Türkiye’de şu anda en çok kullanılan soy isim: “Yılmaz – Kaya – Demir”dir.

Türkçe’nin yapısında soy isim önce gelir. Avrupa dillerinde sonra gelir. Biz, Avrupa’ya göre hareket etmişiz. Avrupa’da hitap şekli isimden önce gelir. Biz de onlar gibi önceden “Bay Ahmet” diye hitap etmişiz. Bu şekilde hitabı sevmemişiz ve “Ahmet Bey” demeyi daha uygun görmüşüz. Dîni unvan taşıyan isim ve soy isimleri koymak da yasaktı. “hacı, hoca, molla, efendi, paşa, derviş…”gibi.

Abdil Ağa, oğlunun adını, adına uygun bir hayat sürsün, düşüncesiyle “Derviş” koyar. Çıkan kanundan sonra, nüfus müdürlüğü tarafından, bu ismi değiştirmesi istenir. Mecbur kalınınca  “Mustafa” adıyla değiştirir. Marangoz Derviş, sekiz sene bu ismi taşıdıktan sonra adı değişmiş olur. 1946 yılında, isteyen adını değiştirebilecek kanunu çıkınca, dokuz sene kullandığı “Mustafa” adını değiştirir ve tekrar “Derviş” olur.

Son zamanlarda bilhassa genç nesil “modernlik” düşüncesiyle bir anlamı olmayan, yabancıların isimlerini çağrıştıran adları çocuklarına koyuyorlar. Bilhassa, Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine uymayan televizyon dizilerindeki oyuncuların adlarını koyuyorlar. Efendimiz: “Kıyamet günü, isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. Öyleyse, çocuklarınıza isimlerini güzel koyun.” buyurmaktadır. Türkiye çapında en çok konan kız ismi: “Fatma-Ayşe-Emine”dir. Erkek ismi ise: “Mehmet-Mustafa-Ahmet” olmuştur. Son 17 yılda en çok tercih edilen kız isimleri ise: “Zeynep-Elif-Hiranur” olmuştur. Erkeklerde de: “Yusuf-Eymen-Ömer” olmuştur.

ARABACI  ÇIRAKLIĞI

İlkokulu başarı ile bitiren Derviş Çelik, hafızlık eğitimi için Akşehir’deki Süleyman ÖZUS Hoca’ (İstanbullu Hoca) nın yanına gitmek ister. Babası maddi yönden yeterli olmadığı için gidemez. 1942’de, resmi görevli olarak Eyüp Özçelik adlı hocanın tayini Kadriye Medresesi’ne çıkar. Babası bunu Eyüp Hoca’nın yanına verir. Burada Kur’an talimi ve dini eğitim alır. Babası, yazın devamlı köylerde ustalık yaptığı için, bunu Şaban Alisiler’e (Akşahin) hizmetkâr olarak verir. Daha sonra, bir meslek edinmesi için bir araba yapım ustasının yanına vermek ister. O zaman, evlerin ahşap kapılarını, demir kısımlarını, kaba inşaatını aynı usta yapmaktadır. Arabacılar da aynı işlemleri yaptıkları için oğlunu Arabacı Topal Mahmut (Metinsoy) ve Kel Mıstık (Mustafa Şentürk) ın yanına çırak olarak verir. Zekâsı ve mahareti sayesinde kısa zamanda araba yapacak hale gelir. Araba yapmak kolay değildir. Kasası için marangozluğu, iskeleti için demirciliği iyi bilmek gerekmektedir. On sekiz yaşına gelince, ustası Mustafa Şentürk buna ortaklık teklif eder. Bu da kabul eder ve askere gidesiye kadar ortağına çalışır. Askerlikten önce dünya evine girer. Evliliğinden, iki oğlan, iki kız; dört çocuğu olur. Büyük oğlu Mevlüt veteriner hekim idi, vefat etti. Küçük oğlu Abdil ise ticaretle uğraşıyor.

   MARANGOZLUK

Askerlik için Hatay-Kırıkhan’a giden Derviş Çelik, orada çavuş olur. O yıllarda Kore Savaşı vardır. Kore’ye gönüllü olarak gitmek ister fakat bunu, Kore’ye gidecekler için eğitim çavuşu yaparlar. Aynı zamanda askeriyenin marangoz atölyesinde marangozluk sanatını öğrenir.

Askerlik dönüşü tekrar, Arabacı Mustafa Şentürk’le ortağına çalışmaya başlar. İki sene böyle çalıştıktan sonra, babasıyla birlikte ev inşaat işlerinde çalışır. 1956’ da, Demirciler İçi’nde bir dükkan kiralayarak marangozluk yapmaya başlar. O gün için marangozluk kolay bir meslek değildi. Hızar makinesi olmadığı için, tomruk şeklinde gelen ağaç, önce dört tarafından baltayla düzeltilirdi. Beş adet tahta çıkarmak için de el hızarı ile iki kişi tarafından yatay kesilirdi. Kesilen tahtalar el plânyası ile parlatılırdı. Bir müddet sonra elektrikli plânya alınca, işleri kolaylaşır. Alaca Mahallesi’ndeki evlerindeki komşuları da değişik meslek ustalarıydı. Bunlar: Mevlüt Akşahin, Hakkı Çelik, Cafer Kayacan (Teyyare), Hasan Burun (Külcü’nün Hasan), Carullah Karadağ (Civril’in Carullah)…

DEMİRCİLER  İÇİ

Dört yıl bu dükkanda çalıştıktan sonra, 1960’da Demirciler İçi’nde dükkan satın alır ve taşınır. Bir sene sonra “Halepli Pasajı” açılınca, dükkanının değeri biraz daha artar. Bu dükkanda yıldızı parlamaya başlar. Kardeşi Mustafa ile evlerde kullanılan bütün ahşap malzemeleri yaparlar. Kapı ve pencerenin yanı sıra; duvara gömme dolap, yüklük, mutfak kaplığı, Gıygılı (süslü) raf, tel dolabı, koyun hatılı yaparlar. Ölçü olmadan, her boyda pencere çerçevesi yaparlar, genellikle köyden gelenler kafalarına uygun olan çerçeveleri alır giderler. Temiz işli ve işleri zamanında teslim ettiklerinden dolayı, yoğun bir çalışma içerisinde olurlar. İki kardeş, işleri yetiştirebilmek için, çok zaman atölyede sabahlarlar.

Eskiden, esnafın neredeyse tamamının yemekleri evlerinden gelirdi. Çarşıdan yeme âdeti yoktu. Cuma günleri mutlaka “yağlı” yapılırdı. Yemek getirme işini kardeşi Mustafa üstlenirdi. Demirciler İçi’ndeki esnafların çoğunluğu demirci idi. Bu sokağa girildiği zaman çekiç-örs sesinden geçilmezdi. Burada kimler yoktu ki: Abdullah Gözalan (Cadala), Süleyman Şakrak (Boğazıdeliğin Süleyman),  Hamit Gözalan, Kadir Kılçık, Şerafet Kandemir, Ahmet Postal, Hamit Şakrak, Mustafa Ayar, Datlıcı Bilal Nurbaş, Aşçı Ali Gültekin, Nalbant Emin Demirörs, Helvacı Mehmet Helvacı, Kirişler…

GÜNLÜK  HAYATTA  AHŞAP

Ayşenevdeki (mutfak) tel dolabı, her evde bulunması gereken bir gereçti. Dikdörtgen biçiminde yapılan bu dolabın altı kapalı dolap, ortası çekmece, üst kısmı etrafı telle çevrilen, içi görünebilen tel dolaptı. Buzdolabı bilinmediği için yiyecekler bunun içinde saklanırdı. Tepeden küçük bir penceresi bulunan kiler kısmında ise, “sergen” dediğimiz tavana asılı salıncak biçiminde bir gereç vardı. Buraya ise, bozulmasını istemediğimiz yiyecekler konurdu. Mutfak haricindeki oturma odalarında, -bu gün için hâlâ anlam veremediğim-  mutlaka süslü raf bulunurdu. Raf, kanaviçeli dantel uçlu örtü ile örtülür; üzerine çinko tabaklar, götlü kaplar, -varsa- kâse (porselen) kaplar ve küçük tepsiler sıralanırdı. Bu tabaklar, ayda-yılda bir kullanılır veya yıllarca hiç kullanılmadan orada dururdu. Odadaki ocağın üzerinde ise, ince bir raf bulunurdu. Üzeri, kanaviçeli ucu dantelli örtü ile örtülmüş bardaklar buraya sıralanırdı.

Genellikle her odada bir yüklük vardı. Yüklüklerin bir tarafı dolap olarak kullanılırken, bir tarafına da yorgan-yatak konurdu. Yerden 80 santim yükseklikte olan bu yüklüklerin altına, mutlaka gusülhane yapılırdı. Evlerde, ayrı bir banyoluk yoktu. Ahşap, günlük hayatın bir parçası idi. Marangoz Derviş, bu ahşap malzemelerinin hepsini de yaptı. 1974 yılında hastalanınca, doktor tarafından yaptığı mesleği bırakması istendi. O da, nalbûriye, çimento, kireç ticaretine başladı.

SİYASET

Toplumda; siyasete, siyaset yapmaya meraklı insanlarımız vardır. Bunlar; siyasi konuşmalardan, tartışmalardan zevk alırlar. Bunlardan birisi de, Marangoz Derviş’tir. İşlerinden arta kalan zamanlarında parti binasında bulunmuş, aktif olarak rol almıştır. 1977 seçimleri…Ülkede siyasi kavgaların en yoğun olduğu dönemler…İlçelerin, köylerin paylaşıldığı zamanlar…

Seçim propagandaları başlar. Bunun partisinden Afyon milletvekili adayları; ilçeleri, kasabaları, köyleri dolaşıyorlar. Bolvadin’e gelip propagandalarını yaptıktan sonra köyleri dolaşırlar. Yalnız, kendi siyasi düşüncelerine ters düştüğü için, Büyük Karabağ Kasabası’na gitmeye çekinirler. Marangoz Derviş’in her köyden hatırlı dostları vardır. Derviş Usta, bu kasabada sözü geçen Hayta Çavuş’a (Ahmet Kandemir) bir olay çıkmasın diye, telefon ediyor. Kasabaya vardıklarında kurbanlar kesiliyor, bunları çok iyi karşılıyorlar.

Derviş Usta’nın büyük oğlu rahmetlik Mevlüt; ülkücülüğe gönül vermiş, İlâ-yı kelimatullah için çalışan, vatan, millet sevgisiyle dolu bir tertemiz bir şahsiyetti. Ülkü Ocakları Genel Merkezi Yönetim Kurulu üyeliği de yapmıştı. Cennetmekân Şehit Muhsin YAZICIOĞLU’nun da samimi arkadaşıydı. Bu da, seçim propagandası için başka bir vakit aynı köye gitmek ister. Babası gene devreye girer ve rahat bir şekilde propagandalarını yapıp gelirler.

KADINLARA  İŞ  SAHASI

Bolvadin kültüründe, eskiden beri alışkanlık haline gelen bir gelenek var: Bir ailede bir kişi çalışır, dokuz kişi yer. Çocuk sayısı çoktur. Bu yüzden ana, devamlı çocuklarıyla meşgul olurdu. Kıt-kanaat geçinir giderlerdi. Çiftçi hanımları tarlada-takkada çalışırlar, hayvan-haşarata bakarak ev ekonomisine katkı sağlarlardı. Esnaf hanımlarının ise, aile geçimine pek katkıları olmazdı. Zaman değişti, fantaziler arttı. Kahvaltıda sadece zeytin varken, dokuz çeşit katık konmaya başlandı. Elbise üstüne elbise, beyaz eşya üstüne beyaz eşya alınmaya başlandı. Evin reisi ne yapacağını şaşırır hâle geldi.

Bu arada bazı kuruluşlar devreye girdi, toplumu biraz rahatlattı. Avşar Emaye, tekstil kuruluşları, bayanları da çalışmaya yöneltti. Aynı zamanda; yaşlı kadınlara bakanlar ve çocuk bakıcıları, ev temizliğine gidenler, Katmer-bükme yapanlar çoğaldı. Yeni yetişen okumuş kızlarımızın da; öğretmen, memure olmaları, çalışan bayanların artmasına sebep oldu.

Derviş Usta’nın küçük oğlu Abdil, İstanbul’da çalışırken kazandığı bilgi ve tecrübelerden yola çıkarak, Bolvadin’de tekstil atölyesi açtı. Atölyede; eşarp, şal, çeki kenarlarına süsleme yapılıyor. Atölyede, on altı bayan eleman çalışıyor. Ayrıca evlerde de altmış bayan, adet hesabına göre eşarp kenarı süslüyor. Çalışan demir ışıldar. Tembeli Allah da sevmez, kul da sevmez.

ÇOCUKLUK  GÜNLERİ

Geçtiğimiz yollar taşlı, çamurlu ve bozuktu ama insanlar düzgündü. Aşın da bir tadı vardı, işin de…Menfaat için yapılmazdı dostluklar, imeceler kurulur zevkle yardım yapılırdı. Meyvelerin tadı bir başkaydı. Hele sebzelerin, salatalıkların, domateslerin tadına doyum olunmazdı. Bir başkaydı çocukluk günleri…Belki yoktu, üstte yok başta yok…Her giydiğimiz yamalıydı…Hep aynıydı, yediklerimiz, içtiklerimiz…Hep aynıydı giydiklerimiz….Ama bir gerçek vardı; insanlar yokluk içinde olsa da, geleceğinden oldukça umutluydu…Tadına doyum olunmazdı dostlukların, bir başkaydı çocukluk günleri. Bazen tek bir yemek olurdu soframızda; belki bir çorba, belki de bir bulgur pilavı…Yanında ayran varsa eyvallah…Bir kuru ekmek, bir baş soğan…Yine de büyük bir iştahla yenirdi. Külahla alınan çay ve şekerin tadı bir başkaydı. Bir başkaydı o çocukluk günleri.

TOPLUMSAL  İLİŞKİ  KURALLARI

Büyükler konuşurken sözüne karışılmayan, bir topun peşinde koşmaktan yorulunmayan, keyif aldığımız yıllar…Bayramlar; ellerini öpmeye yarıştığımız, büyüklerimiz, komşularımız…Çarıkçı Süleyman’dan 25 kuruşa satın alıp, tengerlek (çember) döndürdüğümüz, “Uğundu, uğundu!” nidaları içinde pırlak (topaç) döndürdüğümüz günler…Bir uçurtmanın uçmasında egemenlik kurabilmenin zevkini yaşadığımız yıllar…İlk okulum, ilk öğretmenim, siyah önlüğüm, beyaz yakam, ilk kitabım, bir simidi paylaştığım ilk sıra arkadaşım…Tüssülü’nün okuduğu akşam ezanı, “eve gir” zili sesi gibiydi çocukluk aklımızca…İnsan azdı, araba azdı ama mutluluk çoktu…Telefonla arayıp  “geçmiş olsun” denmez, evine ziyarete gidilirdi. Cep telefonu ve internet yokken; aşk da, arkadaşlık da, hayat da, sonuna kadar gerçekti…Akçeşme Mahallesi’nde yollar düzeldi atılan voltalardan… Mahalle çeşmeleri vardı. “meydan çeşmesi – yol çeşmesi” diye ayrılırdı. O çeşmeler ki, nice kavgalara, nice dedikodulara, nice aşklara şahitlik yapmışlardır. Şimdi, bu çeşmelerin yüzüne bakılacak halleri kalmadı; kimisi yıkıldı, kimisinin suyu kurudu…Bazen ortalığı inleten sesiyle bohçacı geçerdi. Geceleri sokakta bekçiyi görünce kaçacak delik arardık. Tokalı’nın “Harıp…harıp!” diye bağırışı, Ağılönülü Sormaşekerci Mehmet Ağa’nın siyah tepsi üstüne dizip: “Deve kuşu, horoz şeker!” diyerek seslenmesi, çocukları iştaha getirirdi. Ne çikolatalı gofretimiz vardı, ne de çeşit çeşit bisküviler…İki püskevit arasına Gönbeler’in lokumu koyduk mu, dünyanın en mutlu çocuklarıydık biz…Bazı bakkal dükkanlarının kapısında “Bekle geliyor” yazardı. Veresiye satıp geçinmeye çalışan vefakâr “bakkal amca” gitti, yerine “market” denilen, makineyle peşin alış-veriş yaptığımız yerler geldi. Komşuluk çoğu yerde öldü; şehirler kalabalıklaşırken, insanlar yalnızlığa mahkûm oldu. Menfaat için dost satanlar yoktu. Dellal Şerafet’in, Çarşı Camii önünde açık artırma ile satılan eşyaları “Haraç…haraç!” diyerek sattığını görürdük. Şimdi, o gururlu ve mütevekkil insanlar, tozlu sayfalarını süslüyor hayaller şehrinin…

AYRILIK

Tarihler 07 Şubat 1987 Cumartesi’ni gösteriyor. Derviş Usta, çevresiyle helalleşir ve 58 yaşında iken bu geçici dünyayı bırakır gider. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ