Bolvadin'in Temel Taşları

PISPISIN MISTIK  (MUSTAFA KOÇ)

Mustafa Koç, 1927’de Kaymas Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Çiftçilik yapan babasının adı Mevlüt’dür. Babası iyi bir avcı olup, avcılığa meraklıdır. Gurup halinde ava gittiklerinde, avlanılacak yerleri ve avlanma taktiklerini diğer avcılara gösterir. Av sırasında sessiz olmak ve ava görünmemek birinci kuraldır. Bir av gördüğü zaman diğer avcıları, “saklan, kendini küçült” anlamına gelen “Pıs!..pıs!..” sesiyle uyarır. Zamanla bu söz bunun lâkabı olur. Çocukları da bu lâkapla tanınırlar. Üç oğlan, üç kız, altı kardeştirler. Rahmetlik olan diğer kardeşlerinden olan Bekir; deri, tiftik, yapağı işleriyle uğraşmıştır. Abdil ise çiftçilik yapmıştır.

   Pıspısın Mıstık; orta boylu, sakallı, güler yüzlü bir kişi idi. Gülmeyi ve güldürmeyi severdi. Bonkördü ve eli açıktı. Yemeyi, yedirmeyi severdi. Güzel konuşur, konuştuğunu etrafına dinlettirirdi. Sinirlendiği zaman çabuk geçerdi. Sanatkâr ruhlu ve atılım yapmayı seven, çalışkan, liderlik ruhu taşıyan bir kişiliği vardı. Her işin ilkini yapmayı severdi. Mücadeleci ve azimli olup, pek çok sanatla uğraştı.

   GENÇLİK  YILLARI

İlkokula başlayan Mustafa Koç, Kaymas İlkokulu’nda üçüncü sınıfı bitirdikten sonra, dördüncü ve beşinci sınıfları Akçeşme İlkokulu’nda okuması gerekmektedir. Evlerine uzak olan bu okula gitmek istemez ve okulu bırakarak, Berber Gazi Sağlamer’in yanına çırak olarak girer. Oradaki çıraklık ve kalfalık eğitiminden sonra berberliği öğrenir. Gençlik yaşına gelince, daha çok para kazanmak için Çay İstasyonu’nda vagon doldurma-boşaltma işçisi olarak çalışır. Askerliğini, İzmir’de muhabereci olarak yapar. Orada, kendi isteğiyle “sıhhiye bölüğü”ne girer ve iyi bir sağlıkçı olarak yetişir.

BERBER  DÜKKANI

İnsanoğlunun süsü, saçı ve sakalıdır. Saç; kadın olsun, erkek olsun, insana bir güzellik katar. Erkeklerde sakal, yüzün çabuk buruşmasını önler. Devamlı uzayan saç ve sakalı, mutlaka bir şekle sokmak gerekir. Bakımı olmayan saç ve sakal, insanı dağınık ve çirkin gösterir. Ayrıca, temizlik için de bu şarttır. “berber” kelimesinin kökü İtalyanca olup, “sakal tıraşı yapan kimse” anlamına gelir. Günümüzde, modern görünmek amaçlı, berber dükkanlarının adı “kuaför” olarak değiştirilmiştir. Bu kelime Fransızca kökenli olup, “kadın berberi” anlamına gelmektedir. Bunun öz Türkçesini ben de bilmiyorum. Osmanlı’da ise tıraş edenlere, “hallak” adı verilirdi. Hallakların; otuz yaşından aşağı olmayacağı; evli ve ahlâklı olacağı, beş vakit namazına devam edeceği şartı vardı. Peygamberimizin berberi “Selman-ı  Pâk” idi. Efendimiz bazen saçını çok kısa kestirir; bazen ortadan ayırır; bazen de omuzlarına değecek kadar uzatırdı.

Askerliğini tamamlayan Pıspısın Mıstık, 1950’de, Zafer Caddesi üzerinde bir dükkan kiralar ve berber dükkanı açar. Bir müddet sonra da evlenir. Evliliğinden; iki kızı ve Mevlüt, İbrahim, Faruk, Adnan, Muammer adlarını verdiği beş oğlu olur. Bir müddet bu dükkanda çalışır ve Taktaklar’ın köşe dükkana taşınır. 1963 yılına kadar da bu dükkanda çalışır.

ÇOBANLAR  MACERASI

Önceden, Bolvadin çevresindeki köy ve nahiyelerde berber dükkanı yoktu. Şehirden seyyar olarak giden berberler, orada köy kahvesinde veya bir bina gölgesinde tıraşlarını yaparlardı. Yanlarında; önlük, sabun, ustura, leğen, makas götürürlerdi. Şehre gidip tıraş olmaya gücü yetmeyen kişiler, bu berberleri beklerlerdi. Durumu iyi olanlar ise, şehirde tıraş olmayı tercih ederlerdi.

1963’de, şimdiki Çobanlar ilçesi nahiye durumunda idi. Burasını “nahiye müdürü” dediğimiz görevli kişiler yönetirdi. Çobanlar’ın ileri gelen kişilerinden bazıları, Bolvadin’e gelip Berber Mustafa Koç’a tıraş olurlardı. Bunlardan, “Gıldereli Süleyman” adlı kişi burada tıraş olurken, Berber Mustafa’ya iyi berber olduğunu, Çobanlar’a dükkan açmasını, işlerinin daha iyi olacağını söyler. Bu teklifi olumlu bulan Berber Mustafa, Çobanlar’a dükkan açar. Altı aylık bir denemeden sonra, ailesini de oraya taşır. Tıraş ücretini peşin veren çok az kişi olmaktadır. Genellikle, harman sonu birikmiş hesaplar görülür. Veresiye defterinin her sayfasında bir ailenin ismi vardır. Yapılan tıraşlar oraya not edilir. Harman zamanı gelince, büyükler için bir kile; gençler için bir demir; çocuklar için bir şinik buğday ücreti alınır. Çocuğunu ilk tıraş ettiren kişi, âdet üzere bir tavuk hediye eder. Cumartesi günleri ise, kendi çocuklarını ve çırakları alarak “Eski Akar” denilen yere götürür; balık tutarlar ve orada piknik yaparlar.

AİLE  HEKİMLİĞİ

Bugün için bir rahatsızlığımız olduğu zaman, aile hekimine veya hastaneye gidip şifa bulmaya çalışırız. Eskiden, bu tedavi merkezlerinin olmadığı veya az olduğu yerlerde, berberler aile hekimi görevi yaparlardı. Diş çeker, çıban temizler, hacamat yapar, sünnet eder, sülük vurur, deri hastalıklarını tedavi ederlerdi. Bilhassa; uyuz, saçkıran, kellik gibi hastalıklarda ilaçlar hazırlarlar ve tedavi yoluna giderlerdi. Konuşkan olurlar, herkesle muhabbete girdikleri için, kimsenin bilmediğini bilirlerdi.

ŞALVARLI  İĞNE…

Askerliğini “sıhhiye” olarak yapan kişiler; bulundukları yerin sağlık memuru, doktoru, eczacısı olmuşlardır. İmkanların kısıtlı olduğu dönemlerde halkın imdadına yetişmişler; iğne, pansuman yapmışlar; serum takmışlardır. İğne yapma işi çok olmaktadır. O zaman tek kullanımlık olan enjektörler yoktur. “şırınga” dediğimiz içine ilaç doldurulan cam âlet ve devamlı kullanılan iğneler vardır. Berber Mustafa da, bu işleri çok iyi yapan kişi olarak bilinmekte, sıkıntısı olan hemen buna başvurmaktadır.

1967 yılının bir yaz günü gece vakti…Mustafa Koç, günün verdiği yorgunlukla derin bir uykuya dalmıştır. Gece yarısı kapısı hızlı hızlı çalınır. Çocuk-çoluk hepsi uyanırlar. Kapıyı açtıklarında, karanlıkta bir erkek ve bir kadın görürler. Kadın, ağrıdan iki büklüm olmuş şekildedir. Hemen bunları içeriye alır ve derdini sorar. Durumu anlar ve hemen islimi yakarak şırıngasının ve iğnelerinin olduğu metal kutuya biraz su koyup, bunları kaynatır. Bundan amaç, mikropların ölmesi içindir. İğneler devamlı kullanıldığı için, ağızları potlaşmıştır. Bu yüzden kişinin kaba etine saplayarak iğneyi yapması gerekmektedir. Şırınganın içine ilacı çeker ve hasta kadına kaba etini açmasını söyler. Kadın şalvarı çıkarmak için ipini açarken, kocası müdahale eder. Karısının kaba etinin görünmesini istemez. Çaresiz kalan Mustafa Amca, kadını yüzükoyun yatırır ve şalvarın üzerinden iğneyi yapar gönderir. Ertesi gün kadının kocası, karısının iyi olduğunu belirtmek için gelip teşekkür eder.

Buradan çıkaracağım sonuçlar var: Birincisi; sağlık konusunda ayıp, günah olmaz. İkincisi; kadınlarımızın kızlarımızın daha rahat tedavi olmasını istiyorsak, kız çocuklarımızın da en iyi okullarda, tıp fakültelerinde okumasını sağlamak.

DİŞ  TABİBİ

O gün için bazı berberlerin yan branşlarından birisi de diş çekim işleridir. Dişi ağrıyan, iltihap yapan doğru berbere giderdi. Berber Mustafa, köydeki bu ihtiyaca cevap vermek için dişçiliği de öğrenmek ister. Dişçi Kadir (Koç) amcasının oğlu oluyor. Onun yanında dişçiliğin özelliklerini öğrenir. Dişi çekilmesi gereken kişiye önce morfin vurur, sonra dişini çeker. Bunun karşılığında köylü; tavuk, culuk, kaz verir.

Devamlı yenilik peşinde olan Mustafa Koç, dondurma imal edip satmak ister. Pastacı Muammer (Yavuz) eniştesi olur. Ondan dondurma yapımını öğrenir. Afyon’a giderek gerekli malzemeleri alır. O gün için nahiyede koyun çoktur. Koyun sütüyle nefis dondurmalar yaparak, berber dükkanının önünde halka satar.

Nahiyede hamam vardır fakat çalıştıracak kimse yoktur. Bu hamamı tutar ve bir gün kadınlara, bir gün erkeklere olmak üzere, burayı da üç yıl çalıştırır. Halk pancarını istasyona kağnılarla çekmektedir. Bunu kolay hale getirmek için, gazlı bir traktör alır ve nahiyenin pancarını istasyona çeker.

   SİNEMA  İŞLETMECİLİĞİ

Bolvadin’de yazlık ve kışlık sinemalar var. Bazı kişiler, köyden sinema için Bolvadin’e geliyorlar. Bu sıkıntıyı gidermek isteyen Mustafa Amca, İzmir’de sinema makineleri satan asker arkadaşına gider. Oradan film gösterme makinesi alır. Filmin nasıl oynatılacağını öğrenir. Oradaki film şirketiyle de haftada bir, film göndermesi için anlaşır. Belediye deposuna beyaz perde takılır ve makinenin kurulacağı daire yapılır. Burası yazlık sinemadır. Halk çok ilgi gösterir. Kış gelirken, besihane olarak yapılmış bir yeri kiralar. Buraya iki yüz kişilik sandalye alır. Dışarıya hoparlör takılır ve ilgi çekmek için plâktan çalınan türküler halka dinlettirilir. İstasyona tren yoluyla gelen, genellikle dini ve kahramanlık filmleri halka gösterilir. Filmler sadece geceleri gösterilir.

Bir gün “Ölüler Konuşmaz ki” adlı bir film gelir. Bu korku filmidir fakat bunu kimse bilmemektedir. Sinema dolar, en önde ise yerde çocuklar oturmaktadır. İçerisi karanlık olur ve film başlar. Film, korku ve gerilim doludur. Bir müddet sonra “bobin” (film arası) olur. Işıklar yanınca bakarlar ki öndeki çocukların hiç birisi kalmamış. Filmin ikinci yarısının sonunda, koca salonda sadece üç-beş kişi kalmıştır. Bir daha da o filmi göstermezler.

ELEKTRİĞİN  GELMESİ

1967’den önce Çobanlar’da elektrik yok. Halk kandil veya gaz lambası ile aydınlanıyor. Bazı durumu iyi olan aileler, “lüks” denilen daha parlak ışık veren aydınlatıcıyı kullanıyorlar. Bunların evinde ve dükkanında da lüks var. Ayrıca, akü ile çalışan radyo var. İbrahim Çakmaklı, belediyeye elektrik kalfası olarak gelir. Onunla birlikte İsmail ve İsmet Çakmaklı da vardır. Görevleri, nahiyeye elektrik tesisatını kurmaktır. Mustafa Koç, bunlarla birlikte olur ve evlere elektrik çekiminde yardımcı olur. Evine elektrik bağlanıp ışığı yanan halk, mutlaka “yağlı” yapıp ikramda bulunur.

LOKANTA

1968 yılı…Nahiyede lokanta yok. Dışarıdan gelen kişiler yemek konusunda zorluk çekiyorlar. Rahmetlik annesi çok iyi yemek pişirdiği için, çocuklarına da öğretmiştir. Bu bilgisine güvenen Mustafa Koç, lokanta açar. Köyde kahvaltı kültürü yoktur. Herkes sabahları çorba içiyor. Sabahları çeşit çeşit çorbanın yanı sıra, değişik yemekler yaparak bu eksikliği de giderir. Afyon Şeker Fabrikası’na girer ve burada da aşçı olarak iki sene çalışır.

Çocukları büyüyüp lise çağına gelince, 1978’de Bolvadin’e taşınır. Bolvadin’deki evinin önüne dükkan yapar ve yirmi sene bakkallık eder. Bu arada briket makinesi alarak briket de döker.

DİBEV TOPRAĞI

Canlıların hayatlarını devam ettirebilmeleri için toprak gereklidir. Toprak, canlıların beslenmesini, nefes almasını ve barınmasını sağlar. Topraktan gelen insanoğlu, toprağa devamlı ihtiyaç duymuştur. Yediğimiz- içtiğimizin yanı sıra, inşaat işlerinde ve çocuk büyütmede de toprakla haşır-neşir olmuşuzdur. Toprakta oynayan çocuk sağlıklı olur. Toprağa çıplak ayakla basmak, vücuttaki fazla elektriği alır. Ölmek için doğmuştur ya insan; bu yüzden yağmur sonrası toprak kokusunu sever.

Bugün için çocuk büyütmek kolay değil…Eskiden bu, çok çok daha zordu. Çocuğun altına tutulan bez ayrı bir problemdi. Doğum yapacak kadın, evdeki yıpranmış eski elbiseleri bozup, çocuk bezi yapardı. Evlerde su yok…Çocuğun altına tutulan bezler, her gün sokak çeşmesine götürülür; hatılın son kısmındaki akan suda korkuyla yıkanırdı. “Korkuyla” diyorum, çünkü her an belediye çavuşunun gelip leğenini ve tokacını alma ihtimali vardır. Çeşmede bez yıkaması yasaktı. Kış günleri bu yıkama işi daha zor olurdu. Buz gibi akan suda, bezleri yıkayıp tokaçlayan kadının önüceğinden buzlar sarkar, elleri uyuşmuş olarak evine gelirdi. Yıkanan bezler, odada sobanın arkasındaki duvarda asılı olan ipe asılırdı. Vay elleri değil, ayakları öpülesi garip analarımız neler çekmişler.

İş sadece bezi çocuğun altına tutmakla bitmiyor, bezin içine çocuk toprağı da koymak gerekiyor. Çocuk toprağı ise, altını kirleten bebekte pişik olmamasını sağlıyor. Ayrıca, karnında ve midesindeki gazları alıyor. Türk kültüründe, çocuk toprağının önemli bir yeri vardır. Peki, bu toprak nasıl bir şey ve nereden geliyor? Bolvadin’e 4 kilometre uzaklıkta bulanan Dibev Köyü var. Bu köyün topraklarının belli bir kısmı verimli toprakken; belli kısmında ise verimsiz, milli, killi topraktır. Ekim için bu işe yaramaz görünen toprak, ev içi sıva işlerinde ve bebeğin bezine tutulmak için kullanılmıştır. Çamur haline getirilen bu toprak, kuzu derisinden yapılan eldivenle, odanın içinin duvarlarına badana amaçlı sürülürdü. Milli olduğu için beton etkisi yapar ve kolay kolay kazılmazdı. İsteyen kişi, eşeğiyle veya arabasıyla Dibev Köyü’ndeki bu ocağa gider, oradan kazıp çuvallara doldurur ve evine getirirdi. Bebeği olan kadınlar, bu toprağı çocuk büyüyesiye kadar kullanırlardı. Genellikle satın alınırdı. Arabasına veya eşeğinin üzerine çuvalları doldurup getiren satıcı, sokakta: “Toprakçı geldiii, Dibev toprağııı!” diye bağırır, elindeki şinik veya tenekeyle bunları satardı. Kışa girerken, bir kış yetecek şekilde satın alınırdı.

Satın alınan topraklar, evde ince elekle elenir; kumu, taşı ayıklanırdı. Çocuğun bezine konacak olan toprak, önce bir kepçeye (küçük kürek) konur ve kış ise soba üzerinde, yaz ise ateş üzerinde iyice ısıtılırdı. Isınan topraktaki mikroplar böylece ölürdü. Soğumaya bırakılan toprak, ılık hale gelince çocuğun bezinin üstüne serilirdi. Çocuğun kalçası ve beli, topraklı bez üzerine gelecek şekilde yatırılıp sarılır ve bez bağı ile bağlanırdı. Yaprak dolması gibi kundağa sarılan bebek emzirilir, başına tülbent bağlandıktan sonra sancağa (salıncak) yatırılırdı. Bebek, bilhassa kış günleri üşümeden sıcacık uyurdu. Bu toprağın en önemli özelliği ise, bebek altını ıslattığı zaman bunu emmesiydi. Böylece bebeğin altında, idrardan dolayı pişik oluşmamasıydı. Bu toprak günümüzde dahi, pişik olduğu zaman çamur haline getirilip sürüldüğünde pişiği geçirmektedir. Hey gidi günler hey!..Şimdiki annelere bunları anlatsan masal gibi gelir.

   VEFAT

Tarihler 2003 yılının Şubat ayını göstermektedir. Mustafa Amca İki gün hasta yatar. Vefatından bir gün önce çocuklarıyla vedalaşır, ertesi gün hacca gidecek olan oğlu İbrahim’e, kendisine de dua etmesini söyler ve vefat eder. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ