DUZCU ABDILLANIN NAİME (NAİME GÖKER)
1920’de Bolvadin’in Hisar Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Dedesi Osman Hulusi Kemerkayalı olup, çocuk yaşta çobanlık yapar iken, yerde yazılı bir kağıt buluyor. Kağıdı alıp babasına getiriyor, okumak istediğini söylüyor. Babası da bunu yatılı olarak okuması için Bolvadin’e gönderiyor. Burada medreseyi bitirdikten sonra, Konya’ya gidip yüksek tahsilini tamamlayıp müftü oluyor ve Bolvadin’e tayini çıkıyor. 1860-1895 yılları arasında müftülük yapıyor. Naime’nin babasının adı Mehmet Ali… İlim tahsil etmiş ve 1908-1920 yılları arasında müftülük ve müderrislik yapmış, Bolvadin Kadılığı, görevinde bulunmuş. İki oğlan, dört kız; altı kardeştirler. Bir de evlatlık edindikleri kardeşleri vardır. En küçükleri Naime’dir. İki yaşında iken babasını kaybetmiş, yetim büyümüştür. Ağabeyleri Reşat ve Osman, yüksek tahsil yapmışlardır.
Naime Göker; her yönüyle toplumda az bulunur, örnek gösterilecek şahsiyette bir kişi idi. İşiyle-aşıyla tam bir Anadolu kadını olmasının yanı sıra, şimdiki zamana göre “hanımefendi”, eski zamana göre “abla” türünden bir kadındı. Hamama gurna’ya gitse tası belli, düğüne davete gitse yeri belliydi. Yemin yalan bilmez, yersiz konuşmazdı. Toplumun “akl-ı evveli” idi. İleri görüşlü, çağdaş düşünceli, okumayı-okutmayı çok seven bir kişilikti. Kendisinin ve dört çocuğunun da kitap çıkartmış olmaları, eğitime ne kadar değer verdiğini göstermektedir. Bu yönde, Bolvadin’de de başka bir aile yoktur.
ÇOCUKLUĞU
Küçük Naime, evin en küçük çocuğu ve babasının da olmamasından dolayı çok nazlı büyütülür. O zamanki küçük çocukların; plastikten yapılmış ne ağlayan bebekleri, ne de pille çalışan arabaları var. Her çocuk kendi dünyası içinde, kendi el emeği ile tasarlayarak oyuncağını yapar. Naime de, her çocuğun yaptığı gibi, evdeki “çit” dedikleri artık kumaş parçalarından böbük (bebek) ler yapar. Yaptığı bebeklerin baş kısmına kaş göz yapar ve kundağa sarar. İki eşya arasına gerdiği iplere salıncak kurar ve çocuğu yatırarak annesinden duyduğu ninnileri söyler. Bahçelerinde biraz toprak kazarak çamurdan bebek yapar, çamur karıp tava yapar. Bu tavanın içine, küçük çamurlardan köfte yapıp kor. Çamurdan yaptığı avuç içi kadar küçük havuzu eline alarak içine tükürür ve tersine çevirerek; “Bi gulağım sancar, bi gulağım pancar, guldurguuuk!..” diyerek hızla düz bir yere çarpar. Havuzun ortasının delinmesinden ve çıkan ses hoşuna gider.
KORKUDAN BAYILMA
Toplumun çoğunluğu çiftçi…Yazın çalışacak, kazandığını ürettiğini kışın yiyecek. Fantezi yok, gösteriş yok, cepte doğru dürüst para da yok. Delikanlı kahvehaneye gidip oturacak parası yok. Çare ne? Çare, ambarlarından babası görmeden biraz arpa veya buğday alıp, zahireciye veya bakkala götürüp satmak…Bunu yapmayan genç pek yok gibiydi.
Naime Göker dokuz yaşında…Annesi, evlerinin yakınında olan Balta Çeşmesi’nden su doldurup gelmesini söyler. Eline iki testiyi alıp yola çıkar. Mahallede, aklını sonradan kaybetmiş meczup bir kadın var. Annesinden dinlediğine göre, bu kadıcağızın üç eltisi varmış. Bir gün dört elti, kayınnaları ve kayınbabaları evde yokken, kendi ihtiyaçları için ambardan haşgeş çalıp satmayı plânlarlar. Haşgeş ambarı tahtadan yapılma ve genişçe imiş. Eltinin birisi gözcü kalmış, bunu ambarın içerisine indirmişler. Tam iş üzerindeyken kayınbabaları çıkagelmiş. Üç elti de hemen kaçışmışlar, bu kaçamamış ve ambarın içinde yakalanmış. Kadın, korkudan orada aklını kaçırmış. Bir daha da toparlanamamış. Bazen eve kaparlarmış. Gün boyu vakitli vakitsiz bağırırmış.
Bu kadın, komşularından birinin evine girer. Bu kadını merak eden Naime, elinde boş testilerle kadının girdiği o komşu evine, onun arkasından girer. Eve girince kadınla göz göze gelirler ve kadın üzerine yürür. Hemen kaçar ve elinde testilerle çeşmeye doğru koşar. Şalvarının ağını eline alan kadın da, bunun arkasından koşar. Naime, kendisini tutacak sanır ve korkuyla oraya bayılır, testiler de kırılır. Kadın da hemen geri döner, gider. Bunu gören komşuları koşup bunu kucaklarlar ve evlerine götürürler. Naime, bu olaydan sonra sokağa çıkarken daha dikkatli olur.
İLKOKULA BAŞLAMA
Şimdiki Atatürk İlkokulu’nun yanında Bahçe Mektebi vardı. Orasının ilk ismi “Kızlar Mektebi” imiş. Kız-oğlan karışık öğretim veriliyormuş. Kiraya verdikleri evleri var. Orada savcı oturuyor. Bu savcının eşi Şahinde Hanım, küçük Naime’yi çok seviyor. Sekiz yaşına gelince bunu okula yazdırmak için teşvik eder. Annesi ve Naime bunu kabul ederler fakat etraftan: “Kız çocuğu okur muymuş!…Okutup da aşk mektubu mu yazdıracaksın!…Bir de hoca çocuğu olcak!” diye, annesine okula göndermemesi için baskı yaparlar. Kendini idareden kendi âcizken, / Tertemiz kalplere saplarlar diken. / Akıllı iş bilenler orada varken, / Ne büyük felaket ah bu cehalet.
Mahalle baskısına rağmen kaydı yapılır. Sınıfta kız olarak birkaç memur çocuğuyla birlikte bu ve “İncelerin Ayşe” (Özaydın) vardır. İlk üç ay, Arap harfleriyle öğrenim görürler. O sırada Harf İnkılâbı olmuştur ve “yeni yazı” ya Latin harflerine geçilir. Yeni müfredatta, din dersi öğretimi yoktur. Dîni bilgi veren mahalle mektepleri de kapanmıştır. Bazı kız çocuklarının babaları, yeni Türkçe harfleriyle öğrenim görmesini istemezler ve “Gavır mettabına mı gitcek!” diye çocuklarını okuldan alırlar. Sınıfta kız olarak, İncelerin Ayşe ile birlikte iki kız kalırlar. Üçüncü sınıfın sonunda arkadaşı Ayşe nişanlanınca, onu da okuldan alırlar. Sınıfta tek kız olarak bu kalır. Dördüncü sınıf bu okulda olmadığı için, Eski Demirciler İçi’ndeki Kocatepe Mektebi’ne devam eder. Beşinci sınıfta ise Akçeşme Mektebi’ne gider. “Yeni yazıyla öğrenim gören ilk Bolvadinli kız”, unvanına sahip olur. O gün için kimse imza bilmiyor. Öğretmeni Şevket Bey, imza atmasını öğretir. Daha sonraları, okuma oranını yükseltmek için, on altı yaşından küçük kız ve erkek çocuklar için okuma-yazma kursları açılır.
SÜRPRİZ NİŞAN
Okulu bitirmesine üç ay var. Bir gün okul dönüşü eve girdiğinde anasının kahve değirmeninde kahve çekmek için kahve çekirdeğini kavurduğunu görür. Anasına sebebini sorduğunda: “Seni yavuklu ettik, (nişanladık) akşam misafirler gelecek.” der. Şaşırır, utanır, “Kime?” diye soramaz. Daha sonra teyzesinin oğlu, kahvehanede çalışan Abdullah’a nişanlandığını öğrenir. Kendisi on bir, nişanlısı ise on üç yaşındadır. Akşam misafirler gelir, küpe takarlar, nişan yüzüğünü ise, parmağına bol geldiği için yakasına iğnelerler. Nişanlısı tarafının, okumaması için yaptığı baskıya rağmen, okuluna devam eder.
Beşinci sınıfta iken yıl sonu müsameresi olacaktır. Sınıfta tek kız bu…Rolde bir kız öğrenciye ihtiyaç var. Öğretmen, Naime’nin bu rolü almasını ister. Naime çekimser kalınca, sınıftakiler “nişanlı” olduğunu söylerler. Öğretmen de çok sinirlenir. Ailesinin kabul etmemesi üzerine, müsamereye çıkmaz. Müsamere; önce memurlara, sonra esnafa yapılır. Müsamereye nişanlısı da gitmiştir. Naime de sahneye çıkacak, diye çok korkar. Okul biter bitmez hemen atkı, şalvar, önüceğe girer.
EVLİLİK
Dört yıl nişanlı kaldıktan sonra evlilik vakitleri gelir. Gelin on dört, damat on yedi yaşında…Çınarın karşısına düşen cadde üzerinde ilk yapılan belediye var. Bu belediye 1952’de yıkıldı. İki katlı, dört odalı ahşap bir bina…Zamanın belediye reisi de Basri Sinanoğlu…Yeni gelinlere “zar” denilen, bordo (al kırmızı) ve patlıcan moru renklerinde, baştan aşağıya tek parça, belinden uçkurla bağlanan, yüz kısmında peçe bulunan, sadece düğünlerde ve özel günlerde giyilmek için kullanılan sokak elbisesi dikiliyor. Nikah vakti gelince “al zar” giyer, yüzünde peçe, ayağında topuklu iskarpin ile nikaha belediyeye gidilir. Belediye başkanı, “Aldın mı?” “ Vardın mı?” dan sonra imza yerine kullanılan mühür basmasını söyler. Bu da imza bildiğini söyleyince şaşırırlar. Nikah sonrası düğün hazırlıkları başlar. Üç gün süren düğünden sonra yaylı araba ile gelin indirilir. Yeni evinin kapısından girerken, iki eline avuç dolusu buğday verirler ve bunları başından aşağıya döker. Bu, gelinin “bereketli” olması için yapılan bir gelenektir. Çeyiz kağnısı giderken, çeyizinde olan “iki kuşlu” kalaylı bakır güğümün içine su doldurmuşlar, merdivenin başına koymuşlar. Bunu yukarıya çıkarır. İkindiden sonra annesi iki tepsi baklava, iki tavuk ve üç tane de çörek gönderir.
Evliliklerinden üç oğlan, bir kız; dört çocuğu olur. Oğullarından Lütfi, öğretim görevlisi idi vefat etti. Osman, öğretim görevlisi idi emekli oldu. Mehmet Ali öğretmen idi, sonra iş hayatına atıldı, iş adamı oldu. Kızı Asiye, ziraat teknisyeni tarım öğretmeni Veli Aydın ile hayatını birleştirdi.
GÜNLÜK HAYAT
Günlük hayatı hep telâşeli geçer. İneklerin ve camızların sütünden; kaymak, sadeyağı yapar. Kaymakaltına da, yoğurt-peynir yapar. Çapacılara, çizgicilere bükme yapar. Şehir dışında “dutluk” dedikleri bağları var. Burada dut ağaçlarının yanı sıra, üzüm ağaçları da var. Zamanında Bolvadin’de ipek böcekçiliği yapılırmış. İpek böceğinin önemli besin kaynağı dut yaprağı olduğu için, Bolvadin’in çevresi dutlukmuş. Ayrıca ak üzüm ve kara üzüm ağaçlarının meyvelerinden pekmez yapılırmış. Kocası Abdullah ise; derviş gönüllü, güler yüzlü, hatırnaz, cömert, insanlara her konuda yardım yapmayı kendisine ilke edinen, “ölünü vekili, dirinin kefili” olan, insanları bir tarağın dişleri gibi eşit gören bir kişiydi.
Yıl 1942…İkinci Dünya Savaşı yılları…O yıllarda yağmurlar yağmaz, kıtlık baş gösterir. Buğday çok pahalanır. Bir “beşibirlik”e bir kile buğday alınır. Belediyeler tarafından, evdeki büyüklere bir ekmek, çocuklara yarım ekmek verilir. Açlık hat safhada. Bir dostları bunlara yarım kile un getirir. Bunlar hemen şepit ederler. Şepit kokusunu komşular duyar da belediyeye şikayet eder, diye korka korka yerler. Nazilli basması da karne ile satılır.
Mahallede hayat renkli geçerdi. Kızlar veya kadınlar kendilerinden büyük kadınlara: “hanmaba” (hanım abla), aile içindeki yaşlı kadına “boyana” (büyük anne) denirdi. Mahalleye gelin gelmiş kadınlara “yenge” denmez, “Ayşe Gelin” “Güllü Gelin” diye hitap edilirdi. Ayrıca, mahalle doktorları da vardı. Sarılık (hepatit) olan kişinin iki kaşının arası jiletle kanatılır, kanayan yere pamuk basılıp bu pamuk yutturulurdu. Sonra hasta olan kişinin yüzü sarıysa Sarısarlık’a, karaysa, yaylı arabayla Afyon’daki Karasarlık’a götürülüp, açık alanda mahremiyete uymadan yıkandırılırdı. Deri hastalıklarında ise, tükürükle hastalık geçirilmeye çalışılırdı. Anneler bazen küçük bebeklerine, ağızlarında çiğnedikleri lokmayı verirlerdi.
GELİN – KAYINNA KAVGASI
Genellikle herkesin evi toprak damlı, iki odalı…Odanın birisi kayınnanın, diğeri de gelinin olur. Çocuk da çok olunca, ev içerisinde kavga dövüş eksik olmaz. Kaynanalar, gelinin üzerinde hakimiyet kurmak için her yola başvururlar. Olur-olmaz şeye eksik bulurlar, kızarlar, azarlarlar, hatta dayak bile atarlar. Gelinin, -kendine göre- eksik bulduğu yönlerinin üzerine katarak, oğluna da şikayet ederler. Ananın yuğgalamasıyla (tahrikiyle) oğlu da karısını döver. Bazen kaynatanın bile dövdüğü olur. Bu durumdaki bazı gelinler bağrına taş basarlar, bazıları da soluğu karakolda alırlar. Karakolda, gelin-kayınna barıştırılır gönderilir.
Naime Teyze’nin komşularından birisinin gelini, kayınnasıyla dövüşmüş. Komşular gelip aralaştırmışlar. Böyle durumlarda gelinin kimi kimsesi yoksa, doğru soluğu karakolda alırmış. Bir gün gene kavga etmişler. Böyle zamanda kayınna, gelin karakola şikayete gitmesin, diye gelinin “çar”ını, “çeki”sini saklarmış. Gelin bunları ararken hırsı da geçermiş. Kaynana, yine bunları saklamış. Kayınnadan yediği dayaktan usanan gelin, karakola gitmek için “çar”ını aramış bulamamış. Bulamayınca doğru Naime Teyzelerin evine gitmiş ve merdiven başında duran “çar”ı başına örtüp karakola gitmiş. Bunu gören kayınnası, çarı bunun verdiğini zannederek bunlarla da haksız yere çekişmiş, küsmüş. Sonradan durum anlaşılınca barışmışlar. Gönül bir sırçadır, kırıldığında tamiri zordur.
HAYAL DEFTERİM
Bolvadin’de bayan olarak, yaş itibarıyla ilk olarak kitabı çıkan kişi Naime Göker olmuştur. 1984 yılında oğlu Mehmet Ali’ye, kendi hayatını yazmak istediğini söyler. Oğlu memnuniyetle kabul edip teşvik eder. Sekiz senede, on yedi cilt defter bitirir. 2003 yılında bu yazdıklarının sadece dört cildi kitap haline getirilir. Bu kitap, Anadolu’da Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan hayatın, halkın ağzından ve görüş açısından anlatımı ile emsali olmayan bir kitaptır. Bolvadin’in son yüzyıldaki yaşantısı, kültürü, olaylar, insan tipleri, yaşanan eziyetler, sıkıntılar, sevinçler bu kitapta hayat bulmaktadır. Geçmişini öğrenmek isteyenler için bu kitap, roman niteliğinde mutlaka okunması gereken bir kaynaktır.
ÇOCUKLARINA TAVSİYELERİ
Eskiden, annelerimizin işleri pek çoktu. Mutlaka her evde en az sağılır iki inek olmasından dolayı onlarla ilgilenir, çocuk büyütür, tarla işlerine bakar, kocasının hizmetinde bulunurdu. Esnaf eşi ise, işi biraz daha fazlalaşırdı. Naime Göker de işte bu “iş-güç” içerisinde yaşadı. Bazı kadınlardan farklı özellikleri de vardı; Yalan söylemez, yersiz konuşmaz, yemin etmez. Komşularla iyi geçinir, hiç biriyle kavga etmez. Evleri “hâcet kapısı” gibidir. İhtiyacı olan bunlara gelir. Çocukların mutlaka okuması gereğine inanır, kendi çocuklarının okuması için gayret gösterir. Çocuklarına: “Oğlum, size kötülükte bulunana iyilikte bulunun. Komşularınızla iyi geçinin. Onları sıvazlaya sıvazlaya idare edin. Kimsenin ırzında namusunda gözünüz olmasın.” diye tembihlerde bulunur. Çalışmayı, üretmeyi çok sever, israf yapılmasına çok kızar. Bazı tembel müsriflere: “helâ şenlendiriciler” gözüyle bakar. Televizyonu hiç sevmez “ahmak aynası” diye adlandırır.
MAĞFİRET DENİZİ
Gölge ve hayalden ibaret olan bu dünyada yapılması gereken şey, Hüdâ’nın mağfiret denizine dalmaktır. Naime Göker de, zamanı gelince dünyanın geçiciliğini anlamış ve 15 Ağustos 2005 Pazartesi günü, öbür dünyanın varlığı haline gelmiştir. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…
N. Sait EKİCİ