KÂSIM USTA (KÂSIM HORANSUYUKESTEMET)
Kâsım Horansuyukestemet, 1918’de Bolvadin’in Kestemet Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Çiftçilik yapan babasının adı Mehmet Ali’dir. İki kardeştirler ve diğer kardeşi, orman kâtipliği ve arzuhalcilik yapan Şaban Horansuyukestemet’tir. Üç yaşında iken yetim kalmıştır. Kâsım Usta, iyi bir inşaat ustası olup, pek çok önemli binada emeği vardır. Kırk iki yıl inşaatçılık yapmıştır. Ayrıca, fidan yetiştiriciliğinin yanı sıra, lunapark işletmeciliği de yapmıştır.
Kâsım Usta; orta boyda, sert görünüşlü, vücut yapısı biraz gelişmiş bir kişi idi. Yerine göre sinirli, yerine göre çok merhametli birisiydi. Yardımsever, mert, cömert, sözüne sadıktı. Çocuklarına devamlı tavsiyelerde bulunur; doğruluktan, dürüstlükten ayrılmamalarını; kimsenin hakkını yememelerini; kimseye de haklarını yedirmemelerini; haramdan, yalandan, lüzumsuz işlerden uzak durmalarını tavsiye ederdi. Çocukları da, babalarının tavsiye ettiği yolda ilerlediler. 1969’da hac farizasını yerine getirdi.
GENÇLİK YILLARI
İlkokulu başarı ile bitiren küçük Kasım, o günün gözde mesleği olan kunduracılığa, Kunduracı Dümbekler’de (Dündar) çırak olarak başlar. Kısa zamanda işini kavrar ve iyi bir usta olur. Askerlik vaktine kadar aynı yerde çalışır. Dört yıl İzmir’de askerlik yapar. Orada tanıştığı Afyonlu hemşehrilerine, kimsesi olmadığı için: “Evimizin sokak kapısına kilidi taktım, geldim.” der. O yıllarda İkinci Dünya Savaşı devam etmektedir. Askerden gelip yuva kurmaya hazırlanırken, Türkiye’nin de savaşa girme ihtimali doğunca, bunu ikinci kez askere alırlar. İki yıl daha askerlik görevini yerine getirdikten sonra memleketine dönebilir. Artık evlenmeyi hak etmiştir. Yaptığı evlilikten; dört oğlu ve dört kızı dünyaya gelir. Oğullarından Mehmet Ali Mefâret, Almanya’da çalışmaktadır Mevlüt Baki Haşmet, emekli öğretmen; Abdülvahap Keramet, emekli din görevlisidir. En küçük oğlu Faik Hüseyin Gıyâsettin ise vefat etmiştir.
Bu sülale, Türkiye’de en uzun soyadı olan sülale unvanına sahiptir. 1934’de “Soyadı Kanunu” çıkınca, geldikleri köyün ve bulundukları mahallenin adını, soyadı olarak kabul etmişlerdir: “Horansuyukestemet”…Hatta, bu soyadın devamında “gırdıgızınınzerdalidalı” olduğu rivayet edilmekte, nüfus müdürünün itirazı üzerine kısaltıldığı da belirtilmektedir. Sülalede hiçbir ferdin tek ismi yoktur. Hepsi de, iki veya üç isme sahiptir. Şaban Nevzat ve Ahmet Kâsım Horansuyukestemet’ten başlayan bu gelenek, son kuşak olan torunlarda da devam etmektedir. Resmî işlemlerde biraz zorlansalar da, hepsi de isimlerinden ve soyadlarından çok memnundurlar.
HORAN PARKI’NIN İSMİ
Kâsım Usta’nın dedesinin ismi Hüseyin’dir. Hacı Hüseyin Efendi, 1900 yılından önce, Emirdağ’ının Horan Köyü’nde yaşamaktadır. Dini bütün, takva ehli bir kişidir. O zamanlar, Emirdağ ve köyleri Bolvadin’e bağlıdır. Hüseyin Efendi, 1900’lü yılların başında, Bolvadin’e taşınmaya karar verir. Şimdiki Horan Parkı’nın olduğu yer, ağaçlığı olmayan düz bir arazidir. Burayı satın alır ve tarlanın kenarına evini yapar. Orayı yeşillendirmek için tarlanın kenarından bir de su çıkarttırır. Suyun kenarlarına söğüt ağaçları diker. Bu su, çok tatlıdır ve tahmininden çok fazla çıkar. Çıkan sudan, Bolvadin merkezde oturanlar da faydalansın düşüncesiyle, fazla gelen suyu Bolvadin’e doğru yönlendirir. Devamlı akan su, Cirit Meydanı’nın oradaki bahçeleri, tarlaları suladıktan sonra, göle kadar gider. Horan Köyü’nden geldikleri için bu suya da “Horan Suyu” adını verir. Soyadı kanunu çıkınca da bu soyadı alırlar.
Yıl 1954…Afyon Ziraat Müdürü Alaattin Gümüş, Bolvadin Ziraat Teknisyeni ise Abdurrahim Gümüş…Bunlar, zamanın belediye reisi Süleyman Kabadayı ile bir proje hazırlarlar ve şimdiki parkın olduğu yere, park yapıp yeşillendirmek isterler. Horansuyu ailesinin tarlası, bahçesi kamulaştırılır. Orada bulunan belediyeye ait arazi de içine alınarak, büyük bir park yapılır. Dinlenme ve piknik yerlerine çam ağacı dikilir. Diğer yerlere de meyve fidanları dikilir. İş, bu parka isim vermeye geldiğinde, buraya yerleşen ve su çıkaran sülalenin adının verilmesi kararlaştırılır ve “Horan Parkı” denir.
KERPİÇLİ HAYAT
İnsanoğlu var olduğu günden itibaren, kendine ait kapalı bir alana ihtiyaç duymuştur. Bunun sonucunda, oturup kalkacakları evler yapmaya başlamışlardır. Bu evleri genellikle bitişik yapmış, mahalle oluşturmuşlardır. İnsan yapısına en uygun malzeme topraktır. Bunlar da, topraktan malzemeler yapıp evlerini oluşturmuşlardır. Anadolu insanı, ev duvarını yaptıkları malzemeye “kerpiç” adını vermiştir. Evlerimiz, yakın zamana kadar kerpiçle yapılmıştır. İlkel ve çağdışı olarak görülen bu malzeme, şimdiki yapı malzemelerine göre pek çok üstünlüğe sahiptir. Maliyeti düşüktür; havayı temizler; oda nem düzeyini dengeler; ahşabı korur; betonarmeye göre deprem sırasında iki kat daha dayanıklıdır.
Kerpiç nasıl yapılır: Toprak önce çamur haline getirilir. İçerisine toprağın birbirini tutması için saman atılır, karıştırılır. Bir gün bu şekilde bekleyen çamur, yerdeki toprağa konmuş olan kalıplara dökülüp en az bir gün bu şekilde kurutulmaya konur. Kalıplarından çıkarılan kerpiçler, güneş altında dik olarak kurutulur ve inşaat alanına götürülür. Benim çocukluğumda, komşularımızın evlerinin yanındaki bahçeleri hep çukur olurdu. Buna bir anlam veremezdim. Meğer adamlar, kendi arsasının içindeki toprağından kerpiç döktürüyormuş. Endüstri Meslek Lisesinin karşısındaki çukurluk da, herkes buradan toprak aldığı için bu hale gelmiş. Kerpiç, her şeyden önce sağlıktır. Toplum, beton binalara geçince, bilhassa romatizmal hastalıklar artmıştır. Devamlı evde duran kadınlarımızın büyük çoğunluğu, dizlerinden şikâyetçidir ve topal gibi yürümektedir. Avrupa’nın pek çok ülkesinde şimdi, kerpiç evler yapılmaya başlanmıştır.
KERPİÇ USTASI
Askerden gelen Kasım Usta, kunduracılık mesleğini bırakır ve heveslisi olduğu inşaat işlerine girer. Genellikle “Karacaustalar” diye anılan, Bolvadin’in önemli ustalarından olan, pek çok eser bırakan “Kalay Kardeşler” ile beraber çalışır. Bazen de, kendisi yapmak üzere tek başına iş alır. 1950 yıllarından sonra yapılan, resmi daire binalarının çoğunda çalışmıştır.
Bir kerpiç, en az üç kilo gelirdi. Bazen duvarların kalınlığı bir metreye yaklaşırdı. İşte bu kalın duvarlara ise “künde” denilen, kerpicin neredeyse dört katı olan malzemeler kullanılırdı. Künde yapımında, normal düz toprak bellenir; üzerine su döküp çamur haline getirilip çiğnenir ve üzeri düzlenir. Bu şekilde bir gün bekletilen çamur, orakla kesilir. İki gün daha bekletilip suyunu atan çamur, yan çevrilir ve iyice kurumaya bırakılır. Bu kündeleri bir kişi zor kaldırır. Ancak iki kişi tezgeneye (zamanın el arabası) kor ve yapılan duvara taşır. Künde ile yapılan duvarlarda ağaç kullanılmaz. Kerpiç duvar yapmadan önce, binanın iskeletini oluşturan ağaçlar çakılır. Bu ağaçların arası kerpiçle doldurulup, üzeri bol samanlı toprak sıva ile sıvanır. Şu anda kullanmadığımız ve “tarihi(!)” diye yıkamadığımız bu evler, aynı bu yöntemle yapılmıştır.
Şaban ve Kâsım Horansuyu kardeşlerin, Akçeşme İlkokulu yakınlarında on dönümlük arazileri var. Bu arazinin etrafına duvar çekip, içerisine de bahçe evlerini yapmaya karar verirler. Şaban Amca devlet görevlisi olduğu için, bu işi Kâsım Amca üstlenir. Arazi içerisinde kerpiçlerini ve kündelerini döker. “subasman”adı verilen taştan temeli attıktan sonra, elli santim kalınlığı, iki metre yüksekliğindeki duvarla etrafını örer. Bahçenin ana yoldan uzak köşesine de bahçe evini yapar.
ZERDALİ FİDANI
Bolvadin yöresinin toprağına ve iklimine en uygun ağaçlardan birisi de, zerdali ağacıdır. Çok kişi tarlasının kenarlarına zerdali ağacı dikerdi. Diğer meyve ağaçları pek bilinmezdi. Kâsım Usta; yeşili, yeşilliği, hastalık derecesinde seven birisidir. Kardeşiyle birlikte, bu boş araziye her türlü meyve fidandan dikerler. Ağırlıklı olarak zerdali ve üzüm fidanları dikerler. Büyük bir hendekle bölünmüş olan kendi bahçe tarafına, su çıkarttırır. Ayrıca, bir de tulumba suyu da çıkarttırır. İnşaat işlerinden arta kalan boş vakitlerini tulumbanın başına oturup, büyük bir keyif içerisinde, büyümekte olan fidanları seyretmekle geçirir. Kısa zamanda ağaçlar büyüyüp meyve vermeye başlayınca, şehirde bunun bağ meşhur olur. “Gırdıgızının Bağ” olarak ünlenir. O bölgede oturup da, bunların bağından çağla çalmayan çocuk neredeyse yok gibidir. Bahçesinin yanından geçeni mutlaka durdurur, ağaçlardan kopardığı zerdalileri: “Gören gözün hakkı var.” der ve verir.
Ağaç sevgisini ve meyvesini çevreye de yaymak isteyen Kâsım Usta, fidan yetiştirip satmaya karar verir. Yetiştirdiği fidanları, kendisi ve çocukları şehirlerarası minibüslerin üzerine yükleyerek, komşu ilçelere götürüp satarlar. Ömrü boyunca, bahçesinde yirmi yedi bin fidan yetiştirerek pazarlar. Şu an kesilmeyen her bir ağacın meyvelerinin sevabı, kapanmayan defterine sadaka sevabı olarak işlenmektedir.
BUĞDAY HIRSIZI
Kasım Usta’nın tarlası var. Ekim ayında burayı sürdürerek buğday ektirir. Verimin iyi olması için hayvan tersi de attırır. Ekinler büyüyüp olgunlaşınca, orakçı tutar ve biçtirir. Patos makinesinden çıkan buğdayları çuvallarla, bahçe içerisindeki evinin duvarının yanına indirtir. Sekiz çocuklu kalabalık aile…Birazını kışın ekmek yapıp yemeleri için un yaptıracak, birazını da gölle kaynatıp bulgur çektirecek.
Eylül ayının sıcak günleri…Yorgun-argın işten gelen Kasım Usta, akşam yemeğini yedikten sonra yatsı namazını kılar ve okuyup-üfleyip yatar. Derin bir uykudan sonra, cingir cingir okunan sabah ezanıyla uyanır ve abdest alarak caminin yolunu tutar. Sabah namazını kılmanın verdiği huzurla, henüz aydınlanmamış yoldan dualarını devam ettirerek gider. Evinin yanına yaklaştığında, bahçe duvarının yanında atlı bir araba karaltısı görür. Bahçe kapısından içeriye girdiğinde, bir adamın bir çuval buğdayı yükleyip, bahçe duvarından dışarıya attığını görür. İhtiyacı vardır, bir çuval götürsün, diye ses etmez fakat adam iki-üç derken bütün çuvalları götürecek. Hemen usulca yaklaşır ve üzerine atlayıp adamı yakalar. Bütün çuvalları tekrar aldığı yere koydurur. Adam, atı ve arabası orada olduğu için kaçıp da gidemez. Hırsızı, evin yanına getirip ellerini ve ayaklarını bağlar. Adam, bırakması için yalvarmaktadır. “Şimdi gidiyorum, polis getirip seni teslim edeceğim!” der ve doğru çarşıya gider. Aşkar’ın Kahvehane’ye oturup, simit satan bir çocuktan simit alır ve çay ile içer. Biraz öfkesi geçmiştir. Amacı polise gitmek değil, o hırsızlık yapan adamı biraz korkutup ders vermektir.
Tekrar eve döndüğünde, adam aynı yerde korkulu gözlerle buna bakmaktadır. Ona: “Sende hiç mi vicdan merhamet yok! Ben bu buğdaylar için bir sene çalıştım, çabaladım, uğraştım. Ne hakla bunları çalıyorsun? Çocuğuna-çoluğuna bu haram lokmayı nasıl yedireceksin?” der ve adamdan bir daha hırsızlık yapmayacağı sözünü aldıktan sonra, el ve ayaklarını çözer. Sırtına da bir çuval buğday yükledikten sonra: “Git bunu çocuklarına helâlından yedir!” der. Haramda mutluluk ararsan, mutluluk sana haram olur.
TURŞULU KAHVALTI
Yıl 1964…Kasım Usta İle Karacaustanın Mustafa (Kalay) beraber çalışıyorlar. Bir yerin inşaatını yaparken, bazen yevmiye (günlük) hesabı, bazen de kesenedi (toplu pazarlık) hesabı yapıyorlar. Ağılönü Semti’nden bir adam, bunlara gelip kerpiçten tek katlı bir ev yaptırmak istediğini söyler. Kesenedi olarak anlaşırlar. Çalışanlara sabah kahvaltısını ve öğle yemeğini, ev yaptıracak kişi verecektir. İşe başlarlar. Kahvaltıda çayın yanında peynir ve zeytin de vardır. Çalıştıklarının dördüncü gününde kahvaltı gelir. Sofrada ekmek, çay ve bir kap içerisinde turşu vardır. Evin hanımı, evde katık olmadığı için sofraya turşu koymuştur. İkisinin de gözleri dolar ve lokmalar boğazlarında düğümlenir. Evin hanımına bir daha yemek yapmamasını, yemekleri evlerinden getireceklerini söylerler.
Kasım Amca akşam evine gelince durumu, hanımı Fatma Aba’ya söyler ve o da üzülür. Fatma Aba, ertesi gün bir tepsi kumpilli ve mercimekli bükme yapıp, Fakının Fırın’da pişirir. Küçük çitenin içine mendil yayıp bükmeleri içine sıralar ve ağzını örter. Bir koltuğuna çiteni, diğer eline zerdali hoşafını alarak inşaat yerine gider, verir ve döner. Çalışanlar, sevinçle bükmenin başına çöreklenirler. Bu arada yoldan geçenler de gelir. Herkes yemiştir fakat Kasım Usta’ya bir şey kalmamıştır. Akşama kadar aç karnına çalışır. Onun için önemli değildir. Zîra, dünya sofrasından tok kalkan yoktur.
DÖNME DOLAP
Kasım Usta, çok yönlü bir insandı. Sanatkar ruhlu idi. 1965’li yıllarda bayramlar, çocuklar için çok renkli geçerdi. Ayrıca, şimdiki “lunapark” dediğimiz eğlence yerleri kurulurdu. Buğday Pazarı’nın olduğu, şimdiki Kelekçiler’in dükkanın önüne bayramlarda “dönen” kurulurdu. Burayı, Kasım Usta çocuklarıyla birlikte işletirdi. El ile çevrilen dönme dolap ve atlı karınca denilen aletler vardı. Ayrıca “ağgağnım-çöğgağnım” dediğimiz tahtaravalli de vardı. Çocuklar üç gün belli bir ücret karşılığı bunlara binerlerdi.
YAZLIK SİNEMA
Kasım Amca’nın Kestemet Mahallesi’ndeki evinin arkası yazlık sinemaya bakardı. Sinema, bunların evden biraz çukurda idi. Evlerinin arkasından sinema perdesi görünürdü. 1973 yılı…Evlerde televizyon, radyo yok…Halkın eğlencesi olarak, sadece yazlık ve kışlık sinema var. Yaz günü akşamdan sonra, mahallenin bütün kadınları bunların bahçeye doluşur, film seyreder giderler. Bunlar da kimseye bir şey demez. Bazı zaman, kadınlar filme kendilerini fazla kaptırırlar; bazen ağlarlar, bazen de gülerler. Bu arada ilginç olaylar da yaşanır.
Hayvan aç iken, insan tok iken kudurur. Tecavüzcü Coşkun, masum roldeki kızı kandırıp tuzağa düşürür. Kıza kötülük edecek. Ortalıkta bir sessizlik olur. Orada filme kendini kaptırmış olan Ayşe Aba, adamın yapacağı işi engellemek için birden ayağa kalkar ve: “Fanılayasıca!…Gavaklar gibi göç!” diye bağırarak ayağındaki terliği çıkarıp sinema perdesine fırlatır. İşte insanlarımız bu kadar saf ve temiz yürekli.
AYRILIK
“Yalancı dünyaya konup göçenler, / Ne söylerler ne bir haber verirler. / Üzerinde türlü otlar bitenler, / Ne söylerler, ne bir haber verirler.” Tarih 07 Ağustos 1994 Pazar… Horanların Hacı Kâsım hastalanır. 78 yaşında iken Allah’ın rahmetine kavuşur. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…
N. Sait EKİCİ