Bolvadin'in Temel Taşları

 

 HOBBAN HOCA   (M. FAHRETTİN KOÇAK)

   Kimse adını bilmez. “Hobban Hoca” veya Bolvadin’deki elli altı caminin içinde, “Hobban’ın Camii” dendi mi herkes bilir. Mehmet Fahrettin Hoca, 1315 (1899) yılında Şazi Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Babasının adı Abdülkadir…Hobban Hoca’nın çocukluğu sırasında “Sıbyan Mektepleri” vardı. Bir caminin veya hayır kurumunun yanında olurdu. Kur’an-ı Kerim öğretilirdi. Bu okullara çocuklar 5 yaşında iken başlarlar ve bir sene burada okurlardı. Daha sonra çocuk isterse “Medrese”ye gider 12 yıl okur; isterse “İptidaiyye” denilen 6 yıllık okula gider ve burayı bitirince ilkokul mezunu olurdu. Daha sonra, rüştiye (ortaokul), îdâdi (lise) ve dârulfünûn’a (üniversite) giderdi. Hocamız önce sıbyan mektebini, daha sonra Kaymas Mahallesi’nde bulunan Mihrak-ı Zafer Mektebi’ni bitirir. Askerlik çağına kadar değişik hocalardan ders alır.

  Mehmet Fahrettin Hoca; orta boylu, iki tutamdan fazla bembeyaz sakalı olan, biraz tombul, sevimli ve nurâni yüzlü birisiydi. Yarım şalvar pantolon giyerdi. Şekli, Nasrettin Hoca’nın resimlerine benzerdi. Açık sözlü, esprili, cesaretli, çalışkan ve heyecanlı hutbe okuyan birisiydi. Gerçekleri hiç çekinmeden söylerdi. Evi, görev yaptığı Hacı Mahmut Camisi’nin yanındaydı. Evliliğinden; üç oğlu ve üç kızı oldu. Oğulları; Muammer, Mücahit ve Hamdi…

YUNAN  KOMUTANI

Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra, 26 Ağustos 1922’ de Afyon’da büyük taarruz başlıyor. Afyon, Yunan işgalinden kurtuluyor ve düşman Kütahya tarafına doğru kaçıyor. Giderken de her yeri yakıp yıkıyor.

Mehmet Fahrettin Koçak, 1919’da askere gidiyor. 4.Kafkas Fırkası’nda görev yapıyor. Tam bu sırada da, Yunanlılar İzmir’e asker çıkartıyor ve İzmir’deki azınlıkların sayesinde İzmir’i alıyorlar. Daha sonra Anadolu’ya ilerleyip Afyon’a kadar geliyorlar ve burada iki sene kalıyorlar. Mehmet Fahrettin Hoca’da, kendini savaşın içinde buluyor. 22 Ağustos’ta büyük taarruzu başlatan askerlerin içinde, Başçavuş Mehmet Fahrettin’de var. Düşmana karşı kahramanca savaşıyor.

Tarih 2 Eylül 1922…Türk askeri kovalıyor, düşman İzmir’e doğru kaçıyor. Afyon’a 60 km uzaklıkta bulunan “Dumlupınar Mevkii”nde şiddetli çatışmalar oluyor. Afyon Tınaztepeli Ahmet Çavuş (Ünlü) ve Mehmet Fahrettin Çavuş yan yana, omuz omuza savaşıyorlar. Göğüs göğse yapılan savaş sırasında, üzerindeki elbise ve kılıcından komutan olduğunu tahmin ettikleri bir askeri, ikisi esir alıp, 4. Kafkas Komutanı olan Halit Bey’in (AKMANSÜ) yanına getiriyorlar. Halit Bey, esire ismini soruyor. Yunan Generali Trikopis olduğunu öğrenince, Uşak’ta bulunan Mustafa Kemal’e telgrafla bildiriyor. Askerlerin erzağı bittiği için, esirlere yiyecek veremiyorlar. Uşak’a 15 km uzaklıkta bulunan Göğem Köyü’nden yiyecek istiyorlar fakat köylüler, onlardan çok eziyet gördükleri için bir şey vermiyorlar. Ertesi gün de, Uşak ilinde bulunan ve karargâh binası olarak kullanılan, Kaftancızâdeler Konağı’nda bulun Mustafa Kemal’e götürüp teslim ediyorlar.

Hocamıza, az fâniye nasip olacak bir şerefin sahibi olarak, “kahramanlık beratı” veriliyor ve “Gazi”lik madalyasıyla ödüllendiriliyor. 1973 yılında, ünlü tarihçi Cemal KUTAY, Bolvadin’e gelip, Mehmet Fahrettin Hoca’yı ziyaret ediyor ve Ankara’ya götürüp radyoda konuşturuyor.

İSKELE KOMİSYONCULUĞU

Zamanında tren istasyonu Bolvadin’den geçecekken, devrin ileri gelen zenginleri, tarlalarının bölünme korkusuyla “Düşman gelir!” diye Çay’a verdirdiklerini duyarız. Ne derece doğru, onu da bilmeyiz. Karayolu ve otobüs yeterli olmadığı için, Bolvadin, Emirdağ ve diğer ilçelerin esnafının, genellikle İstanbul ve İzmir’den almış olduğu mallar trenlerle Çay İstasyonu’na gelirdi. Bu malların dağıtımını “komisyoncu” adı verilen kişiler yapardı. Trenle gelen malı, atlı arabalarına yüklerler, Bolvadin, Emirdağ ve diğer ilçelerin esnafına dağıtırlardı. Taşıma ücreti olarak perşembe günü esnafı dolaşır, paralarını alırlardı. Bu işi Mehmet Aşkar, Cafer Tabak, Sami Babacan, Gazi Yiğitbaşı ve M.Fahrettin Koçak yapardı. Arabacıların bazıları ise: Apağın Ali, Kart Musa’nın Kadir, Palas’ın Mehmet’ti. En son komisyonculuk yapan ise, Ramazan Çalışkan’dı. M.Fahrettin Hoca, Gazi Yiğitbaşı ile birlikte 1950 yılına kadar komisyonculuk yapıyor.

İMAM – HATİPLİK

Rahmetlik Hobban Hoca’nın ara ara ‘hak’ ile imamlık yaptığını görüyoruz. 31 Mart 1952’de, altmış lira ücretle Hacı Mahmut Camisinde kadrosuz göreve başlamıştır. İki yıl sonra İmam Salih Erdurmuş’un ayrılması sonucu imtihan açılmış. Müftü Fehmi Kantar başkanlığında ve Ali Bülbül ve Hasan Ata’nın üyeliğini yaptığı imtihana, M.Fahrettin Hoca’dan başka giren olmamıştır. 14 Ekim 1954’ de bu camiye kadrolu olarak atanmıştır.

Hocamız, toplumla iç içe olan, çocukla çocuk, büyükle büyük olan bir insandı. Herkes onu sever ve sayardı. Cuma günleri verdiği vaaz ve hutbeleri, zevk ve ilgiyle dinlenirdi. Hutbelerini kendi el yazısıyla yazar ve okurdu. Şu anda elimizde onun hutbe defteri bulunmaktadır. En önemli özelliği ise, toplumda gördüğü bir eksikliği, hatayı, o haftaki hutbesinde hiç çekinmeden dile getirirdi. Çoğu zaman irticâlen (kağıttan okumadan) konuşurdu. O kadar kendini sevdirmişti ki, camini adı bile : “Hobban’ın Camii” adına dönüştü. Bu camii Hacı Mahmut Paşa tarafından, Afyonlu Ermeni Mimar Pilavoğlu Avidik Avidikyan’a yaptırılıyor. 1908 yılında ibadete açılıyor.

HAC VE VEKİLLİK

Hocamız kendi hacca gittiği gibi, vekil olarak dokuz kere de hacca gitmiştir. Hacca gitmeye parasal gücü olup da, sağlık bakımından güçlü olmayan kişiler, vekil olarak bir başkasını hacca gönderebilirler. Ölmeden vasiyet eden kişi için de, vârisleri vekil olarak birisini gönderebilir.

Bolvadin’de hacca gidecek için merasim evde başlardı. Eşi-dostu, hısımı-akrabası hacca gidecek olan kişileri alır, çarşıya kadar tekbir eşliğinde götürürlerdi. Emirdağ’da “Emeksizler” şirketi vardı. Bolvadin hacıları bu şirketle giderdi. Şoförleri de genellikle Bolvadinli olurdu. Otobüsler, Taktak’ın Nuri’nin dükkanın önünden kalkardı. Otobüsler, şimdiki gibi değil, 26 kişilik olup, bagajı üstünde olurdu. Otobüsün arkasındaki yukarıya çıkan merdivenine yolda kumları açmak için kürek bağlanırdı. Bolvadin’den her yıl hacca giden on-on iki kişiyi aşmazdı.

Yıl 1962…Nisan ayı…Hobban Hoca yine vekil olarak hacca gidecek. Yalnız bir problem var. Hoca’nın karısı Pakize Abla, hacı olmak isteğiyle yanıp tutuşuyor. Hocanın maddi gücü yetersiz ve eşinin pasaportu da yok…İyi niyetli, tertemiz bir annemiz olan Pakize Abla’mızı teskin etmek mümkün değil.

Otobüsün şoförü ise, Berber Hacı Abdullah’ın babası Sıtkı Tellioğlu…Hobban Hoca gider, rahmetlik Şoför Sıtkı’ya durumu anlatır. O da: “Yol ücretini verelim, ben onu sınırdan geçiririm.” der. Hemen acele olarak hazırlık yapılır, Hocamızla karısı otobüse binerler. Suriye sınırına gelirler. Gümrükler, bu günkü gibi çok sıkı değil…Gümrüğe geldiklerinde Şoför Sıtkı, Pakize Aba’yı otobüsün üstüne çıkartır, eşyaların arasında hasırın içine sarar ve sınırı geçince, geri otobüsün içine bindirir. Irak sınırında da aynı işlemi yaparlar. Önce Mekke, sonra Medine derken, huşû içerisinde haclarını tamamlarlar. Hacı Pakize Aba’m mutludur. Dönüşte, tekrar bagaja çıkmayı kabul etmez: “Amaan nîniyen! Yakalanırsam yakalanen, ben hacı oldum ya!…” der, ve bagaja çıkmaz. Hiç problem olmadan Bolvadin’e dönerler. Karıncaya sormuşlar: “Nereye?” diye. O da: “Hacca gidiyorum!” demiş. “Varasıya ömrün yetecek mi?” demişler. O da: “Hiç olmazsa yolunda ölürüm ya!” demiş. İnsan bir şeyi azmettiği zaman, Cenâb-ı Allah denk getiriyor.

ÇOCUK VE AHLÂK

Hoca’mız yazın devamlı çocuklara cami içerisinde Kur’an öğretir, terbiyeyle ilgili nasihatlar yapardı. Fakat bu nasihatlar bazı çocuklara yeterli gelmezdi. Bolvadin’de eskiden, çocuk terbiye anlayışı farklıydı. Maddi sıkıntılardan, çok çocuk olmasından, belki de anne-babanın çocukla fazla ilgilenememesinden kaynaklanıyordu. Yabancı bir memur hanımını sokakta gören çocuklar arkasından : “Hannim eşşek, gulağı gevşek!” diye bağırırlardı. Bizim mahallede, biraz aklı noksan, “Abdırâman” adında zihinsel engelli, 40 yaşlarında bir kişi vardı. Cılkların Oda’nın yukarı çıkan merdivenin altında yatardı. Yaz-kış, uzun kalın eski bir palto giyerdi. Çocuklar bunu kızdırır: “Abdırâman tör tör, sakalına çorap ör!” diye bağırırlardı. O da kızar, avucunun içini ısırmaya çalışırdı. Yanından geçen büyükler de bunu engellemez, gülüp geçerlerdi. Kekliğin Hoca vardı. Garip, saf, kendi halinde birisiydi. Sokakta bulduğu tahta, ağaç parçasını kışın yakmak için toplardı. Çocuklar eline bir tahta veya dal parçası alır Bunu ben de yaptım- “Hoca bi’ıslık çal!” der, o da çalınca elindekini verirlerdi.

16-17 yaşlarındayım…Yaz günü…İkindi namazını kılmak için Hobban’ın Cami’ye gittim. Hobban Hoca imam…Birinci safta yedi-sekizkişiyiz. Namaza durduk, ikinci rekata kalkınca, cami kapısı önünden sesler gelmeye başladı. Toplanan çocuklar koro halinde: “Tepside tepsi fındıklaar, Hobban Hoca….” diye bağırmaya başladılar. Namaz bitesiye kadar devam ettiler, namazı zor bitirdik. Biz selam verince hepsi de kaçtılar. Terbiye, okuldan önce ailede başlar. Çocuk, anne-babanın aynasıdır.

DİN  ANLAYIŞIMIZ

Bu yaşıma geldim, Bolvadin’de din anlayışı olarak şunu gördüm: 1. Toplum o dine inandığı için inanan insanlar. 2. Araştırmadan, incelemeden, içerisine âdet ve geleneklerin sokulup uygulandığı dini yaşayanlar, bunu “din” sananlar. 3. Çok dindar göründüğü halde, dini yaşamayanlar. (Bilhassa bu çok fazla) 4. İslam’ın özüne inip, onun akıl ve şuuruyla Müslümanca dini yaşayanlar.

Atalar: “Ev de bizim, gov da bizim.” demişler. Eksiklerimizi, hatalarımızı dile getirmemiz bizleri alçaltmaz, yüceltir. Toplum olarak zamanında uyarılmamış mıyız, yoksa uyarıldık da kulağımıza mı girmemiş bilmiyorum. Çarşı merkezinde tuvaletin olması şart…Ada yıkılmadan önce orada bir tuvalet vardı. Ada yıkılınca, karşısına yapıldı. Bu tuvaletlerin altından sellik geçerdi. Ne var, ne yok alır götürürdü. Yalnız, tuvaletin içinin duvarları çok kirli olurdu. Tuvalette küçük abdestini bozan kişi istibra (kurulanma) için, aşağıda şarıl şarıl su aktığı halde, sidikli parmağını duvara sürerdi. Oradan her türlü hastalığı kapardı.

Günümüzde bile tuvalet adabına uymayan kişileri görüyoruz. Adam tuvalete paçalarını sıvamadan giriyor; ayakta beygir gibi her yere sıçratarak çöydürüyor; sonra da abdest alıp camiye giriyor. Namazın dışındaki farzlardan birinin “necasetten taharet” olduğunu bilmiyor. Namazdan sonra da, camiden huşû içinde çıkıyor. Yok öyle bir din!.. Efendimiz: “Kabir azabının çoğu, idrar sıçratmaktandır.” buyuruyor.

Cenaze namazında ayakkabının altında pislik varsa ayak çıkarılıp üzerinde basılır. Temizse çıkarılmaz. Yıllarca üstü kirli ayakkabıların üzerine basıp cenaze namazı kıldık. Bastığımız çorapla veya mesle camiye girdik, evimize girdik. Yaptığımız hatalardan birisi de, camiye girerken ayakkabımızın üzerine şapkamızı koymamız. Ayakkabıyla her yere basıyoruz. Başımıza giydiğimiz şapkamıza her an pislik bulaştırabiliriz. Hatta bazıları, ayakkabısı kaybolmasın diye, üzerine yüzünü sildiği mendilini bırakıyor. İslam Dini temizlik üzerine kurulmuştur.”Temizlik imanın yarısıdır.”

   İşte Hobban Hoca, söylenemeyenleri söylerdi. Gece 03’de gelir, caminin temizliğini yapar, sabah namazı vaktine kadar Kur’an okuyup ibadet ederdi.

CENNET – CEHENNEM

Yıl 1970…Günlerden Cuma…Cuma namazı kılmak için Hobban’ın Camiyi tercih ettim. Hobban Hoca minberde hutbe okumaya başladı. Konu: Kıyamet, ölüm, cennet-cehennem…Hoca yazılı metni okuyup bitirdikten sonra hutbeyi uzattı. “…Denizler tutuştuğu zaman.” “Dağlar kökünden sökülüp savrulduğu zaman.” “Güneş köreldiği  zaman.” Kıyametle ilgili bu ayetleri söylemeye başladı. Arkasından, İnsanların panik halinde olacaklarını, şaşkınlıklarını, korkularını, kaçacak yer bulamayacaklarını sıraladı.

Sonra sekâret’ül mevt haline geçti. İnsan ölürken canın, yün çuvalının içinden bıtıraklı tel nasıl yırtarak çıkıyorsa, canın da böyle çıkacağından, büyük eziyet vereceğinden bahsetmeye başladı. Arkasından cehennem’e geçti. “O, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateştir.” “Ateşten elbiselerin olduğu yerdir.” gibi ayetleri okuyup ağlamaya başladı. Cemaat çok etkilenmiş olup, içeride “çıt” çıkmıyordu fakat hutbe çok uzamıştı.

Camiye girince sol tarafta “sermâfil” dediğimiz müezzin yeri var. Orada, Nebi’nin Deli Ahmet de oturmuş hutbeyi dinliyor. Rahmetlik açık sözlü, iyi adamdı. Hutbe uzayınca dayanamadı ayağa kalktı. “Hocam sen bilin yeter! Memuru var, âmiri var. Mesaiye geç kalıyorlar.” dedi. Hoca: “Tamam Âmedim! Tamam Âmedim!” dedi ve “Cennet” konusuna geçti. “Altından ırmaklar akar.” “Elbiseler yeşil ve atlastan olup, incilerle bezenmiş…” “Hûriden eşler vardır.” “Sütten, baldan ırmaklar…” ayetlerini söyleyip Cennet’in güzelliklerini anlatmaya başlayınca, cemaat hutbenin bitmesini istemedi. İnsanoğlu, nedense bazı gerçekleri kabul etmek istemiyor.

KEŞKEK  HEVİĞİ

Rahmetli biraz boğazına düşkündü. Paçayı keşkeği pek severdi. O yüzden ölesiye kadar sağlıklı yaşadı. Din görevlisi olmasının yanı sıra, boş durmaz çalışır, mezar taşı da yapardı. Yaptığı taşın bir tarafına Osmanlıca, diğer tarafına günümüz Türkçe’siyle ölen kişiyi yazardı. Yâni, yediğini de yakardı.

Birgün gene içinde ilikli iri kemikli, keşkeği Cimpi’nin Ramazan’ın fırına pişmesi için verir. Fırıncılar Hoca’nın şaka götürür bir kişi olduğunu bildikleri için, buna şaka yapalım, derler ve heviğin içindekileri başka bir heviğe boşaltırlar. Bunun heviğin içine de taş koyup, içine su doldururlar. Sabaha kadar ağır ağır pişen keşkek, lokum gibi olur. Hoca, sabah namazından çıkınca, keşkek yemenin iştahıyla fırına gidip keşkeğini alır. Eve geldiğinde şok olur, oyun oynandığını anlar ve fırına hemen geri gider. Fırındakiler, Hoca’nın gelmesini beklemektedirler. Gelince hepsi gülerler, Hoca da güler. Her şeyi hoşgörüyle karşılar. Keşkeğin bir kısmını onlara teklif eder fakat fırıncılar almazlar.

Şimdi ise çarşıda; neşe kaynağı, gam, kasâvet, dert, tasanın panzehiri şahsiyetler kalmadı.

VEDA…

Yıl 1978…Hoca’mız yetmiş dokuz yaşında…Vefatından az zaman önce, çok kitap ve Kur’an okuduğundan dolayı gözleri görmez oldu. Bir müddet sonra da vefat etti.

Hobban Hoca’nın kendine has özellikleri vardı. İnsanların hatasını, şakayla karışık söylerdi. “ezber bozan” bir insan olup, dokunulmayana dokunurdu. Onun, pozitif, kısmını yazmaya çalıştım. Ölenleri daima hayırla anmak lazım. Allah gani gani rahmet eylesin… Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ