Bolvadin'in Temel Taşları

 

CAFARLARIN MUSTAFA   (MUSTAFA ATA)

Mustafa Ata, 1916’da Bolvadin’in İhsaniye Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Manifaturacılık yapan babasının adı Hasan’dır. Dört kız kardeşi vardır. Otel kâtipliği, okul pansiyonu kâtipliği, manifaturacılık, bakkallık yapmıştır.

   Cafarların Mustafa orta boyda, sakin görünüşlü, güleç yüzlü, sevimli idi. İleri görüşlü, hoşsohbet, zekî, hayata pozitif bakan kişiliği vardı. Kolay kolay sinirlenmez, uyumlu hareket eder, hatır-gönül kırmazdı. Toplumun akıl hocası ve saygı duyulan kişisi idi. Dara düşenin, zorda kalanın imdadına yetişirdi. Konuşması ilgiyle dinlenen, “ağzı laf yapan” birisiydi. Aile düzeni bozuk olanları birleştirirdi. Miras paylaşımında yardımcı olurdu. Bayramdan önceki arife günleri İmaret Camisindeki “Sakal-ı Şerif”in başında durur, herkese öptürürdü. Hayır işlerine koşturur; kurmuş olduğu sandık yoluyla topladığı gelirle, evlenememiş gençleri evlendirir; yeni dükkan açana yardım eder; yoksulu, kimsesizi devamlı kollardı. THK başkanlığı yaptı. Mahallesine çeşme yaptırdı. Çocuklarına “Kesinlikle okuyacaksınız!” der, her gün okuldan gelen çocuklarına o gün ne yaptığını sorar, derslerine yardım ederdi. Bu yüzden beş oğlu da üniversiteyi bitirdi. Okuduğu bir yazıyı, dinlediği bir vaazı, duyduğu bir güzel sözü, akşam eve gelince çocuklarını başına toplar onlara anlatırdı. Mahalledeki kadınların “evin tek oğlu” diyerek küçük yaşta alıştırdıkları sigarayı, ölünceye kadar içti. Aynı zamanda kahve tiryakisi idi. Yemekten sonra kahve içmeden duramazdı. Çocuklarının yanına ziyarete giderken, yanında kahve fincanını ve kendi kahvesini de götürürdü. Farklı kişiliği olan müstesna bir insandı. Üç sefer hacca gitti.

CAFARIN  HACI  HASAN

Mustafa Ata’nın babası Hasan Ağa’nın, yıkılan adada manifaturacı dükkanı var. Kendisi, Konya’da dar-ül hadis üzerine ilim tahsil etmiş, darülfünunu (üniversite) bitirmiş bir kişi…Öğrendiklerini çevresine de aktarmayı ilke edinmiş takva ehli bir şahıs…Allah, genç yaşta “hacı” olmayı nasip ediyor. Develerle hacca gidildiği dönemde, dokuz ay sonra memleketine dönüyor. Maddi ve manevi durumu yerinde olanların, hac yapması İslam’ın şartlarındandır. Haccın farzlarından olan “tavaf”, Kâbe’nin etrafı dolaşılarak yapılır. Kâbe nedir? Rivayetlere göre, Hz. Adem ve Havva cennetten çıkartıldıklarından sonra, yeryüzünde Arafat Dağı’nda buluşurlar ve yürüyerek Kâbe’nin bulunduğu yere gelirler. Hz. Adem bu buluşmaya şükretmek için oraya taştan bir ev yapar ibadet eder. Daha sonra Şit Aleyhisselam tarafından bu bina tekrar yapılır. Nuh Tufanı’ndan sonra bu bina kumlar altında kalır. Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile Allah’ın emri üzere, Kâbe’nin olduğu yere gidip yerleşerek temellerini bulur ve yeniden inşa eder. Kâbe bugüne kadar dokuz kere tamir olmuştur ve şu anki Kâbe’nin görüntüsü Osmanlı eseridir. Yan uzunluğu 12 metre ve yüksekliği 14 metredir. Bir kapısı vardır ve tavanını üç direk tutmaktadır. İçi boştur. Bugün için Kabe’nin içini ancak Müslüman devlet başkanları görebilmektedir.

Hacıcafarların Hasan Ağa Arapçası fevkalade olan, fıkhî konularda uzman birisidir. Mekke’ye gittiğinde, oradaki dostları sayesinde Kabe’nin içerisine girmiş, orada namaz kılmış kişidir. Orada hissettiği manevi havayı hiç unutamamış, ömrü boyunca anlatmıştır. Yıl 1942…Türkiye’den döviz yokluğu sebebiyle hacca gitmek yasak… Bazı kişiler, kara yoluyla veya deniz yoluyla kaçak olarak gidebiliyorlar. Hasan Ağa, mübarek yerin manevi havasını unutamamıştır ve kaçak yollardan tekrar hacca gitmeye karar verir. Hazırlıklarını yapar ve deniz yoluyla gidip Arabistan’a varır. Orada dini vecibelerini yerine getirdikten sonra -elim boş gitmesin diye- çocuğuna-çoluğuna iki bavul eşya alır. Dönüşü ise karayoluyla yapar. Suriye-Türkiye sınırında gümrükte bavullarına el koyarlar, bunu da gözaltına alıp yargılanması için Adana’ya gönderirler ve orada tutuklanır. Oğlu Mustafa hemen Adana’ya gider ve babasını savunması için bir avukat tutar. Avukat, bavulların kendisine ait olmadığını söylerse, serbest bırakılacağını belirtir. Mahkemeye çıkarılır, yurda izinsiz eşya sokmaktan yargılanacaktır. Hakim buna bavulların sahibini sorar. Hasan Ağa da hâkime: “Ben hacdan geliyorum, yalan söyleyemem, bavulların ikisi de benim…” deyince hakim yedi ay ceza verir. Yedi ay cezaevinde yatar fakat imanından ihlasından bir şey kaybetmez.

Günümüzde, otobüsle hac dönüşü sınırda gümrük memurunun “Fazla eşyanız var mı?” sorusuna “Yok!” cevabı veren ve eşyalarını gümrükten geçirtmek için gümrük görevlisine rüşvet veren hacı(!)ların kulakları çınlasın!.. Allah var, peygamber var, ahiret var, cennet var, cehennem var!.. Bu kadar varın arasında Müslüman yalan söyleyip, hiçbir şey yokmuş gibi yaşayamaz.

Hasan Ata, harama-helale çok dikkat eder. Hacdan dönünce -yanlış veya eksik ölçebilirim korkusuyla- metreyi bırakıyor ve dükkanı oğlu Mustafa’ya devrediyor. Kendisini hayır işlerine veriyor. Genç yaşta vefat eden kardeşlerinin yedi çocuğunu büyütmüş, evlendirmiştir. Mahallelerindeki İhsaniye Camisi’nin geleceği için 1954 yılında bir vakıf kuruyor. Kurarken beş tane tarla veriyor ve hakime: “Benden sonra vereselerim hiçbir şekilde bu tarlalardan hak talebinde bulunamaz. İlelebet gayem İhsaniye Camisi’nin masraflarının karşılanmasıdır. Benden sonra yeğenim İsmail Ata alakadar olacaktır. Onun vafatından sonra Ceylan Ata alakadar olacaktır. Şayet Ceylan Ata’nın erkek çocuğu olmazsa, akrabalarının birine görev verilecektir.” diye vasiyet ediyor.

İHSANİYE  MAHALLESİ

İhsaniye Mahallesi’nin adı eskiden “Kümbet Mahallesi” diye anılıyordu. 19. Asırda “Yenice Mahallesi” dendi. 1950’de ise “İhsaniye Mahallesi” diye ayrıldı. İhsaniye Camisi eskiden toprak bir yapı olup, “Veli Efendi Mescidi” olarak biliniyordu. 1929’da şimdiki binası yapıldı.

Bu mahalleden de topluma mal olmuş sülaleler çıkmıştır. Yağcılıkta “Yakıplar”, şoförlük de “Kapular”, din adamlığında “Başarılar” söz sahibi olmuşlardır. Taktaklar, Akçalar, Keşşaflar, Araplar bu mahallenin sakinleridir. Rasilerin Abdülkadir Ağa, çiftçiliğin yanı sıra ayakkabı tamirciliği yapar; ne verirsen alır; 15 günde bir koyun keserdi. Ali Kapu’nın anası Dudu Aba fırın kızdırırdı. Cımbıdığın Hasan ölesiye kadar odun yardı. Bakkal Dayan Ali, Koyuncu Gongidi Mevlüt vardı. Dedelerin Hasan Esmer’in karısı çocuk okuturdu. Bir de, Araba ustası Yusuf’un (Tabak) babası Göncü Emmi var. Göncü Emmi, uzun boylu, kavgadan kaçmayan, lafını esirgemeyen bir kişi…Aynı zamanda Kur’an eğitimi almış ve iyi bir dini bilgisi olan kişi…Kurtuluş Savaşı’nda çete oluşturup düşmana karşı savaşan bir alperen…Savaş sonrası Dibev Köyü’nde ölüleri bile yıkayacak din görevlisi dahi yoktur. Köylüler ‘hak’ karşılığı Bolvadin’den Göncü Emmi’yi camilerine görevli olarak tutarlar. Karşılık olarak harman sonu hocanın ihtiyaçlarını karşılayacaklardır. Göncü Emmi göreve başlar. Bir gün geçer, iki gün geçer fakat camiye bir-iki ihtiyardan başka kimse gelmemektedir. Bu işe canı çok sıkılır. Üçüncü gün minareye çıkar ve herkesin cami önüne toplanmasını, önemli bir konu görüşüleceğini söyler. Halk merakla cami önüne toplanmıştır. Toplanan kalabalığa: “Len gozlar!.. Mâdem camiye gelmeyecektiniz de beni niye tuttunuz? Yarından itibaren beş vakit herkes camiye gelecek! Gelmezseniz hepinizin….” der. Hocanın bu kararlılığı karşısında bütün köylüler korkar ve beş vakit namaza devam ederler.

MANİFATURACILIK  GÜNLERİ

İlkokulu başarıyla bitiren Mustafa Ata, babasının manifaturacı dükkanında işe başlar. Dükkanın yanı sıra, yetişkin olunca arabalarıyla köylere manifatura eşyası satmak için gider. Askerlik vaktine kadar ticareti öğrenir. Askerden gelince Dava Vekili Rüştü Neslioğlu’nun kızıyla evlenir. Evliliğinden dört kızı, beş de oğlu olur. Oğullarından Zeki ve Hasan öğretmendi emekli oldu. Mühendis olan Muzaffer de emekli oldu. Ulvi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda memur olarak görev yapıyor, Rüştü ise ticaretle uğraşıyor. Bir ara ticaretini daha geliştirmek amaçlı, Ziya Atlıer ve H. Hüseyin Köksoy’la da ortak olarak çalışıyor. Babasının vefatından sonra, evlerinin ön odasından birisinin önüne camekan takıyor ve dükkan ediyor. Burada, manifatura eşyalarının yanı sıra bakkaliye eşyaları da satmaya başlıyor. İstanbul’da Gemicilerin oteli var. İstanbul’a giden Bolvadinliler genellikle bu otelde kalıyorlar. Oraya kâtip olması için Mustafa Ata’ya teklif ederler. Bu da kabul eder ve beş sene otelde kâtip olarak çalışır.

PANSİYON  KATİPLİĞİ

Bolvadin Lisesi, 1958’de zamanın başbakanı Adnan Menderes tarafından açılıyor. Lise, bu bölgede Afyon Lisesi’nden sonra ikinci olarak Bolvadin’e açılıyor. Çevre il ve ilçelerden gelip okumak isteyen öğrenciler kayıt yaptırıyorlar. Okulun yarıdan fazlasını yabancı öğrenciler teşkil ediyor. Daha sonra çevrede ilk olarak açılan İmam- Hatip Okulu’nun ve Sanat Okulu’nun öğrencileri de yabancı…Peki bu öğrenciler nerede barınacaklar? Yurt yok, pansiyon yok…Öğrencilerin bazısı ev tutuyor, bazısı mahalle odalarında kalıyor, bazıları da hayırsever ailelerin yanında kalıyorlar. Bu durumu gören şehrin ileri gelenleri, lise binasının yanına pansiyon binası yapmaya karar veriyorlar. Belediye Başkanı Mümtaz Hıdıroğlu, Mehmet Aşkar, Hilmi Kantarcı öncülüğünde bir dernek kuruluyor ve halkın ve devletin katkılarıyla 1960 yılında pansiyon yapılıyor. (Şu anki Gazi İlköğretim Okulu’nun olduğu yer) Alt katı yemekhane, üst katı yatakhane olarak öğrencilerin hizmetine sunuluyor. Gelen öğrencilerin çoğunluğunun velisi, efendiliği ve bilinen Terzi Sefa Karakaya ve Kitapçı Süreyya Neslioğlu oluyor. Hilmi Kantarcı, İstanbul’da otelde katiplik yapan Mustafa Ata’yı çağırıyor ve pansiyona katip yapıyor. Bütün alım-satım, hesap işlerini yüklenen Mustafa Amca, burada on yıl görev yaptıktan sonra emekli oluyor.

DÂR-ÜL  BEKÂ

Tarih 17 Nisan 1996 Çarşamba…Mustafa Ata 80 yaşında dâr-ül fenâdan, dâr-ül bekâya geçer. Allah gani gani rahmet eylesin… Ruhuna Fatiha…

BOLVADİN’DE  GELİN  OLMAK

Gelin olmak…Her genç kızın rüyası…Bütün kızlar, gelin olabilmenin hayaliyle yaşarlar. Günümüzdeki gelin kızlar, çocukluğumuzdaki gelinlere göre çok farklıdır. Bu gelinler her türlü imkana sahip olup; genellikle rahat, konfor ve lüks hayat içindedirler. Her şeyden önce “Ev ev üstünde olmaz” düşüncesiyle kaynana yanında oturmayıp, ayrı bir evde oturmak isterler. Evlenmeden bütün eşyaları alındığı için, evlilik sonrası da bir hedefleri kalmamaktadır. Can sıkıntısından da kavga etmektedirler. Daha lüks ve gösterişli hayata kendilerini kaptırmaktadırlar. Evlerdeki “erkek” hakimiyetinin yerini, kadın hakimiyeti almıştır. Doğum günü, evlilik yıldönümü, üzerinde insan, cami ve Kâbe resimli kutlama pastaları, zengin sofralar, sosyetik umre turları…İsraf ve lüks saltanat, İslam’ın altıncı şartı oldu. İşte bu yüzden, günümüzde bazı evliliklerinin sonu hüsran olmaktadır.  Hayatta üç şey kişinin özüne zarar verir: Öfke, açgözlülük, kibir…

ÇOCUK  GELİNLER

Şimdi de; çocukluğumuzdaki cefakâr, vefakâr, itaatkâr gelinlere gelelim. Oğlu, evlilik yaşına gelmiş olan gayınna, “takkası takkasına uygun” gelin olacak kız aramaya başlar. Genellikle kızlar, on dört yaşından itibaren gelin olmaktadırlar. Bazı kız babaları da “Kızı sandalyeye otutturcan, ayağı yere değerse vercen!” düşüncesiyle ve evde bir boğaz eksik olsun, mantığıyla kızlarını küçük yaşta gelin ederlerdi. İlkokulu bitiren kız çocuğu, -eğer okula gitmişse- gelin olmaya aday olarak görülürdü. Gayınnalar da genellikle, “gözü açılmadık” olsun diye, küçük kızlara isteyici giderlerdi. Kız tarafı: “Daha yaşı küçük.” derse, gayınna olacak hemen atılır: “Bu da benim gızım olcak! Goynumda böyüdürün ben onu!” der, ikna etmeye çalışırdı. Çoğu zaman kıza hiç sorulmadan verilirdi. Oğlan-kız birbirlerini hiç görmeden ve tanımadan evlendirilirdi. Benim en çok canımı sıkan da, karısı ölmüş olan ve elli yaşına yaklaşmış erkeklerin, on altı yaşında kız almaları idi. Adamın variyeti biraz düzgün ise, kız tarafı: “Kızım hiç olmazsa gün görsün!” düşüncesiyle, babası yaşındaki adamlara verirlerdi. Muradını alamamış vah garip kızlar vah!…

GERDEK

Gerdek sabahı, gelin kız sabah ezanından önce kalkar –sanki adam her gün namaz kılıyormuş gibi- kaynatasının eline abdest suyu dökerdi. İlk günden itaatli olmaya yönlendirilirdi. Gelinlerin çoğuna da, eğreti takılan ziynet eşyaları ve bazı giyecekler hemen geri alınırdı. Yeni gelin kırk gün kapıdan dışarıya çıkarılmaz, eve alışması sağlanırdı. Bu süre zarfında hiç kimseyle konuşmaz, işaret diliyle konuşurdu. Kırk günden sonra konuşmaya başlar fakat kesinlikle kaynatanın yanında sesli konuşmaz, fısıltıyla konuşurdu. Evde başka gelin varsa, adlarıyla hitap edilmez: “Güççük gelin!” “Böyük gelin!” diye seslenilirdi. Gelinin görevleri çok fazla idi. Çeşmeden su taşıması, hamur katması, çocuğa bakması, her evde en az bir sağılır inek olduğu için hayvana bakması, çamaşır yıkaması…Evlerin bir köşesinde veya avlunun bir kenarında, şimdi “lavabo” dediğimiz “abdestlik”ler vardı. Orada testiler sıralı olurdu. El ve bulaşık yıkama yeri idi. Yemeği yapan, sofrayı kuran, bulaşıkları yıkayan gelinin görevleri bitmiş sayılmazdı. Yemekten sonra sol omzuna peşkiri atar, eline ibrik ve leğeni alarak yemek yiyenlerin elini yıkattırırdı. Önce kaynatadan başlanır, “sıravardı” diğerlerinin elini yıkatırdı. Adamlar, el yıkama yerine gitmeye üşenirler, suyu sabunu ayaklarına getirtirlerdi. Geline zulüm….O gelinlerin hakkı nasıl ödenecek?

Kaynana, kızı almadan önce söylediği: “Koynumda büyütürüm.” sözünü unutur, gelin “Bilmiyorum.” dediği zaman: “Aha nası bilmezsin! Gocayı nası biliyon!” der azarlanırdı. Yemek vakitleri harici ekmek ve diğer yiyecekler kilitlenirdi. Gelin, soğuklarda kendi odasındaki sobaya, gayınnadan saklı olarak odun getirip atardı. Eğer gelin, kız çocuğu doğurduysa, sanki suç ondaymış gibi suçlanırdı. Bu şartlarda günler geçer, yıllar geçer, gayınnanın felek eşeğine “çüş” dediği zaman, gelinin eline düşerdi. O zaman eziyet sırası geline gelirdi. Garip gelinler; gayınnadan çok çekmişler…eltiden çok çekmişler… Görümceden çok çekmişler…Üstelik bir de gocadan çekmişler. İnşallah ahirette çekmezler.

N. Sait EKİCİ