Bolvadin'in Temel Taşları

 

BAKKAL APICIK   (MUSTAFA YALÇIN)

Mustafa Yalçın, 1906’da Bolvadin’in Hacıyusuf Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Çiftçilik yapan, “Neslioğlu”  sülalesinden olan babasının adı Abdullah’tır. İki kız kardeşi vardır. Kız kardeşlerinden Feride iki yaşında, Zeliha da çeyizi hazırken on sekiz yaşında vefat ediyor. Bunların vefatından çok müteessir oluyor. Babası Çanakkale Savaşı’nda şehit olunca, dokuz yaşında iken yetim kalıyor. Çocuk yaşta ticarete atılıyor ve zamanın en iyi bakkalı haline geliyor.

   Bakkal Apıcık; uzun boylu, iri vücutlu, yürürken biraz apalayarak yürüyen bir kişiydi. Güçlü-kuvvetli idi. İmaret Camii eski imamlarında Adil Hoca’nın tasvirine göre; bir malağı koltuğunun altında taşıyabilecek güçte idi. Devamlı, yarım şalvar türünde pantolon giyerdi. Pantolonun iki tarafına da düğme yaptırır; bir tarafının diz kısmı eskidiğinde öbür tarafını giyerdi. Kendine has kuralları vardı. Çok disiplinli ve açık sözlü idi. En son söyleyeceğini en baştan söylerdi. Bu yüzden toplum buna, “her şeyi söyleyiveren” anlamına gelen “Apaçık” lakabını takmıştı. Bu kelime zamanla “Apıcık”a dönüştü. Çalışmayı, üretmeyi kendisine ilke edinmişti. Ömründe hiç tatil yapmamış ve Horan Parkı’na dahi gitmemiştir.

Çok yönlü özellikleri vardı. Nev-i şahsına münhasır bir kişi idi. Esnaflıkta hep ölçülü hareket etmiş, çocuklarına-torunlarına: “Şemiğinden yukarı suya girme!” “Altından yel geçen mala bakma!” diye tavsiyelerde bulunurdu. Spor ve siyaseti de sevmezdi. “Rızıklar sabah erken dağıtılır.” der, sabah namazından sonra, çarşıda dükkanını ilk olarak bu açardı. Kesinlikle kimse hakkında dedikodu etmez, eden olursa: “İşine bak! İşini takip et!” der kestirirdi. Sattığı malları yerinden ucuz alır; satarken de hesaplı satardı. Yoğurt, peynir, zeytin, incir, kuru üzüm dendiği zaman ”Bakkal Apıcık” akla gelirdi. Ömründe kola ve asitli içeceklerden içmedi. Sigara, içki gibi kötü alışkanlıkları yoktu. Bugüne kadar da, “Yalçın” sülalesinde sigara içen, içki içen olmadı. Çocuklarının, torunlarının esnaflık yapmasını isterdi.  Okumaya, okutmaya karşı olduğu halde, aileden dört harita mühendisi, üç inşaat mühendisi, bir de kimya mühendisi çıktı. Aile içerisinde, diktatörlüğe varacak kadar otoriterdi. Hep onun dediği doğruydu. O varken evde radyo dinlenmez, televizyon seyredilmezdi. Aile fertlerini birbirine sadık olarak yetiştirdi. Çocukları ve torunları, kavgadan-dövüşten uzak, yumuşak huylu olarak yetiştiler. Ölmeden önce dört oğluna da birer dükkan bıraktı. 1975 yılında hac vazifesini yaptı.

ŞEHİT  HABERİ

Düşmanlarla yapılan savaşlar sonucu Bolvadin’de neredeyse her evden bir şehit çıkmıştır. Mustafa Yalçın’ın babası da, 1915 yılında şehit düşüyor. Çanakkale Savaşı bittikten sonra “Çanakkale gâzileri dönüyor.” diye bir haber yayılınca, herkesle birlikte Mustafa Yalçın’ın anası da hazırlık yapmaya başlıyor. Kınalar yakılıyor, hamamlara gidiliyor, cızırdaklı mesler giyiliyor. Yayan olarak hep birlikte Çay Tren İstasyonu’na gidip, trenin gelmesini heyecanla bekliyorlar. Tren geliyor, gaziler teker teker trenden inip sevdiklerine kavuşuyorlar. Büyük bir sevinç ve duygu seli yaşanıyor. Abdullah trenden inmeyince hanımı, “Acaba uyuya mı kaldı yiğidim?” diyerek, o vagondan o vagona koşuyor fakat kocası  yok…Oradan bir kadın: “Gız Şerife! Ne goşdurup duruyon! Senin herif şehit düşmüş!” deyince başından kaynar sular dökülüyor.

OKUL  VE  GENÇLİĞİ

Kocası cephede olan Şerife Hanım, oğlu Mustafa’yı okuması için Bahçe İlkokulu’na kaydını yaptırır.  Üç yıl okuduktan sonra diplomayı alır ve okula devam etmez. O zaman ilkokullar üç yıllık ve beş yıllıktır. Okulda, Osmanlıca eğitim gördüğü için, Kur’an okumasını öğrenmiştir. Annesi Kur’an ezberlemesi için bir hocaya gönderir. Burada bazı sureleri ezberler. Bu arada, babası şehit olduğu için evin yükü bunun sırtına biner. Askerlik vaktine kadar, çiftçiliğin yanı sıra ufak-tefek ticaret işleriyle de uğraşır.

Askerliğini Aydın-Söke’de süvari olarak yapacaktır. Annesini tek başına bırakır ve askere gider. Askerlik dört yıldır. Bir at alıp askeriyeye bağışlayanların askerliği iki yıla düşmektedir. Anasına mektup yazıp durumu bildirir. Askerden önce biraz koyun beslemiştir. Anası koyunları satar ve parasını gönderir. Bu parayla “Katana” cinsi iri bir at alıp askeriyeye verir. Askerlik bitesiye kadar bu ata bakacaktır. Ata, “Kırbaç” adını verir. Atla birlikte kardeş gibi olurlar. Her gün taze incirle besler. Bir tatbikat sırasında attan düşerek başını kayaya çarpar. O anda bayılır. Ayıldığında kafasının kanadığının farkına varır. At oradan ayrılmamış ve bunun etrafında devamlı dönmektedir. Zorla kalkar ve birliğine varır. Geç kaldığı için komutanı tarafından telefon santralında nöbet cezası verilir. Teskere zamanı gelince, ata gene incir verir fakat at yemez. Bunun ayrılacağını hissetmiştir. Vedalaşırken ağlar, atın da gözünden yaş geldiğini görür.

ASKERLİK  DÖNÜŞÜ

Askerlik dönüşü çerçicilik işlerine başlar. Çerçi, at veya eşek sırtında, köy köy dolaşıp tuhafiye ve bakkal eşyaları, incik-boncuk satan kişiye verilen addır. İki tane katır alarak, üzerine satacağı malları yükler ve köyleri dolaşmaya başlar. Bazen on gün evine dönmez. Bu işe iki sene devam eder. Köyün birinde karşılaştığı bir olay, buna bu mesleği bıraktırır. Sıcak bir Ramazan günü, akşama doğru oruç ağıza, şu an Bolvadin’e bağlı olan bir köye gelir. Köyün girişinde birisi: “ No len, a.ına godoğumun Türk’ü!…Garnını doyurmaya mı geldin?” der. Bu laf çok gücüne gider ve çerçiciliği bırakır.

Bu arada Mısırlılar’ın Hacı Ahmet Ağa’nın kızı Keziban Hanımla evlenir. Abdullah ve Selahattin adlarını verdiği iki oğlu olur. Hanımı vefat edince, Kocaeyüpler’den Abdil Ağa’nın kızı Zehra Hanım’la dünya evine girer. Bundan da kızı Şerife ve oğulları Hakkı ve Muzaffer dünyaya gelir.

SEBZE-MEYVE  SATICILIĞI

Bakkal Apıcık, köylere gitmekten vazgeçtikten sonra, Çarşı Camisi’nin kıble tarafının karşısına düşen dükkanı kiralar ve Şerafet Yüksel ile birlikte sebze-meyve satmaya başlar. Birkaç sene burayı çalıştırdıktan sonra, parayı biriktirir ve gene caminin ana giriş kapısının karşısına düşen yerden dükkan satın alır. Burasını bakkal dükkanı olarak açar. İçerisinde her türlü malzeme bulundurur. O günlerde, bilhassa akşama doğru çarşı camisinin önü ve adadaki dükkanlar, şenlik havasında cıvıl cıvıl olurdu. Burada da iyi para kazanır. Yirmi yıl burayı çalıştırdıktan sonra, burası belediye tarafından yıkılınca, Yazıcılar’ın Han’ın yanından dükkan satın alır. Burayı da yirmi yıldan fazla çalıştırır.

Mustafa Yalçın, ticareti çok iyi bildiği için dışarıya açılır. Menemen’den ilk olarak trenle tepsi yoğurdunu getiren kişi olmuştur. Karabağ’ın katı kel yoğurdunu da devamlı bulundururdu.

Bolvadinli, “Eşşek Zeytini” ile bunun sayesinde tanıştı. Nazilli, Germencik, Aydın, Salihli, ticaret yaptığı yerlerdi. Sonbaharda oralardan; kamyonlarla zeytin, incir, fıstık getirir satardı. Bolvadinliler bilhassa, eşek zeytini ucuz olduğu ve katık edildiği için tercih ederlerdi. Ticari faaliyetlerini gören Afyon’daki iş adamları, bilgi almak için buna gelirlerdi.

PAZAR  RUHSATI

Pazar günleri, halkın ve esnafın dinlenmesi için tatil yapma zorunluluğu vardı. Hiç bir esnaf o gün dükkanını açamazdı. Belediye çavuşları (zabıtalar) çarşıda devamlı gezerler ve dükkanını açan olduğu zaman hemen cezayı yapıştırırlardı. Bakkaldan, manavdan bir ihtiyacı olan kişi, çaresiz kalırdı. 1950’den önce, Cumhuriyetin yıldönümü olan bir gün, okullar ve resmi daireler Cumhuriyet’i kutlamak amaçlı üç gün tatil edilir. Bu arada bütün esnafın da dükkanlarını açmayıp kutlamalara katılması istenir. Manavın birisinin bütün malları üç gün içinde çürür. Bazen, kraldan çok kralcılar vardır. Bu durumları hiç düşünmezler.

Çalışmayı ve çalışanları çok seven Bakkal Apıcık, çare olarak dükkanının önüne küçük bir tezgah atıp orada sadece sigara satıyor görüntüsü verirdi. Demokrasilerde çareler tükenmez. Dükkanın kapısının kepengi kapalı olup, altında biraz boşluk bırakılırdı. İhtiyacı olan müşteri geldiğinde, çavuş var mı diye etraf kontrol edilir, içeride bulunan oğluna seslenilir ve oradan ihtiyaç giderilirdi. Daha sonra ücretli olarak, pazar günleri açma ruhsatı çıkaranlar, dükkanını açabildi. Şimdi ise en doğrusu…İsteyen dükkanını açıyor, istemeyen açmıyor.

   SU  BORUSU

Bakkal Apıcık’ın evinde gün erken başlardı. Kaynana, gelinler, çocuklar gün doğmadan kalkardı. İlkbaharda en az iki yüz teneke koyun peyniri tenekelere doldurulur, ağızları lehim yapıldıktan sonra buzhaneye konurdu. Sonbaharda ise, aynı işlem tekrar yapılır; bu sefer turşuluklar doldurulurdu. Bu işlemleri hanımı ve gelinler yapardı. Evleri Alimeze Çeşmesi’ne yakındı. Evde terkos suyu olmadığı için gelinler iki tenekeyle, peynir ve turşu tenekelerini doldurmak için sabah-akşam su çekerlerdi. Evde terkos suyuna ihtiyaç vardı fakat rahmetli bunu fazladan israf görürdü. Ayrıca, mevsimine göre tarladaki çapacılara bükme-börek yapıp götürürlerdi.

Bakkal Apıcık, her sene sonbaharda, bir aydan fazla Aydın-Germencik’te durur. Oradan incir bahçesi satın alır, incirleri çuvalların içerisine sıkıca yerleştirir. İşleri bitince bir kamyon tutar ve Bolvadin’e getirip deposuna indirir. Bir sene boyunca bu incirleri satar. 1974 yılının sonbaharı…Mustafa Amca gene incir satın almak için Aydın’a gider. Bunu fırsat bilen oğulları eve terkos suyu bağlattırırlar. Evlerinin girişinde büyük bir boşluk var. Kapının yanına girişe sadece bir tane musluk bağlattırırlar. Artık gelinler su taşımaktan kurtulmuşlardır.

Peygamberimiz: “Fitne uykudadır, onu uyandırana lânet olsun.” buyurmaktadır. Toplumda fitneci insan çok…Aydın’da yaşayan bir Bolvadinli, su bağlatma olayını duyar. Aydın’a gider. Orada çuvallara incir dolduran Apıcık’ı bulur ve: “Senin sıpalar eve su bağlattı. Evini su basar, temele su gider!” der. Bunu duyan Mustafa Amca birden celâllenir, elindeki işi bırakır ve otobüse atlayıp hemen Bolvadin’e gelir. Eve gelince küfürün biri bin para…Hemen musluğu çıkarır ve eline bir kazma alıp bütün boruları yerinden söker. Suyun bağlandığı yere de bir kazık çakar ve toprağı örter. Burada esas yapmak istediği, otoriteyi bırakmamasıdır. İşi bitince o gün tekrar Aydın’a döner.

İNŞAAT  MÜHENDİSLİĞİ

Bakkal Apıcık, çocuklarını okutma taraftarı değildir. Hepsinin de esnaf olmasını ister. Oğlu Hakkı, liseyi bitirdikten sonra, Ankara’da inşaat fakültesini kazanır. Okula kaydını yaptırır ve derslerine başlar. Öğretim yılının sonuna doğru babası, Ankara’da bulunan kızının yanına misafirliğe gelir. Hakkı’ya da okulunu gezdirmesini söyler. Hakkı babasını okula götürür fakat babası okulun içine girmeyip, okul kapısının karşısındaki yolun kaldırımına oturur. Yarım saat, okula gireni-çıkanı takip eder. Ayağa kalkar ve oğluna: “Senin okul işi bitti!” der. Hakkı bir şey diyemez ve başından kaynar sular dökülür. Hemen anasına: “Ana, babamın gönlünü et. Liseyi birincilikle bitirdim, burada da dereceye girdim, okula devam edeyim.” der. Babasının kayını Muammer Koca, inşaattan düşüp öldüğü için oğlum da düşer korkusuyla babası okula göndermek istemez. Anasına: “Bir şartla gönderirim. İstanbul’da okuyacak, bir de Berber Cafer’in oğlanın okulda okursa gönderirim.” der. Hakkı bu okulu bırakır ve yeniden sınavlara girerek tek tercih yapar ve Yıldız Teknik Üniversitesi Harita Mühendisliği Bölümü’ne girer.

Okula kayıt yaptıracak fakat babası hiç ses etmez. Gider kaydını yaptırır. Okula gideceği zaman babasından para ister. Babası, şehâdetnâmeyi (diplomayı) aldığında orada kimin adının yazacağını sorar. Hakkı da kendi adının yazacağını söyleyince: “Benim adım yok, boşuna gitme!” der. Çaresiz şekilde anasına gider. Anası, camızın sütünden kaymak yapıp, satıp biriktirdiği paralarını verir. Hakkı bu paralarla altı ay idare eder. Para bitince çivi fabrikasına kâtip olarak girer ve okul bitesiye orada çalışır. Patronunun çocuğu yoktur. Buna ortak olmalarını söyler. Bu arada babası, şehâdetnâmeyi aldın mı, diye telefon eder. Bu da aldığını söyleyince, çabuk Bolvadin’e gelmesini söyler. Hakkı, patronun bırakmadığını belirtince: “Patronuğun da a.mına gorun, senin de a.mına gorun!” der ve telefonu kapatır. Oğulları Abdullah, Muzaffer ve torunu Rüştü’ye üç tane büyük çuval ve ağızlarını bağlamaları için ip verir. “İstanbul’a gidin, şu iki çuvala oradan mal alın, şu çuvalın içine de Hakkı’yı tutup koyun, getirin!” der. Bolvadin’e gelmek istemeyen Hakkı, babasının bu tavrı üzerine memlekete döner.

YAKTIN  BENİ!

Mustafa Ağa biraz yaşlanınca, eski günlerini yâd etmek için Germencik’e gezmeye gitmek ister. Oğlu Hakkı’ya, arabasıyla götürüp gezdirmesini söyler. Hakkı; anası, babası ve eşini alarak yola çıkar. Yaz günüdür. O tarafa gittikçe hava ısınır. Yol kenarında çardak kurmuş bir üzüm satıcısının önünde mola verirler. Satıcı tezgahının başında yoktur. Oraya biraz otururlar ve Mustafa Amca, “Kimse yok mu?” diye bağırır. Kadının birisi, yanında bir çocuk, kucağında bir çocuk ve karnında bir çocukla gelir. Kadına: “Gocan olacak goz nerde?” der. Kadın: “Kocalar çalışır mı? Ben onun kahvaltısını ettiririm, ayakkabılarını boyarım, giydirir kuşatır kahveye gönderirim. Onun bu şekilde yürüyüvermesi bana yeter!” der. Bunun üzerine Apıcık, elini yumruk yapıp kendi bağrına vurarak yanında oturan karısına döner ve:  “Ah ah!.. Beni şap yakar gibi yakmışsın!” der. Hepsi de gülüşürler.

ÇINARLAR  AYAKTA  ÖLÜR

Mustafa Yalçın, her zamanki alışkanlıkla sabah namazı vakti kalkar, abdestini alır ve İmaret Camisi’nin yolunu tutar. Namaz çıkışı, cami karşısında bulunan dükkanını açmak için kapıya gelir. Orada bir fenalık geçirir ve olduğu yere yığılır. Orada bulunanlar, doktora götürürler ve doktor Afyon’a sevk eder. Hafif bir felç geçirmiştir. Hanımı, çocuklarına: “Oğlum, böyle hastaları türbeye yatırırlar, orada iyi olur.” der. Abdülkadir Ceylani Türbesi’ne akşam ile yatsı arasında yatırırlar. Biraz iyi olur fakat gene hastadır. Oradan doğru Afyon’a götürürler, orada iyi olur. Aradan altı yıl geçer. 24 Temmuz 1994 Pazar günü sabah namazı için kalkar, doğru İmaret Camisi’ne gider. Namaz çıkışı dükkanının kapısının önüne gelir ve cebinden çıkardığı anahtarı “Bismillah” diyerek sokar ve oraya yığılır kalır. Oğlu Hakkı, hastaneye götürmek için arabasına bindirir. Evden hanımını da alırlar. Yolda giderken, seksen sekiz yaşında iken ruhunu teslim eder.

Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ