Bolvadin'in Temel Taşları

 

ÖLÜGIZININ HECÂZI   (HİDAYET DOĞRUYOL)

Ölükızının Hicazı’nın asıl adı Hidayet’tir. 1912’de Bolvadin’de dünyaya geliyor. İki yüz yıllık esnaflık mazileri var. Babası Abdülkadir’in, yıkılan adada manifatura dükkanı vardı. Beş oğlan kardeştirler. En büyükleri Hicazı Ağa, diğerleri; Şerafet, Hulusi, Şevki ve Süleyman’dır. Bugün için hepsi de gerçek dünyadadır. Manifaturacılığın yanı sıra; hayvancılık ve nakliyecilik de yapmıştır.

    Esas lakabı “Hidayetler” dir. “Ölügızı” lakabı anne tarafından geliyor. Annesinin erkek kardeşi yokmuş, kız kardeşleri varmış. Babası berberde tıraş oluyormuş. Tıraş olurken yorgunluktan içi geçmiş, uyumuş. Berber ve yanındakiler uyandıramamışlar, öldü zannetmişler. Zor ayıltmışlar. O günden sonra annesine de “Ölükızı” demişler. Ölügızının Hicazı; orta boyda, dolgun yüzlü ve sağlam vücutlu bir kişi idi. Bolvadin’in en nüktedan, şakacı, mukallit kişilerinin başında geliyordu. Kızgın olduğu zamanlar bile nükteli konuşurdu. Şaka yaparken, bazı zamanlarda argolu cümleler kullanırdı. İleri görüşlü, girişimci, esnaflık sanatını hakkıyla veren bir kişi idi. Hesap adamı olup, zihninden hesabı çabucak yapardı. Devamlı çalışır, devamlı yeni bir şeyler üretmeyi severdi. Hırs kapısını bağlayıp, kanaat ve rıza kapısını açanlardandı. Müşteriye karşı çok hürmetkâr davranır, çok kişiyi kahve içmeden bırakmazdı. Gönlü boldu, yedirip içirmeyi severdi. Gelinleri her gün dükkana, öğle yemeklerini başlarında büyük tepsi ile getirirlerdi. Gelen-giden yemekten yerdi.  Toplumun akıl hocasıydı. İsraf yapmaya karşı olup, müsrifleri sevmezdi. Herkese tavsiyelerde bulunur: “Gençken çok çalışın, evlendikten sonra para biriktirmesi zor olur. Gelir çeşmesi sekerât sidiği kadar dahi aksa, testinizi doldurun. Bir gün lazım olur.” derdi. Yurt dışında çalışan kişilere, biraz para biriktirince hemen dönmelerini tavsiye ederdi. Toplumu esnaflığa yönlendirmeye çalışır: “Gırın aslanı olacağınıza, çarşının serçesi olun.” derdi. Gençlere kötü alışkanlıklardan uzak durmalarını tavsiye eder; kötü alışkanlığı olanları vazgeçirmeye çalışır: “İnsanoğlu her şeyden vazgeçer de kumardan vazgeçemez.” diyerek, kötülüğünü anlatmaya çalışırdı. Çocuklarına: “Arkadaşlarınızı ve konuşacağınız kişiyi iyi seçin! Toplumda sevilen sayılan terbiyeli arkadaşlar edinin! Emr-i Hak vâki olup ben bu dünyadan göçtüğüm zaman, dost, arkadaş ve dünürlerimle irtibatı kesmeyin! Onlara gereken saygıyı gösterin! Siz bu dostlukları devam ettirmezseniz ailede kopukluklar başlar! Bu sözlerimi size miras olarak bırakıyorum.”  der. 1950 yıllarında belediye encümen üyeliği yaptı. Hac şirketi kurup, dört sene de hacca adam götürdü.

ESNAFLIĞA  İLK  ADIM

Hicazı Doğruyol, küçük yaşta dükkanlarında çalışmaya başlar. Günün büyük kısmını, “Ada”da bulunan manifatura dükkanında geçirir, esnaflığın inceliklerini, para kazanmanın yöntemlerini öğrenmeye başlar. On beş yaşına gelince babası bunu, at arabasının içerisine manifatura malzemeleri, bisküvi, çizi şeker gibi giyim ve yiyecek maddeleri koyarak köylere alış-veriş yapması için göndermeye başlar. On altı yaşına gelince babasını kaybeder. En küçüğü iki yaşında olan beş oğlana anaları sahip çıkıp, işlerinin devam etmesini sağlar. Gençliğe yeni adımını atan Hicazı’ya, hepsinin büyüğü olarak büyük sorumluluklar düşmektedir. Çireçöpün Kamil (Bilgin) buna yardımcı olur. Askerlik vaktine kadar köylere gitmeye devam eder. Askerlik dönüşü, yetişmekte olan diğer kardeşleriyle birlikte işlerine devam ederler. Emirdağ’ına dükkan açarlar fakat bir sene sonra burayı kapatırlar. 1948’de şimdiki dükkanları olan Çarşı Camisinin doğu kısmına bakan taraftaki evlerinin bir odasını, dükkan olarak açarlar. Ayrıca, evlerini alt kısmında büyükbaş hayvan da beslemektedirler. At arabalarıyla Mahmudiye-Çifteler taraflarına çok gittikleri için, o tarafı ve halkını iyi tanımaktadırlar. Mahmudiye’de manifaturacı dükkanı yoktur. Oraya da bir dükkan açar ve kardeşlerini oraya gönderir. Kardeşleriyle, iş ortağı olarak çalışır.

   AYNACI  HOCA

Bolvadin, günümüzde ilim alanında çok büyük adımlar atmış, siyaset ve bilim adamı yetiştirme alanında ilerlemeler kaydetmiştir. Hükümetlerde görev alan bakanlarımızın yanı sıra, akademik alanda profesörler, doçentler çıkartmıştır. Şu an Bolvadinli 30’a yakın profesör ve 55 doçent ülke genelinde görev yapmaktadır. Ticaret alanında da büyük başarı gösteren Bolvadin insanı, bilhassa büyük şehirlerdeki ticari başarılarıyla kendilerinden söz ettirmiştir.

Bolvadin’de, Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in başlarında, ilim ve din bilginleri de yetişmiştir. Bunlardan birisi de dini konularda uzman olan Aynacı Hoca (Abdülkadir Aynacı) dır. Bolvadin’deki ilkokullarda öğretmenlik yapmıştır. Aynacı Hoca’nın evi Alaca Camisi’nin yanında olup, uzun yıllar Çarşı Camisinde imamet görevinde bulunmuştur. İmamlık yaptığı yıllarda hiç görevini aksatmadığı söylenir. Bir kış günü, sabah namazı vakti gelmeden yatağından kalkar, hazırlıklarını yapar ve camiye gitmek için sokak kapısını açtığında, kapının karla kaplı olduğunu görür. Ayak damına çıkar ve oradan atlamak ister fakat buna da cesaret edemez. Namaza gidememenin üzüntüsünü yaşar. Maaşından bir vakitlik gidemediğinin parasını hesaplar ve o gün namaz kıldırana bunu öder.

Askerden gelen Ölügızının Hicazı’yı anası evlendirmek ister. Oğluna durumu açar ve Aynacı Hoca’nın kızı olduğunu, onu isteyeceğini söyler. Hicazı Ağa da münâsıp görür ve kızı vermelerini sağlamak almak için, artık her gün beş vakit, Aynacı Hoca’nın tam arkasında namaza durmaktadır. Cemaat, arkada kılmasını istese de bu imamın arkasını terk etmez. Namaz bitiminde hemen kalkıp elini öper ve “Allah kabul etsin!” der. Anası kızı ister ve Aynacı Hoca’da: “Bu iyi oğlan. Beş vakit namazını benim arkamda kılıyor, verdim gitti.” der ve kızı verir. Evliliğinden üç oğlu ve üç kızı olur. Büyük oğlu Ahmet çok iyi bir esnaf olup, merhametli, hayırsever bir kişiydi. 1982’de genç yaşta vefat etti. Ortanca oğlu Kadir, baba mesleğini devam ettiriyor. Küçük oğlu Mustafa ise, mobilya ve beyaz eşya ticareti yapıyor.

 KÜÇÜKBAŞ  HAYVANCILIĞI

Bolvadin ekonomisi, şimdiye göre Afyon’un ekonomisinden beş-altı kat fazlaydı. Ölügızılar, İstanbul’dan her hafta bir kamyon manifatura malı getirirlerdi. Haftada; Ömer Birler’den tiftik yapağı, M. Ali Huyugüzel ve Ahmet Yiğitbaşı’dan deri,  Hacı Ahmet ve Ali Osman Özaydın’dan bir kamyon yumurta alır İstanbul’a götürürlerdi. Hicazı Doğruyol, kardeşleriyle birlikte küçük yaşta başladıkları hayvan yetiştirme ticaretini zamanla daha da geliştirir. Yaptıkları büyük bir besihanede koyun besleme işine girerler. Zamanla koyunlarını 2500’e kadar çıkartırlar. Kurban bayramı öncesi her sene İstanbul’a 750 koyun gönderirler. Başka koyuncuların koyunlarını da satın alarak günlük olarak Adapazarı’na, Konya Ereğli’ye gönderirler.

Henüz daha çapa makineleri çıkmadan, otlarından ayıklanıp köklerinin hava alması için bazı bitkiler çapalanırdı. Çapa mevsiminde, imece usulü veya günlük ücret karşılığı kadınlar çapaya giderlerdi. Çapacılar, çapalama sırasında bazen toplu halde türküler söylerlerdi. Akşamleyin yorgun-argın fakat para kazanmanın neşesiyle evlerine mutlu dönerlerdi. Şimdi bazı tarlaların otları çapa makinesiyle temizlenirken, bazı kişiler de, kadınlara çapalatmayı tercih ediyorlar. Her sene belli dönemde mutlaka pancar veya haşgeş çapası yapılması gerekmektedir. Kadınlar; çapa yapılacaksa yanında çapasıyla, haşgeş çizilecekse çizgi aletiyle, pancar kesilecekse pancar bıçağıyla çalışmaya giderlerdi. Hicazı Ağa da, sonbaharda pancar sökümü zamanı tarladan getirilen pancarları koturasının (besihane) bir tarafına yığdırırdı. Günlük olarak gelen kadınlar, önce pancarının üstündeki yeşil otunu keserler. Daha sonra su dolu hatılın içerisine atılan pancarlar orada yıkanır, çamurundan temizlenir. Bu pancarları pancar kesme bıçakları ile ince olarak kıyarlar, bir kış boyu koyunlara yedirilmek üzere hazırlarlardı. Biz de pancarı zevkle yerdik. Bir tepsi içerisine konan pancar, akşamleyin mahalle fırınına verilir, sabahleyin alınırdı. Pişip kızaran, çikolata tadında olan pancar lezzetlice tatlı niyetine yenir, kuvvet verirdi.

MUTLU  EVLİLİK

Ölügızının Hİcazı Ağa, eşin-dostun çocuklarının evliliklerine de yardımcı olmaya çalışırdı. Aracı olur, kızı vermemekte ısrar eden aileleri ikna eder, kızı alırdı. Hicazı Ağa’nın bir özelliği de, gençlerin zamanı gelince evlenmesini, geç kalmamasını istemesidir. Bu yüzden oğlanlarını askerden gelince, kızlarını “durumuna durunca” gelinlik çağında hemen evlendirmiştir.

Evlenmek, Allah’ın emridir. Çocuklarının neslini sürdürmesi, evladın harama yönelmemesi babanın sorumluluğundadır. Efendimiz: “Kızın ve oğlanın dengi çıktığı halde onları evlendirmezseniz, fitneyi bekleyin.” buyurmaktadır. Gül zamanında koklanır. Demir tavında dövülür. Eskiden bazı aileler çocuklarını çok küçük yaşta evlendirirlerdi. Bunun yanlış tarafları da vardı. Günümüzde ise bu konuda gecikmeler yaşanıyor. Tahsil yapmış kız “Kariyer yapacağım” edasıyla, oğlan da “çalışan kız” aradığı için evliliğini geciktirebiliyor. Bazı babalar maddi imkanları yerinde olduğu halde, çocuklarını evlendirmiyor. Oğlanın kendisinin kazanıp evlenmesini istiyor. O da yıllar alıyor. Bazı ailelerin kızları da okuyup öğretmen veya memur oluyor. Belli bir maddi gelire kavuşan kız, artık seçici olmaya başlıyor, her gelene burun kıvırıyor. Bazı babalar da, kızının maaşını kendi aldığı için, gelir kapısı kapanacak düşüncesiyle gelen taliplere yüz çeviriyor, kızı vermiyor. Armudun sapı, üzümün çöpü derken oğlan veya kız “gartlaşıyor”, tohuma kalkıyor. Belli yaştan sonra evlense de artık tat dökmüyor. Atalar: “Kız istenirken, at beslenirken…” demişler. Gençlerin bekârken yaptıkları hatalar, yarın rûz-ı mahşerde soru olarak ana-babanın karşısına gelecektir. “Demir tava geldi kömür bitti / Akıl başa geldi ömür bitti.”

   HAZIR  YİYİCİ

Hicazı Doğruyol, çocuklarının yetiştiği, kendisinin de yaşının ilerlediği yıllarda dükkanlarındaki iki uzun masanın arasındaki boşluğa sandalyesini atar ve oradan müşterileri takip eder. Genellikle öğleden sonları da, dükkanlarının karşısında Çarşı Camisinin yanındaki çınar altına gelen dostları: Sintafın Şerafet (Sevim), Hancı İbrahim (Özsoy), Hacıgüccük (İbrahim Karagüven)le birlikte oturur; günlük olayları, memleket dertlerini konuşurlar. Hicazı Ağa genellikle nükteli konuştuğu için arkadaşları da onu can kulağı ile dinler, muhabbetin dibine vururlar.

1973 yılının Eylül ayı, günlerden cuma… Cuma namazı vakti gelince Hicazı Ağa, oğulları ve çalışan elemanlar dükkanı kapatırlar ve namaza giderler. Namazlarını eda ettikten sonra dükkana gelirler. Biraz sonra, gelinlerinden birisi, fırından yeni çıkmış bir tepsi gıyır gıyır mercimekli bükmeyi başının üzerine koymuş halde dükkana getirir. Hepsi de başına çöreklenip, erik hoşafıyla birlikte tepsiyi temizlerler. Hicazı Ağa üstüne okkalı sade kahvesini de içtikten sonra, çınar altına oturmak için kapıya yöneldiğinde, kapıdan içeriye girmekte olan çıraklarına nereden geldiğini sorar. Dükkana telefon yeni bağlattırılmış ve bunun haberi yoktur. Çırak: “Telefon parasını yatırdım geldim.” deyip elindeki makbuzu verir. Makbuzdaki ödenen rakamı gören Hicazı Ağa: : Len hazır yiyici bir ben varıdım; bir de karşıma bu  mu çıktı!.. Nebilen ne ederin telefonunun!” diye kızar ve dışarıya çıkar.

DOĞURACAĞIM  GELİYOR

İnsanoğlunun hayatında yer eden üç önemli olay vardır: Doğum, düğün, ölüm…Doğum olduğu zaman dünyaya yeni bir can, yeni bir nefes geldiği için insanlar sevinçli ve mutludur. Bu mutluluğa; eşi-dostu, hısımı-akrabası da katılır. Çocukluğumuzda bir kadın doğum yaptığı zaman, kız anası tarafı hazırlıklar yapardı. Önceleri kayıştan sancak (deri salıncak) yaptırılırdı. Daha sonra beşik alınmaya başlandı. Salıncağı alan annenne olacak kadın, bebeğin iç çamaşırlarını da hazırlardı. Doğumdan üç-beş gün sonra, bir at arabasına eşyalar yüklenir, yanına bir tabak camız kaymağı konur, diğer gidecek olan yakınlara da haber verilerek yola çıkılırdı. Diğer yakınları da; pelte-çorba yapar, peltenin üzerini fıstık ve kırmızı şekerle süsler, yanına da pişirmiş olduğu; çullamayı, ciğer ve köfteyi koyar götürürdü. Buna “doğaya gitme” denirdi. Gittikleri ev sahibi de yemekler yapar, bu gelenleri ağırlardı. Gülüş-çığırış pelte-çorbalar ve yemekler yendikten sonra, bazı gocagarılar yeni doğan çocuğun yüzüne bakarak, nazar değmesin diye: “Aha pek çikinmiş…tü, tü, tü..” derler, lohusa gelinin moralini bozarlardı. Aradan altı ay geçer, evde canı sıkılıp kapı arayan kadın, eline edik-düdük bir şey alıp doğaya giderdi. Gara günlü gelin de, onlara hizmet edeceğim diye canı çıkardı. Günümüz gelinleri akıllılık ediyor, “bebek mevlidi” adı altında bir gün belirleyip, tanıdıklarını çağırıyor, yidirip içirip iki saat içerisinde çırpıştırıp geçiyorlar. İyi de ediyorlar.

Hicazı Ağa, arkadaşlarıyla her zamanki yer olan çınar altına oturmuş muhabbet ediyor.  O sırada yanlarından geçmekte olan at arabasının üstüne birkaç kadın binmiş, yanlarında boş beşik, üstü pullalı örtülü tepsilerle yavaş yavaş gidiyorlar. Arkasındaki kadınların ellerinde ise, tepsilere sıralanmış pelte-çorbalar ve yiyecekler…Çorbanın üzerindeki mis gibi tereyağının kokusu; köfte, ciğer ve çullamaların kokusuna karışmış olarak bunların burunlarından içine girer. Hepsi de bu güzel kokular karşısında karınlarının acıktığını hissederler ve derinden bir “Oh!..” çekerler. Hicazı Ağa bu geçenlere bakarak: “Yav şu gözel kokuya bak!…Adamın doğuracağı geliyor!” der. Arkasından, çocuğun hayırlı olması için dua ederler. Biraz sonra muhabbete geri dönerler. Konuşmanın en derin yerinde ikindi ezanı okunmaya başlar. Namaz için oturanlar hareketlenmeye başlayınca bu: “Oturun yav! Namazın kazası olur ama muhabbetin kazası olmaz!” der ama sonra hep birlikte namazlarını eda etmek için camiye girerler.

YALAN DÜNYA

“Yalan dünya sana böyle, kimler konup göçtü söyle. / Ben de işte aynen öyle, aha geldim gidiyorum. / Var mı sana gelip kalan, baştan başa murat alan? / Varın yoğun hepsi yalan, işte geldim gidiyorum.” Tarih 6 Ocak 1975 Pazartesi…Bu dünyanın yalan olduğunu, malın mülkün boş olduğunu devamlı dile getiren Hicazı Doğruyol için de, 63 yaşında iken yolun sonu gelmiştir. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ