Bolvadin'in Temel Taşları

                                                    

   TIRKILIN AHMET   (AHMET UZUNER)

 

Tuğlacı Tırkılın Ahmet 1924’de Bolvadin’in Bekirağa Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Testi imalatı yapan babasının adı Salih’tir. Salih’in beş oğlu dört kızı var. Oğulları: Ahmet, Ali, Selahattin, Veli ve Yaşar’dır. Ahmet; testi imalatı, tuğla imalatı ve çerçicilik yapmıştır.

Ahmet Uzuner; orta boyda, tıknaz, yürürken yavaş yürüyen bir kişi idi. Temiz, iyi niyetli, maneviyatı yüksek, günlük gazeteleri takip eden, kitap okumayı ihmal etmeyen birisiydi. Bazı insanlar alçak gönüllüdür; bazı insanlar ise alçak olmaya gönüllüdür. Bu, çok alçak gönüllü idi. Konuşurken gayet yumuşak ve karşısındaki kişiyi kırmadan konuşurdu. Cimrilik kapısını kapatıp lütuf kapısını açanlardandı. İkram etmeyi, yedirmeyi-içirmeyi çok severdi. “Yarın” kaygısı taşımayan bir adamdı. Günübirlik yaşardı. İnsana değer verir; paraya-pula hiç değer vermezdi. Varyemez zenginlerin gördüğünde üzüldüğü; fakirlerin ise sevindiği bir insandı. Yazın çalışmak üzere, çok kişi kıştan parasını peşin alırdı. Bazıları insana şükretmeyi, bazıları da küfretmeyi öğretir. Bu, devamlı şükür eder ve çevresindekilere de şükretmelerini söylerdi. Temizliği çok severdi. Her gün mutlaka hamama giderdi.

   TESTİ  OCAĞI

Ahmet Uzuner, ilkokula gidemez. Okumayı-yazmayı askerde iken “Ali Okulu”nda öğrenir. Bu yıllarda babasının yanında çalışmaya başlar. Babası, Testici Muhittin Tezer’in yanında çalışmaktadır. Testiciler; yaptıkları testi, boduç, kandil, hevik gibi toprak mamüllerini at arabalarına yükleyip, köylere satmaya giderler. Mallarını bitirinceye kadar köyleri dolaşırlar. Verdikleri mal karşılığı, paranın yanı sıra; yumurta, arpa, buğdayla da değişirler. Küçük Ahmet de babasıyla birlikte köyleri dolaşır, hem köyleri tanır; hem de ticareti öğrenir. Küçük yaştan itibaren işe gittiği için, ayak ve el bileklerinin şiştiğini, geceleri ağrıdan uyuyamadığını söyler. Emeğin çok, parasının az olduğu zamanlar…Diğer kardeşleri de küçük yaştan itibaren, aileye katkı ve hayatı öğrenmeleri için babalarının yanında çalışmaya başlarlar. Askerliğine kadar burada çalışır.

   ÇERÇİCİ

Askerlik görevini otuz altı ay Çanakkale’de yapar. Geldikten sonra tekrar testi imalatına devam eder. Bu arada evlenir. Evliliğinden; beş kız, dört oğlan; dokuz çocuğu olur. Oğullarından Mehmet vefat etti. İbrahim muhtarlar derneği başkanı, Yunus imam-hatip, Salih ise esnaflık yapmaktadır.

Köyleri iyi tanıyan Ahmet Ağa, testiciliğin yanı sıra, çerçicilik de yapmaya karar verir. O gün için köylerde bakkal dükkanı dahi yoktur. Köylünün şehre gelecek gücü de yoktur. İhtiyaçlarını, “çerçici” denilen bakkal ve tuhafiye eşyası satan kişilerden görmektedirler. Bu kişiler, at veya katırın iki tarafına küfeleri bağlarlar; mallarını köylere bunlarla götürürler. Yol olmadığından, arabaların gidemediği köylere bu şekilde giderler. Askerden önce tanıdığı köylüler, bunun yolunu dört gözle beklerler. Testi ve tuğla işleri, sadece yazın üç ay olduğu için, yılın diğer zamanlarında çerçicilik yaptı. Gittiği yerlerden ancak on gün sonra eve dönerdi.

TESTİCİLİKTEN  TUĞLACILIĞA

Plastikten yapılan su kapları çıkınca, testicilik işi azalmaya başlar. Bunlar da, tuğlacılık yapmaya karar verirler. Kardeşleriyle birlikte, diğer tuğla imalatçılarının yanında bir tarla satın alırlar. Kendi tarlalarından çıkardıkları toprakla tuğla dökmeye başlarlar. Zamanla işi daha da geliştirirler. Tuğlacılık, önemli bir sektör idi. Çevre ilçelerden, köylerden, ev yaparken herkes tuğlasını Bolvadin’den alırdı. Yazın, neredeyse bütün gençler bu ocaklarda çalışırlardı. Şu anda altmış yaş üstü kişilerden, tuğla ocağında çalışmayanı yoktur. Çocuklar, küçük yaşta hayatın zorluklarını öğrenirlerdi. Tuğla ocakları akşam paydos edildikten sonra, çocuklar-gençler tuğla ocaklarının yakınında bulunan, demir bir borudan bir insan beli kalınlıkta akan “Yenisu” da yıkanır, öyle evlerine giderlerdi. Kimisi bisikletle, kimisi yayan olarak yola çıkar, bir bayram havası içerisinde evlerine dönerlerdi.

Tuğlacılık, bilek gücüyle yapılan zor mesleklerden biriydi. Önce bir metre derinliğinde iki çukur açılır. Getirilen toprak, birinci çukura dökülür ve üzerine yeterli şekilde su doldurulur. Bir gün bekletilen toprak, bir kişi tarafından iyice çiğnenir. Toprak, yeterli kıvama gelip çamur halini aldıktan sonra ikinci çukura alınır. Oradan dışarıya çıkarılan çamur, iki kişinin taşıdığı şimdiki hasta sedyesine benzer tezgeneyle kalasçı tarafından kalıpçının yanına getirilip dökülür. Kalıpçı, bu çamurları kalıplara döküp düzeltir. Bu şekilde bir gün bekletilen çamurlar, suyunu atıp kurur. Daha sonra bu tuğlalar ızgara şeklinde üst üste yığılıp kuruması için üç gün bekletilir. Sıra, fırında pişirmeye gelmiştir. El arabası veya tezgene ile bu kuruyan tuğlalar taşınıp yere dizilir. Bir sıra tuğlanın üzerine, bir sıra toz kömür konur. Aralarında “baca” adı verilen boşluklar bırakılır. Yüksekliği ortalama üç metreyi bulur. Uzunluğunun sınırı yoktur. Her bacanın ağzından ateşlenen tuğlalar iyice pişerek, yirmi beş gün sonra kullanılacak duruma gelir. Bu tür tuğlalara, takoz (harman) tuğla denir. Yapılan binanın sağlamlığı ve sağlığı açısından bu tür tuğlalar, içi boş olan televizyon tuğlalara göre daha güvenlidir.

CÖMERTLİĞİN  KARŞILIĞI                     

İslam’ın beş şartını yerine getirmek, Müslüman için bir mecburiyet ve görevdir. Müslüman’a esas sevap kazandıracaklar, bunun dışında yaptığı iyilikler ve güzelliklerdir. Bunlardan birisi de; yoksula, düşküne, zorda kalmışa yardım etmektir. En zor zamanında bir kişiye yardım eli uzatmak, kişiyi dünyanın en mutlu insanı yapar. Kalpler, cömertlik sayesinde temizlenir. Cenâb-ı Hak: “Eli sıkı olma!” “Mal ve servet sizin için bir imtihandır.” buyurmaktadır.

Cimrilik, insan için en büyük hastalıktır. Allah: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur, cimriliğe yöneltir.” buyuruyor. İnsan, yaşadığı müddetçe öyle insanlar tanıyor ki, biriktirdikçe daha da hırslanıyorlar; paraları, malları çoğaldıkça daha da cimrileşiyorlar. Kendilerini ölümsüz zannediyorlar. Bir de bakıyoruz ki aniden ölüp gitmiş; geride kalan mirasçıları da biriktirdiği servetini afiyetle yiyorlar. Kaybeden cimri oluyor. Cimrilik, mümine yakışmaz. “Gel dese de gitme cimri aşına, bir fırsat arar da kakar başına.”

Tırkılın Ahmet, yaşadığımız şehirde cömertlikte başta gelen insanlar arasında yer alıyordu. Borç para isteyene cebindeki son kuruşa kadar verirdi. Küçük yaşlarda çok yokluk-fakirlik çektiği için, elinden geldiğince fakirlere yardım ederdi. Cebinde, devamlı pembe bir çevre (mendil) taşırdı. Bu mendil biraz büyükçe idi. Mendili, sadece çarşıdan aldığı yiyecekleri eve taşımak için kullanırdı. O gün için “poşet” bilinmediği için, çok kişi çevre ile evine yiyecek taşırdı. Her gün evine giderken, çevresine doldurduğu yiyecek veya meyveleri dağıta dağıta giderdi. Gördüğü çocuğa-çoluğa, ihtiyaçlıya verirdi. Bir tekaraba dolusu karpuz alır; dağıta dağıta gider; eve varasıya kadar birkaç karpuz kalırdı. Birisi: “Karnım aç, param yok!” dediği zaman hemen ağlamaya başlar, karnını doyurur, harçlığını verirdi. Yalanı sevmez ve elindekini başkalarıyla paylaşmayı severdi.

Her sene kış başında evinin yanındaki bahçeye iki kamyon kömür döktürürdü. İhtiyaç sahipleri buradan kömür ihtiyaçlarını alırlardı. “Temizlik imandan gelir.” der, her gün mutlaka hamama giderdi. Hamamdan çıkınca, Aşçı Hacı Mustafa’nın lokantasına gider, işkembe çorbasını içerdi. Çocuklarına ve çevresine vücut temizliğinin önemini anlatır, koltuk altı ve kasık tıraşını ihmal etmemelerini tavsiye ederdi. “Evini temiz tut misafir gelir; vücudunu temiz tut ölüm gelir.” derdi.

PENCERESİZ  EV

Tuğlacı Ahmet’in özelliklerinden birisi de, bildik-bilmedik isteyen herkese veresiye tuğla vermesidir. Gelen kişi, şu zaman ödeyeceğim dediği zaman, parasını alıp alamayacağını düşünmeden tuğla verirdi. 1976 yılının yaz günü…Kendisinin, Işıklar Kasabası’ndan olduğunu söyleyen bir kişi, ev yapacağını, bir ay sonra parasını vermek üzere tuğla almak istediğini söyler. Karşısındaki kişiyi kırmak istemeyen Ahmet Ağa, adama istediği sayıda tuğla verir. Adamın; adını, köyünü, borç miktarını deftere yazar. Aradan bir ay geçer adam tuğla parasını getirmez. ‘Denk getirememiştir’ düşüncesiyle bir ay daha bekler. Gene para gelmeyince, Afyon’a giden Gündaylar’ın arabaya binip, Işıklar’da iner. Adamı soruşturup evini bulur.

Önüne; çatısız, sıvasız, pencerelerine naylon çekilmiş, elektrik bağlanmamış “karaçavı” bir ev çıkmıştır. Kapının önünde üstü-başı perişan iki kız çocuğu oynamaktadır. Bu şekilde, ailenin bu evde yaşamaya çalıştıklarını görür. Kapının önünde zincirle bağlı köpeğin havlamasıyla, tuğla verdiği adam kapının önüne çıkar. Tuğlacı Ahmet’i görünce heyecanlanır, yüzü kızarır, ne diyeceğini bilemez, kekeleyerek: “Borcumu denk getiremedim, kusura bakma. En kısa zamanda getireceğim.” der. Bu da: “Namussuz insanların yüzü kızarmaz. Senin yüzün kızardı, tamam.” der. Evin, adamın, çocukların bu halini gördükten sonra, elini cebine atar ve ne varsa adama verir. “Bu parayla evinin pencerelerine çerçeve yaptır.” der ve ağlayarak oradan ayrılır. “Kalbinde merhamet taşımayana cennet yoktur.”

   ÖDENMEYEN  BORÇ

Bundan iki yıl önce, Ahmet Uzuner’in en küçük oğlu Salih, bir iş için Afyon’a gider. İşini gördükten sonra Bolvadin arabasına biner. Yanına da yaşlıca bir adam oturur. Araba hareket eder. Yolda, muhabbet olsun, düşüncesiyle birbirlerine laf atarlar. Salih, adama nereli olduğunu sorar. Adam, yol üzerindeki bir kasabanın adını verir. İhtiyar adam da, buna nereli olduğunu sorar. Salih: “Bolvadinliyim” deyince “Tuğlacı Ahmet’i tanır mısın?” der, tanıdığını söyler fakat babası olduğunu söylemez. Adam: “Kasabanın çoğunluğu, ev yaparken bu adamdan veresiye tuğla aldı. Ben de aldım. Adamın yüzünün yumuşaklığı yüzünden hiçbirimiz de borcumuzu ödemedik. Şimdi onun verdiği tuğlayla yaptığımız evlerde oturuyoruz.” der. Salih: “O benim babam.” der. Adam şaşırır fakat inanmaz. Salih, kimliğini çıkarıp gösterince, yaşlı adam ne yapacağını şaşırır. İnsan, en çok mahşer gününe kalmış, kapanmamış bir hesaptan korkuyor.

   ILGINLI  GENÇ

Yıl 1982…Tuğla ocaklarında Ilgınlılar da gelip çalışmaktadır. On yedi yaşlarında Ilgınlı bir delikanlı, tuğla ocağının birisinde çalışmaya başlar. Bir müddet sonra hastalanır ve çalışamaz duruma gelir. Biriktirdiği parasını da memleketine gönderdiği için, parası da yoktur. Bunu işten çıkartırlar. Delikanlı çarşıya gelir ve iş aramaya başlar. Karnı aç, üstü-başı perişan ve beş parasızdır. Bunun mesleğinin tuğlacı olduğunu öğrenenler, Tuğlacı Ahmet’e gitmesini söylerler. Delikanlı soruşturur ve Ahmet Ağa’nın hamamda olduğunu duyar. Doğru hamama gidip, içeride yunmakta olan Tuğlacı Ahmet’i çağırttırır. Ahmet Ağa, üzerine havlu alıp dışarıya çıkınca, delikanlı durumunu anlatır. Önce ona sabun, tıraş bıçağı verir ve hamama girip yıkanmasını söyler. Delikanlı hamamdan çıkınca, karnını doyurduktan sonra konfeksiyon dükkanına götürür ve üzerine yeni elbiseler alır. Arkasından Konya arabasına bir bilet alır ve bunu memleketine gönderir.

Yıl 2012…Bu olaydan otuz sene sonra…Tuğlacı Ahmet’in oğlu Salih’in ayakkabıcı dükkanı var. Salih, dükkanında otururken, elli yaşlarında bir adam gelip ayakkabı toptancısı olduğunu, ayakkabıya ihtiyacı olup-olmadığını sorar. Salih, şu an ihtiyacı olmadığını, oturup çay içmesini söyler. Adam oturur. Çaylar gelir, muhabbet başlar. Muhabbet sırasında adam: “Tuğlacı Ahmet Uzuner’i tanıyor musun? Vefat ettiğini duydum.” der. Salih de: “O benim babam…” der. Adam inanmayınca, dükkan camındaki “UZUNER” yazısını ve çıkarıp nüfus cüzdanını gösterir. Adam bunu duyunca, dualar ederek hüngür hüngür ağlamaya başlar ve delikanlı iken başından geçen bu olayı anlatır. Yapılan iyilik de, kötülük de bir gün gelip seni buluyor.

   İLK  TELEVİZYON

Televizyon, bu gün itibarıyla hayatımızın vazgeçilmezlerinden birisi olmuştur. Televizyonun girmediği ev yok, denecek kadar azdır. Türkiye’de ilk televizyon yayını İstanbul’da 1968 yılında başlamıştır. Sadece üç gün yayın yapmıştır. Anadolu’nun televizyonla tanışması ise, 1974 yılında olmuştur. Bolvadin’e de bu yıl gelmiştir. Devlet televizyonu olan TRT’nin kanallarına, 1990 yılından itibaren özel televizyon kanalları da eklenmiştir.

Bolvadin’e ilk televizyonu Fotoğrafçı Ali Kumburcu (Kel Ali), bir usta ile getirmiş ve kurdurmuştur. Anten ve teknik işlerini Mahmut ve Mustafa Balta yapmışlardır. Bu iki emmioğlu, önce Paşadağı’nın zirvesine akü ile çalışan anten takmışlardır. Aküler, on beş günde bir değiştirilmektedir. Sekiz ay buradan yayınlar alınmıştır. Buradan yeterli kuvvetli yayını alamayınca, “Kemerkaya Sivrisi” denilen yere anten kurmuşlardır. 1 kilometre uzaklıktan direkler dikilerek, elektrik getirilmiş ve yayınlar Eskişehir’den alınıp Bolvadin’e verilmiştir. Bolvadinliler, ilk olarak televizyon yayınını, Ali Kumburcu’nun postane karşısındaki dükkanında, Buğday Pazarı civarındaki Tuzcu Hasan Köktürk’ün dükkanın üstünde ve çınar altında seyretmişlerdir. İlk televizyon alanlar: Galip Bülbül, Sadettin Tabak, İhsan Boyacı, Faruk Karahan, Faruk Erbilgin…

O gün için siyah-beyaz yayın yapan televizyonlar, akşamları 19.oo’da yayına başlar; 24.oo’de kapanırdı. Uzun yıllar, günde sadece beş saat yayın yapıldı. Herkesin televizyon satın alabilmesi çok zordu. Üç tane büyük, üç tane de küçük altın fiyatına ancak alınabiliyordu. İlk alanların içerisinde, kahvehane sahipleri de vardı. Kahvehanelerine kurdukları televizyon sayesinde içerisi dolar-taşardı. On beş dakikada bir, çay gelirdi. Bekirağa Mahallesi’nden de ilk televizyonu alan rahmetli Tuğlacı Ahmet Ağa olmuştur. Akşamları eve bütün komşular dolar, içerisi sinema gibi olur. Hiçbir aile ferdi de bundan şikayet etmez.

   RAHMETE  KAVUŞMA

   “Hayat kapısından tek tek, / Her giriş ecele doğru. / Toprakta sürünür bebek, / Her karış ecele doğru. / İster yürü ister bekle, / İster çıkart ister ekle. / Geç kaldım diye gam çekme, / Her varış ecele doğru.” Artık ecel vakti gelmiştir. Tarih 26 Haziran 1992 Cuma…Ahmet Uzuner 68 yaşında iken yaptığı iyi amellerle bu hayata veda eder. Cenazesi evinden çıktığında yağmur başlar, camiye kadar devam eder. Tabut ıslanır, Allah’ın rahmeti de onu yıkamıştır.

Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…          N.Sait EKİCİ