Bolvadin'in Temel Taşları

 

BOYACI GUDRET  (AHMET MICIK)

 

Boyacı Kudret’in esas adı Ahmet’tir. Kimse esas adını bilmez. Çınar’ın yanında Yapı Kredi Bankası vardı. Bankanın önünde; Çolak Hakkı, Topal Ekram, (Ekrem Umutlu) Boyacı Kudret sırayla dizilirler ayakkabı boyarlardı. Rahmetlik Çolak Hakkı kalender birisi olup, işini yaparken hiç konuşmazdı. Ayakkabıya boyayı çok sürerdi. 1921’de Yunanlılar, kışlayı ve postaneyi yakıp giderken 10 yaşındaydı. Yanık postanenin içerisinde dolaşırken, bulduğu bir el bombasının patlaması sonucu eli çolak kalıyor. Ekrem Umutlu’nun babası da İmaret Hamamı’nı çalıştırırdı. Hamamın yan tarafında Yazıcılar’ın Petrol istasyonu vardı. Orada, gazyağı ve benzin varilleri olurdu. Varillerin üstünde oynarken varil devriliyor ve ayağını kırıyor. Ekrem Umutlu ve Boyacı Kudret müşteriyle senli-benli olurlar, güzel muhabbetleriyle müşteriyi eğlerlerdi. Sokakta; soğukta-sıcakta rızık için çalışırlardı. Ayakkabıları ayna gibi parlatırlardı. Hepsinin de gösterişli boya sandıkları vardı.

Boyacı Kudret; 1 metreden biraz fazla boyu olan, zayıf, gevrek sesli birisi idi. Herhalde, kısa boylu ve çelimsiz olduğundan dolayı, toplum ona mecazi olarak “Kudret” adını vermişti. Sekiz köşe kasket giyerdi. “Kilotpontul” dediğimiz paçaları düğmeli pantolon ve sivri burunlu yumurta topuk siyah ayakkabı giymeyi severdi. Ayakkabıları devamlı boyalı olurdu. Çok tatlı dilli, hoşsohbet birisiydi. İşine çok dikkat eder, verilen ücrete “az-çok” demez, kim ne verirse alırdı. Son zamanlarında sakal bıraktı, kendisini dîne verdi. Rahmetli ava da meraklıydı. Siyah bir tazısı vardı. Hava soğuk olduğu zaman, üstüne göre ördürdüğü kazağını giydirirdi. Çarşıda beraber gezerlerdi. Bu renkli kişiler şimdi neredeler? O güzel muhabbetler neden bitti? Bilen yok! Vefat edenlere Allah rahmet etsin.

   EZZACI GÂFUR – (GÂFUR CEMALİOĞLU)

Bolvadin’de ilk belediye binası iki katlı, her katta dört oda bulunan bina şeklinde yapılıyor. Odalar, idare görevlileri tarafından kullanılırken, odanın birisi de eczane olarak ayrılıyor. Bolvadin’in ilk eczacısı Raci Bey (Eldemir) dir. 1915 – 1935 yılları arasında burada eczacılık yapmıştır. İkinci eczacı, Nedim Kaynak’tır. Bu da 1935-1945 yılları arasında eczacılık yapmıştır. “Ecza” Arapça bir kelime olup “hastalıkların tedavisinde kullanılan madde” anlamına gelir. Bir zamanlar, ölen kişinin evine giden kadınlar, ‘ağızları tatlansın’ düşüncesiyle bir kilo şeker alır taziye evine giderlerdi. Buna da “ezza verme” denirdi. Yani, ölen kişinin derdini hafifletmek için yapılan bir davranıştı. Yokluk zamanlarında, odun veya soba tutuşturmak için ateş de zor bulunurdu. Komşu komşudan ateş isterdi. Komşuya elinde kepçeyle (küçük kürek) gönderilen çocuk, oradan küllü ateş getirir ve o şekilde ateş yakılırdı. Ateş sanki “ecza” gibi, yani “ilaç” gibi idi. Bu yüzden toplumumuz kibritin adını “ecza” Bolvadin ağzıyla “ezza” koymuştur.

Bolvadin’e büyük hizmetleri dokunmuş, elli iki yıl hizmet etmiş bir eczacı vardı: Eczacı Gâfur…Eczacı Gâfur 1914’de Hatay’da doğuyor. Fakülteyi bitirdikten sonra 1945’de Bolvadin’e gelerek belediyenin altındaki eczane dükkânını çalıştırmaya başlıyor. Belediye binası yıkılınca “Sıhhat Eczanesi” adı altında dükkân açarak eczacılık yapar. 1997’ye kadar bu görevini sürdürür. Gafur Cemalioğlu; uzun boylu, iri kemikli, beyaz saçlarını devamlı arkaya doğru tarayan, geniş yüzlü birisiydi. Konuşurken kekeleyerek konuşurdu. Her gün sabahları yürüyüş yapardı. Bolvadinli kadınlar bunu alay konusu yapar, yürüyen bir kadın gördüğü zaman:“Ezzacı Gafur gibi ne yörüyüp geziyon!” derlerdi. Doktorun olmadığı zamanlarda, doktor gibi teşhis koyup ilacını verirdi. İlaçlarını genellikle kendisi yapardı. Bilâvelet (çocuksuz) idi. Eşi Hikmet Hanım’la birlikte yaşarlardı. İkisi de devamlı hayır işlerinde bulunurlardı. Yardımcısı “Gız Mêmet” her işlerini görürdü. 1994 yılında ömrünün sonuna doğru, Yanık Kışla’nın yanına, “Cemalioğlu Camii” adını verdiği bir cami yaptırdı. 1997 yılında 83 yaşında iken vefat etti. Allah rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

   KADERCİ  (NİYETÇİ)

İnsanoğlu, yaratıldığından beri hep geleceğini merak etmiştir. Bu merak sonucunda, yıldızlara bakmak, falcılık ve burçlar ortaya çıkmıştır. Bazıları, gazete veya dergilerdeki şans burçlarına bakarak kendilerine yön çizerler. Genellikle son zamanlarda çok moda olan, evlenecek kişilerin birbirine hangi burçtan olduklarını sormaları da, ‘gelecek’ merakından kaynaklanmaktadır. “Gayb”ı (geleceği) ancak Allah bilir. Peygamberler bile gelecekten haber verememişlerdir.

Bolvadin pazarı olduğu gün, çevre ilçe ve köylerden pazara gelenler olurdu. Bunların içerisinde; ayı oynatıcıları, kokucular, kaderciler, destan satanlar da olurdu. Kaderciler, çarşı merkezinde bulunan bir kaldırımda kader çektirirlerdi. Kırma seyyar tezgâhının üzerine, küçük bir sandığı andıran, içinde iki gözü olan kazanç kutusunu koyarlardı. Bu küçük sandığın ön kısmında bir tabla vardı. Bu tablanın üzerine düzgün şekilde uzun kertikler olup, bu kertiklerin içinde içi yazılı küçük kâğıtlar bulunurdu. Sandığın iki gözünün önü, içi görünecek şekilde çıtalıydı. Bu iki gözün içinde bazen tavşan, bazen güvercin olurdu. İlgi çekmek için tavşanı bazen omzuna alır, güvercini başının üzerine koyardı.

Bu kağıtlarda, insanın geleceğiyle ilgili yazılar olurdu. Kaderciler, küçük bir paraya kişilere niyet çektirirlerdi. Niyet çektirecek kişi olursa, niyetçi kutunun kapağını açar, içerideki tavşan veya güvercin dışarıya çıkarak önündeki sıralı kâğıtlardan birini ağzıyla çıkarırdı. Kader çektiren bu yazıyı okur, geleceğiyle ilgili güzel sözler karşısında mutlu olurdu. Küçükken, güvercinle kader çektiren bir kaderci amcaya, bu kuşu nasıl böyle alıştırdığını sormuştum. O da beni küçümsemeyerek ciddi bir şekilde anlatmıştı. Kuş veya tavşan yavru iken, önce eliyle yiyecek yedirmeye alıştırdıklarını, sonra yiyecekleri kâğıtların arasına döküp yedirdiklerini, böylece tavşan veya güvercin, yiyecek bulmak için kağıdı ağzına aldığını söylemişti.

Bu şekilde kader çektirmek, fal baktırmak, burçlara göre hareket etmek ruh sağlığımızı olumsuz etkiler. Ayrıca, kendi yaptığımız hataları kadere yüklemek “Kader utansın.” “Kader kurbanıyım.” gibi sözler söylemek doğru değildir. Allah, ezeli ilmiyle bizim dünyada ne yapacağımızı bildiği için, kaderimizi o şekilde oluşturmuştur. Başımıza gelen bir felaket karşısında: “Allah kaderimi böyle yazmış.” demeye hakkımız yoktur. Bu dünyanın imtihan dünyası olduğunu unutmamalı ve her halimize şükretmeliyiz. “Kader” deyip geçme!.. Bak ne diyor sırrın sahibi: “Biz her insanın kaderini,kendi çabasına bağlı kıldık.” İsra-13.

   DESTAN SATANLAR

Türk milletinde şairlik ruhu vardır. İstesek, hepimiz az-çok bir şiir yazabiliriz. Allah, bazı kişilere bu yeteneği fazla vermiştir. İşte bu kişiler, 1960’lı-70’li yıllarda, acıklı bir olay olduğu zaman, hemen kaleme sarılır, olayla ilgili uzun şiirler yazarlardı. Bunun yayınlanmasına ‘destan’ denirdi. Anadolu’da “destan”geleneği bu şekilde idi. Şiirlerde konu: Genç yaşta veremden ölen genç bir kız, cinayet, anneye-babaya asi olmak, askerde şehit olmak…gibi konulardı. Bu şiiri yazanlara “destan Yakıcılar” denirdi. Aynı, “türkü yakmak” gibi bir şeydi. İbret verici olaylar destanlaştırılırdı.

Askere gitmeden öldürülen bir delikanlı için “Yaşım geldi asker olamadım, / Kışlanın kapısında duramadım, / Gelenin var mı diye soramadım, / Vatana borçlu kaldım anacığım.” diye başlardı. Cinayete kurban giden birisi için ise: “Bütün doktorlar geldi yanıma, / Baktılar ki hain kıymış kanıma, / Dokuz kurşun birden girdi canıma, / Ağlayın analar siz de ağlayın” diye yazılırdı. Bütün destanlar ağıt şeklinde okunurdu. Bir olay karşısında destanlaştırılan şiir, bir matbaada dosyakağıdı büyüklüğündeki sarı kağıda pembe harflerle yazılırdı. Genellikle dörtlük halinde yazılırdı. En alt kısmında ise; tarih, yazanın ve matbaanın adının yanı sıra, “Hediyesi 10 kuruş” diye yazardı.

Bolvadin’e gelen destancı, sol eliyle kucağına bastığı ve önceden ezberlediği şiiri, yanık ve ağlamsı bir sesle bağırarak okurdu. Kendini adeta oradaki olaylara kaptırır, büyük bir duygu seli içinde okurdu. Etrafına yuvarlak bir biçimde doluşan halk, destanı dinledikten sonra satın alırlardı. Çarşıda destanını satan destancı, mahalle aralarına girerek satışını yapardı. Satın alınan destan, ikiye katlanıp iç cebe yerleştirilir ve eve getirilirdi. Destanın eve gelmesiyle birlikte, esas dramlar evde yaşanmaya başlardı. Televizyon, gazete, çok evde radyo bilinmiyor. Evler sakin ve sessiz…Evde genellikle okuma-yazması olan kişi az olduğu için destan, okula giden çocuğa okutturulurdu. Çocuk okumaya başladığı zaman bir sessizlik olur, herkes pürdikkat dinleyerek destanda geçen olaylara kendini kaptırırdı. Bazı yaşlı kadınlar duygularını yenemezler, öldüren için dizlerine vurarak: “Vay gahrolasıca!…” veya  “Ciğerinden yanasıca!…”, ölen için: “Vah garip yavrum vah!” diyerek, vura vura dizlerini çürütürlerdi. Okunup biten destan atılmaz, kıymetli eşyaların konduğu dolaba saklanırdı. Gelen misafirlere de okunur, olaylar tahlil edilirdi.

HABBELERİN GADİR – (KADİR DOĞRUSOY)

1914 yılında doğan Habbelerin Gadir, kendi halinde, saf, iyi niyetli, çalışkan birisi idi. Bazıları bunun saflığından faydalanıp, gelip-giderken kızdırırlardı. “eli koynuna girmeden”, “muradına ermeden”, bekâr olarak bu hayata veda etti. Testi ocaklarında çalışmasının yanı sıra; çamur sıva ustalığı, inşaat ustalığı yaparak rızkını temin etti. Evinin karşısında bulunan Aynacı Mescidi’nin bakımını Elifin Dudu,  yanındaki Hacıahmet Çeşmesi’nin bakımını, temizliğini de Kadir Doğrusoy yaparlardı.

   HAYVANLARA BAKMAK

İnsanlar gibi, evcil hayvanlar da bakıma ihtiyaç duyarlar. Kişinin evinde beslediği; kedi, köpek, kuş, tavuk, sığır, koyun, gibi hayvanlar, kişinin hayatını düzene sokar; mutluluk ve huzur verir; vücutta biriken olumsuz enerjileri alır. Bir evde hayvan varsa, o evde dirlik-düzenlik vardır. Sinirli, yorgun-argın evine gelen kişinin evindeki hayvanı görmesi, onu sevmesi kişiyi rahatlatır, yorgunluğunu alır. Her hayvana yapılan iyilik de sevap vardır. Bir canlıya eziyet,  işkence etmek; suda boğmak; ateşe atmak caiz değildir.

Kedi temiz bir hayvandır. Evde kedi beslemek sünnettir. Efendimiz Uhut Seferi’ne çıktığında, yol üzerinde yavrularını emziren siyah-beyaz bir kedi görür. Kedilerin ezilmemesi için başına bir nöbetçi diker ve orduyu o kedilerin etrafından dolaştırır. Seferden döndüğünde nöbetçiden o kediyi ister, evine götürür ve besler, adını da “Müezza” koyar. Bu kedi, evin bir kişisi haline gelir. Kedi bir gün, Efendimizin elbisesinin eteğine yatar ve uykuya dalar. Biraz sonra ezan okunmaya başlar. Namaza gitmek için kalkması gerekmektedir. Kediyi uyandırmaya kıyamaz ve elbisenin o kısmını kesip mescide gider.

Abdurrahman Bin Sahr adında sahabeden birisi var. Bu kişi sokaktaki sahipsiz kedileri evine getirip bakımını yapıyor, yedirip içiriyor. Bazıları, Peygamberimize gelip: “Bu adam pis kedileri getirip kulübesinde bakıyor.” diye şikayet ediyorlar. Efendimiz bir şey demiyor. Yolda giderken bu adam karşısından geliyor. Peygamber bir şey der, diye elindeki kedi yavrusunu koynuna saklıyor. Efendimiz: “Utanma, öğün; sen ebuhureyresin.” diyor. “Ebu Hureyre”“kedi babası” anlamına gelmektedir.  O günden sonra buna herkes Ebu Hureyre (Kedi Babası) diye hitap ediyor. Bediuzzaman Said-i Nursi de, kedilerin çıkardığı mırmırların “Yâ Rahîm, Yâ Rahîm” şeklinde dua olduğunu söylemektedir.

   KEDİLER NANKÖR DEĞİL

Habbelerin Kadir Amca’nın evi, Hacımahmut Camisi’nin arkasına düşüyor. Boş zamanlarında kahvehaneye oturur, kapısının önüne oturur, bu şekilde vaktini geçirir. Namaz vakti yaklaştığı zaman kollarını sıvayarak Hacımahmut Camisi’nin çeşmesine gelip, duaları biraz sesli okuyarak abdestini alır. Genellikle, ezan başlamadan camideki yerini almıştır. Caminin halıları şimdiki gibi tekparça halı değildir. Yerde değişik renk ve büyüklükte halılar vardır. Bazı kısımlarda ise seccade yayılıdır. Bunun yeri bellidir ve hep aynı yere gidip oturur. Minberin önüne serili olan seccade sanki buna ayrılmış gibidir.

Habbelerin Kadir’in en büyük özelliği, hayvanları çok sevmesidir. Bilhassa kediler, onun için vazgeçilmez hayvanlardır. Evinin bir bölümünde en az yirmi kedi bulunmaktadır. Sokakta bulduğu, neredeyse ölecek dereceye gelmiş olan kedi yavrusunu evine getirip bakar, onu büyütür. Kediler bunsuz, bu da kedisiz yapamaz. O gün için kasaplar, günlük hayvan keserlerdi. Sabahleyin saat 08.30’da belediye et taşıma arabasıyla getirilen etler, akşama kadar biterdi.

Hacımahmut Camisi’nin önündeki hükümet binası yıkıldıktan sonra, burası uzun süre meydanlık olarak kaldı. Perşembe pazarı buraya kurulurdu. Bu meydanlıkta her gün değişmeyen bir görüntü vardı. Sabah 09’da, kasaba gidip pay almak için evinden çıkan Kadir Amca’nın arkasından, bütün kedileri de takip ederlerdi. Kediler, bu meydanlığın ortasına gelince takip etmeyi bırakır, topluca beklerlerdi. Hepsinin gözü ve kulağı kasaplar haline çevrilmiş şekilde olurdu. Elinde büyük bir akciğerle Halepliler’in köşeden dönen Kadir Ağa, eve kadar sabredemeyen kedilere parmaklarıyla kopardığı akciğerleri eşit şekilde dağıtırdı.

   SON GÖREV

1990 yılının Nisan’ının On Dördü…Dükkanımızda oturuyorum. Sabah 09.30’da Hacımahmut Camisi’nden selâ verildi. Böyle olduğu zaman herkes birbirine “Kim ölmüş?” diye sorar. Selâyı duyunca ben de etrafıma sordum. “Habbeleri Gadir ölmüş!” dediler. O an: “Eyvah!..Kediler yetim kaldı!” demişim. Beni, o kedilere kim bakacak düşüncesi sardı. Din görevlisi, mevtayı teneşire yatırıp yıkamaya başladığında, bütün kediler etrafında miyavlayarak dolaşmaya başlar. Cenaze yıkanır, kefenlenir fakat kediler başından ayrılmaz. Tabutun üzerine örtü gereklidir. Birisi hemen Hacımahmut Camisi’ne koşup bir seccade getirir. Tevafuk olacak, bu seccade her gün üzerinde namaz kıldığı seccadedir. Mütevâzi bir topluluk cenazeyi omuzlamış gelirken, ben de safa geçtim. Baktım ki bütün kediler tabutu takip ediyorlar. Çarşı Camisi’ne yaklaşıncaya kadar takip ettiler, sonra dağıldılar. Herkes ibretle bu olaya şahit oldu. Kedilerin nankör değil vefalı oldukları, insanların nankör oldukları ortaya çıktı. Kimbilir, belki sadece bu kediler yüzünden Allah günahlarını affedecek. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…          N.Sait EKİCİ