MÂLİM ABDİGADİR (ABDÜLKADİR BAYKARA)
Muallim (öğretmen) Abdülkadir Baykara, 1895 yılında Bolvadin’in Aliefendi Mahallesi’nde doğmuştur. Babası Ali Efendi; medrese mezunu ve hafız olup, Bucak Mescidi’nde imamet görevinde de bulunmuştur. Şimdiki “Aliefendi Mahallesi”nin ismi bunun isminden gelmektedir. Abdülkadir Hoca’nın; bir kız kardeşi olup, Abdullah ve Abdülkadir adlarında, savaşa katılıp “gazi” olmuş iki kardeşi daha vardır.
Muallim Abdülkadir; orta boyda, sakin, tatlı dilli, kimseyi kırmak istemeyen, okumayı ve okutmayı çok seven bir kişi idi. Kimse hakkında sû-izanda bulunmazdı. Kendini vatanına, milletine, eğitime adamış idealist bir kişi idi. Küçük yaşta Kur’an’ı öğrenmiş olup, cuma günleri Alaca Camisi’nde namazdan önce Kur’an okurdu.
Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk dönemi öğretmenlerindendir. Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce dillerini bilen, sayılı kişilerden birisidir. Sekiz yıl değişik cephelerde savaşın içinde bulunduğu için, 1926 yılında 31 yaşındayken evlenebilmiştir. Savaş sırasında, uzun süre İngilizler’e esir düşmüştür. Birinci evliliğinden Ali İhsan (astsubay) ve Kemal (şoför) adında iki oğlu ve iki de kızı olmuştur. Hanımının vefatından sonra, Hurşitler’den Zehra Hanım ile hayatını birleştirmiş ve bundan da iki kızı ve banka müdürlüğünden emekli oğlu Necmi dünyaya gelmiştir.
OSMANLI’NIN SON DÖNEMİ
Muallim Abdülkadir, Cumhuriyet kurulmadan önce, 23 sene Osmanlı dönemini yaşamıştır. O gün için, Osmanlı Devleti’nin genel görünüşü şöyleydi: Okula giden öğrenci sayısı azdı. Okur-yazar erkeklerin ezici çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü, okula gidemiyordu. Toplam 4894 ilkokul, 72 ortaokul, 23 lise vardı. Başkent Ankara’da sadece iki lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı vardı, bunların sadece sekizi Türk’tü. Diş hekimi sayısı sıfırdı. 40 bin köyde, sadece 136 ebe vardı. Limanlar, madenler yabancıya aitti. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü. Elektrik; İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Dört mevsim kullanılabilen karayolu yoktu, otomobil sayısı 1490‘dı. Sadece dört şehirde özel otomobil vardı.
1920’de Bolvadin’in merkez nüfusu 7 bin iken, 1927’de 7953 oldu. 1900 yılında Bolvadin’e bağlı 12 nahiye (ilçe), 326 köyümüz vardı. 1901 yılında Emirdağ-Şuhut bizden ayrıldı.1958 yılında Çay-Sultandağı ilçe yapılarak 48 köyle birlikte elimizden gitti. Şimdi kala kala 2 kasaba, 12 köye kaldık. Allah bunu elimizden almasın.
OKUMA İSTEĞİ
Abdülkadir Baykara, 6 yaşına gelince Sübyan Okulu’na gönderilir. Buradaki bir yıllık eğitiminden sonra İlkokulu okumak için Mekteb-i Numune’ye (şimdiki Akçeşme İlkokulu) gider. Bu okula giderken hafızlık eğitimi de alır. Babasının teşviki ve kendisinin de okuma merakı yüzünden, 1908 yılında Bursa’da bulunan Muallim Mektebi’ne kayıt yaptırır. At arabasına binip istasyona, oradan trenle Bozüyük’e, oradan da at arabasıyla Bursa’ya giderler. 5 yıllık Muallim Mektebi’ni “âliyü’l-âlâ” (pekiyi) ile bitirir. Bu okulda ‘Fransızca’ dilini de öğrenir. Mezun olduktan sonra, ilk tayin yeri Sandıklı’nın bir kasabasıdır. Oradan; Özburun, Kemerkaya, Bayat, Bolvadin Kemalettin Sami Paşa ilkokullarında görev yaptıktan sonra, son görev yaptığı Bolvadin Akçeşme İlkokulu’ndan, 35 yıllık öğretmenken emekli olur.
SAVAŞ YILLARI
1912’de yapılan Balkan Savaşı sonrası, Osmanlı Devleti çok toprak kaybetti. 1914 yılında başlayıp 1918’de biten Birinci Dünya Savaşına, eski topraklarını geri almak için girdi. Abdülkadir Hoca da, 1914’de asteğmen rütbesiyle askere gidince, kendisini savaşın içinde bulur. 1922’de Kurtuluş Savaşı’yla düşman yurttan atılıncaya kadar, askerde çeşitli cephelerde bulunur. Mısır’da, Araplar’ı destekleyen İngilizler tarafından esir alınır. Burada İngilizce de öğrenir. Topraklarını korumak için mücadele eden Osmanlı, 1915 savaşından sonra şehitlerin yanı sıra, pek çok “gazi” de vermiştir. Yedi cephede birden savaş yapmışız. Savaş sonrası 15 milyon olan Osmanlı nüfusunun en az bir milyonu; topal, kör, çolak kalarak sakat bırakılmıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ise; yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina 12 bin, tamamen kül olmuş köy sayısı 900’ün üzerindedir. Bu mübarek millet, bu merhametsiz gavurlardan çok çekmiş.
İNGİLİZ HAİNLİĞİ
Tarihe baktığımızda, bu necip millete, en çok İngilizler’in ihanet ettiğini görüyoruz. Yemen’de, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda hep onlar var. Nasıl bir milletse, bizlere devamlı düşmanlık etmişler. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Arabistan’da 150 bin askerimiz İngilizler’in eline esir düşüyor. 12 Haziran 1920’ye kadar beş yıl boyunca esir oluyorlar. Bu esaret sırasında, İngiliz askerleri Osmanlı askerlerine her türlü eziyeti, zulmü yapıyorlar. En çok vahşeti ise, asitli havuzlarda yapıyorlar. Su dolu havuzun içerisine temizlik amaçlı kullanılan “krizol” adlı ilaçtan döküyorlar. Sözde, amaçları esirleri dezenfekte edip mikroplardan arınmalarını sağlamak…15 bin askerimizi, bu havuzlara süngü zoruyla sokup, başlarını suyun içine batırıyorlar. Gözleri yanarak büyük bir acıyla dışarıya çıkan askerlerimizin gözleri kör oluyor.
OMUZDA YARIŞMA…
Abdülkadir Hoca hatıratlarında, İngilizler’in eline nasıl esir düştüğünü anlatmaktadır. 1917 yılında, Mısır’da iken İngilizler’in eline esir düşer. Günde, az miktarda ölmeyecek şekilde yemek verilir. Çeşitli işlerde, sıcak altında zorla çalıştırılırlar. İngiliz askerleri, bunları oyun aracı olarak da görürler. Bir meydana götürürler, iki direk arasına bir ip gererler. Bu ipe belli uzaklıkta Türk askerlerini sıralarlar. Bu bir yarıştır. Her İngiliz askeri bir Türk askerinin omuzlarına binecek ve ipe en erken varmak için koşacaktır. Burada İngilizler hem eğleniyorlar, hem de bileklerini bükemedikleri Türk’e, psikolojik baskı uyguluyorlar. Bu yarışın içinde Muallim Abdülkadir de vardır. Abdülkadir Hoca, rütbesinin verdiği güçle de, sırtına İngiliz askerini bindirmek istemez. Süngü zoruyla binen asker, bunu da yarıştırır. Yarışı kazanan için mükâfat büyüktür: Bir öğünlük fazla yemek…
1920’ye kadar İngilizler’in elinde esir kalır. Askerlerimiz, Dicle Nehri kenarında Bağdat’a yakın Kut’ülammâre Bölgesinde İngilizlere karşı büyük zafer kazanmış ve pek çok İngiliz askerini esir almıştır. Bu tarihten itibaren, karşılıklı esir değişimi yapılmış ve esir askerlerimiz Anadolu topraklarına dönmüşlerdir. Savaştan dönen Abdülkadir Hoca’yı, yeni bir savaş beklemektedir: Kurtuluş Savaşı…Ülkenin pek çok yeri düşmanlar tarafından işgal altındadır.1922 yılının sonuna kadar da kurtuluş mücadelesinin içinde yer alır. Savaş sonrası kendisine “gazi”lik ünvanı verilir ve İstiklal Madalyasıyla taltif edilir. Kim bu ülke için çalışmış, gayret etmiş, kan dökmüş, can vermişse, Allah ondan razı olsun. Mekânları cennet olsun.
YANIK KIŞLA
Kırım, Plevne ve Yunan Savaşlarında, “Bolvadin Taburu” adıyla anılan tabur, büyük kahramanlıklar göstermiştir. Savaşlar sonunda bu kahraman taburun hatırasına, vatansever Bolvadinliler büyük bir askeri kışla yaptırmaya karar verirler. Başkanlığını, Cılkzade Mehmet Efendi’nin yaptığı bir dernek kurulur. Bu derneğe bütün Bolvadinliler ellerinden geldiğince yardım ederler. Genç kız ve gelinler; yüzüklerini, küpelerini dahi verirler. Çiftçiler; atlarıyla, arabalarıyla çalışırlar. Hiç imkanı olmayanlar “Amele-i Mükellefiye”, yani ücretsiz işçi olarak çalışırlar. 1892 yılında inşaatına başlanan bina, iki yıl sonra 1894 yılında törenle açılır. Burada bir idari bina, koğuş, mutfak, depo, silahhane olmak üzere beş bina bulunmaktadır. Kayıtlarda “Redif Kışlası” olarak geçer. Bolvadin’in çevresindeki bütün köy, kasaba ve ilçelerin askerlik işlemleri burada yapılmaktadır. Bu yapılan fedâkarlık karşılıksız kalmamış; Bolvadinliler, İkinci Abdülhamit tarafından beratla taltif edilmişlerdir. Yunanlılar’ın kaçarken kışlayı yakmasından sonra, sadece koğuş binası ve mutfak kalmıştır. Harabe halinde olan bu iki bina, şimdi restore edilmiş durumdadır.
BOLVADİN’İN KURTULUŞU
Yunanlılar, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e asker çıkartarak, Anadolu’yu istilaya başlarlar ve Afyon’a kadar gelirler. Vatan, namus ve haysiyetine düşkün Bolvadin halkı, bu işgale sessiz kalmaz ve 19 Mayıs 1919 günü padişahlık makamına bir telgraf çekerler. Telgrafta: “Bolvadin halkı, canı ve malı ile her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdır.” diye yazmaktadır. Düşman, 19 Ağustos 1921 günü, Bolvadin yakınlarındaki “Üçhüyük” bölgesine gelip yerleşir. 35 gün sonra, 23-24 Eylül 1921 günü Bolvadin’i terk edip giderken, askeri kışlayı ve PTT’yi yakıp gider. Binaların yanmasından sonra askeri kışla, Eski Demirciler İçi’ndeki Kocatepe Mektebi boşaltılarak, buraya taşınır ve askerlik şubesi yapılır. 1950 yılında da, yakılan kışlanın olduğu yere bina yapılarak oraya taşınır.
KURTULUŞ BAYRAMLARI
Milletler; kendi inanç, örf ve adetlerine göre belli günleri kendileri için kutsal kabul etmişlerdir. Bu günleri de çeşitli törenlerle kutlamışlardır. Bayram demek: Neşe ve sevinç günleri demektir. İşte bunlardan birisi de, düşman işgalinden kurtuluş günleridir. Ne kadar “Bolvadin, düşman tarafından işgal edilmemiştir.” desek de, bir gerçek var ki kısa süreli de olsa, şehrimizin kenarında konuşlanmışlar ve giderken tahribat yapıp gitmişlerdir. Bu bayramın en büyük faydası; yeni yetişen nesillere milli şuuru vermek, çok çalışılmadığı zaman düşmanların yine aynı şeyi yapabileceği fikrini uyandırmaktır.
Kurtuluş bayramı ilk defa 1952 yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Bu tarihten itibaren her yıl 24 Eylül günü, coşkuyla kutlanmaktadır. Son kutlamalar eskiye göre biraz sönük geçiyor. Temsili dost ve düşman birlikleri, şehrin kurtuluşunu canlandırırdı. Kağnı üzerinde mermi taşıyan kadınlar; eli kolu sarılı askerlerin kağnı üzerinde geçişi; esnafların, traktör üzerine kurdukları tezgâhlarla, halkın önünden geçişi yapılırdı.
KOMUTAN
Bayramlarda, şehri kurtarmaya gelecek askerlerin başında bir komutan olması gerekiyordu. Bu bayramı organize eden belediye görevlileri, askerlerin başlarına bir komutan ararlar ve “Mâlim Abdigadir” de karar kılarlar. Abdülkadir Hoca da memnuniyetle kabul eder. Bir gün öncesinden, giyeceği komutan elbisesi evine getirilir. İçi boş bir de tabanca verirler. Bayram sabahı; asker elbisesini, kalpağını ve çizmesini giydikten sonra, İstiklal Madalyasını da göğsüne takar. Cihangir Mahmut’un beyaz atı kapısının önüne getirilir. “Bismillah” diyerek ata biner ve diğer asker elbisesi giymiş atlıların başına geçer. Bayram başladığı an, tüfek ve mantar tabancası sesleri eşliğinde, süvari birlikleri bayram yerinin içine girer. O anda, halkta büyük bir coşku olur ve alkış tufanı kopar. Hemen, at üzerindeki Abdülkadir Hoca’nın eline bir mikrofon verilir. Hoca, günün anlam ve önemini belirten, halkı coşturan konuşmasından sonra, süvarilerle birlikte alkışlar arasında bayram yerini terk eder.
Bayramın en can alıcı noktası, bu atlı askerlerin bayram yerine girişidir. Ayrıca, Afyon Garnizonundan gelen askeri bando takımı, çeşitli marşlar çalar. Askerlerimiz, havaya zafer atışı yaparlar. Abdülkadir Baykara tam yirmi yıl, bayramlarda yurdu düşmandan kurtaran süvarilerin temsili komutanı olarak görev yapar. Daha sonra Gadı Ahmet (Ahmet Koçak), Nebinin Deli Ahmet (Nebi Türkaslan), Musa Altıntaş, Muhterem Telli bu görevi devraldılar. Ayrıca, çoğunluğu tanzivatçılardan oluşan belediye bando takımı, gece fener alayı eşliğinde bando çalardı. Abdülkadir Hoca ve diğer resmi görevlilerin evlerinin önünde de çalarak, çeşitli hediyeler alırlardı.
ÇOK YAŞA!…
Allah, kullarının sağlığı için her şeyi yerli yerinde yaratmıştır. Boğazımızı ve ciğerlerimizi temizlemek için öksürürüz. Bazı zamanlarda da hapşırırız. Hapşırma; âni, irade dışı sesli bir şekilde, ağızdan ve burundan nefes vermektir. Biz buna “ağsırma-tığsırma” da deriz. Hapşırma; insan sağlığı için gerekli bir harekettir. Burun yoluyla vücuda giren zararlı tozlar neticesinde hapşırırız. Nezle ve gripte, vücuda giren mikroplar yüzünden hapşırırız. Bazen güneşe bakınca hapşırırız. Hapşırmamak için kendimizi zorlamak, sağlık açısından zararlıdır. Hapşırırken ve öksürürken milyonlarca mikrobu dışarıya atarız. Bu yüzden, hapşıran ve öksüren kişi, hapşırırken ve öksürürken ya mendille ağzını kapatmalı veya sağ kolunu ağzına getirip elbisesine hapşırmalıdır. Hapşırdıktan sonra “Elhamdülillah” demek sünnettir. Bir kişinin hapşırdığını duyduğumuzda da ona: “Yerhamükallah” deriz. Bunun Türkçesi olan “Allah sana rahmet etsin.” demek daha anlaşılır olur.
Hapşırma sırasında kalp atışı yavaşlar. Hapşıran kişiye bu yüzden genellikle “Çok yaşa!” deriz. Bu, bir yerde duadır. Bunun yerine: “Allah sana rahmet etsin. Hayırlı, sağlıklı yaşa!” dememiz daha uygundur. Çok yaşamak, çok uzun ömürlü olmak acaba iyi midir? İnsan ömrü, Cenab-ı Hakk’ın takdiri üzerine son yıllarda uzamıştır. Bundan yirmi sene önce ortalama insan ömrü 60 yaş iken, bugün için 68’e çıkmıştır. Bolvadin’de, bundan elli sene önce vefat etmiş kişilere baktığımızda, elli yaşını geçen çok az kişiyi görürüz. Çok uzun yaşamak, insana bir fayda sağlamıyor. İmanlı, ihlaslı, sağlıklı ve insanlığa faydalı olarak yaşayıp ölmek en iyisi…İnsanda beyin fonksiyonları, yaşlandıkça zayıflıyor. Unutkanlıklar, okuduğunu, gördüğünü anlayamama problemleri ortaya çıkıyor. Bir de bunlara hareket zayıflığı da eklenince, hayat zor gelmeye başlıyor. Şu an, 92 yaşında olan bir amcamla geçen gün muhabbet ediyorduk. Amcamızın sağlık problemi yok ama yaşlılık problemi var. Konu yaşlılıktan açılmıştı. Bana: “Eğer bir kişiye beddua edeceksen, ‘Allah uzun ömür versin’ diye dua et!” dedi. Bu cümle, çok yaşamanın özeti gibiydi. Bezen toprağın altında olmak, toprağın üstünde olmaktan daha hayırlıdır. İnsanlar yaşlandıkça, başkalarına muhtaç olma korkusu yaşamaya başlıyorlar. Ele-eteğe düşme korkusu benliklerini sarıyor. Bu yüzden dualarının başı: “Allah, eleteye düşürmesin!” oluyor. İnşallah, ele-eteğe düşmeyiz.
AYRILIŞ
Her şeyin bir sonu oluyor. Ömrün de bir sonu var. Tarih 12 Aralık 1979 Çarşamba… Abdülkadir Hoca, Antalya’da çocuklarının yanında…Büyük kızı hastalanıyor. Hoca buna çok üzülüyor, “Yarabbi onun yerine benim canımı al!” diyor. Saatine bakıyor ve dua ederken 84 yaşında iken emaneti teslim ediyor. Allah Gani Gani Rahmet Eylesin. Ruhuna Fatiha… N. Sait EKİCİ