Bolvadin'in Temel Taşları

 

BABACANIN SAMİ  (SAMİ BABACAN)

Sami Babacan, 1915’de Bolvadin’in Bekirağa Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Çiftçilik yapan babasının adı Hasan Hüseyin’dir. İki kız kardeşi vardır. Ömrü boyunca; amelelik, boya ticareti ve kamyon ile yapılan ilk ambar işletmeciliği yapmıştır. Yağlı ve plastik boyayı, Bolvadinli’ye ilk tanıştıran kişidir. Hac organizetörlüğü yapmış ve üç sefer de hacca gitmiştir.

   Boyacı Babacanın Sami; uzun boylu, zayıf vücutlu, yüzü devamlı tebessüm eder görünümlü bir kişi idi. Devamlı siyah güneş gözlüğü takardı. Temiz ve kibar giyinir, takım elbiseli dururdu. Hoşsohbet, ileri görüşlü, kibar konuşan bir İstanbul beyefendisi idi. Dürüst, iş bitirici, azimli, ilkeli, son derece prensipli, kafasına koyduğunu yapan bir kişiydi. Kolay kolay sinirlenmez, çok sinirlendiği zaman: “enayinin kemiği” der ve hiç küfür etmezdi. Kendinden küçüklere devamlı: “yavrucuğum, kuzucuğum” diye hitap ederdi.

HACI MAHMUT CAMİİ

Selçuklular döneminde bu caminin olduğu yerde bir hamam vardır. Hamam yıkıldıktan sonra bir süre boş arsa olarak kalmış ve daha sonra Kavukoğlu Ali Ağa’nın hanına dâhil edilmiştir. 1324 (1908) yılında, Hacı Mahmut Paşa, hanın bir kısmını ve etrafındaki metruk binaları satın almış ve Ermeni asıllı mimarlardan Avidik Avidisyan Efendi’ye camiyi yaptırarak ibadete açılmıştır.

Sami Babacan, Osmanlı Döneminde Bahçe Okulu’na giderek ilkokulu bitirir. İlkokuldan sonra, askerlik vaktine kadar da inşaatlarda amelelik yapar. On dokuz yaşına geldiğinde İkinci Dünya Savaşı çıkma ihtimali belirince, askerlik vaktine bir yıl kala bunu ve bunun yaşındakileri hemen askere alırlar. Köylerden, kasabalardan topladığı asker adaylarını, Hacı Mahmut Camisi’nde toplamaya başlarlar. Toplama işi bir hafta sürer. Günde sadece iki sefer tuvalet ihtiyacı için izin verirler. Ailelerinin getirdiği yiyeceklerle karınlarını doyururlar. Trenlerle dağıtım yapılır ve Sami Babacan için beş yıl sürecek olan askerlik macerası başlar. Askerlik dönüşü düğününü yapar ve evliliğinden altı kız evladı dünyaya gelir.

BİR MAHALLE PROFİLİ

İslam şehirlerinde mahalleler, bir mescit ve zaviye (İslam ve fen ilimleri öğretilen ve yolcuların barındığı yer) etrafına kurulmuştur. Bolvadin’de de aynı sistem uygulanmıştır. Bolvadin’de kurulan ilk mahalle Hisar Mahallesi’dir. Selçuklular zamanında on bir mahalle vardı. Bunlar: Hisar, Kestemet, Hanaylu Mescit, Alaca Mescit, Bey Mescit, Hoca Emre Mescit, Kutlu Mescit, Kümbet, Şazi ve Halife Mahalleridir. Bu dönemde Bolvadin’in nüfusu 4 bindir. Günümüzde ise elli mahalle vardır. Selçuklu Devrinde yapılan üç hamamdan hiçbirisi günümüze kadar gelememiştir. Osmanlı döneminde yapılan iki hamamdan yalnızca Rüstempaşa Hamamı günümüze gelebilmiştir. İmaret Hamamı ise 1973 yılında yıkıldı.

Bekirağa Mahallesi: Mahallenin kurucusu, Kümbet Mevlevi Şeyhi, Ali Sıtkı Sultan Efendi’nin torunlarındandır. Bekir Ağa, 1794’de bu mahalleye mescit ve dergâh yaptırmıştır. Şazi Mahallesi ve Alaca, Kaymas Mahalleleri arasındadır. 1973 yılındaki yol genişletme çalışması yapılmadan önce tek katlı, toprak damlı, birbirine yaslanmış şekilde duran, bir veya iki odalı evler topluluğuydu. Aileler çok çocuklu olup, sokaklar çocukların oyun sesinden geçilmezdi. Çok çocuk olunca çocuk kavgası da eksik olmazdı. Çocukların kavgasına bazen anneler de katılır, anneler kavga ederken çocuklar tekrar barışır oyuna devam ederlerdi. Burada; hiç zengini olmayan, kendi halinde, mütevekkil, gün azıklı, ihtiyaçlı aileler yaşardı. Bolvadin’in zanaatkârları hep bu mahalleden çıkmıştır. Bolvadin’in ve çevrenin çömlek ustalarının hepsi de bu mahallelidir.

Mahallenin girişinde Testici Hilmi Akçay’ın ve bizim ev vardı. Memidikler’in evden sonra, Tüssülü ( Şıh Mehmet Demir) nün ev, Kalaycı Lökünün Emin (Belek) in ev, devam eder giderdi.

İki tekerli arabasına eşek koşup rızkını temin için çalışan Ceylan Ak vardı. Kekliğin Hoca, yağcılarda elcik çekerdi. Kadın düğünlerinin vazgeçilmezlerinden birisi de tefçilerdir. Zamanın tefçileri, günlük popüler olmuş türküleri hemen ezberlerler; bilinen klasik türkülerimizle birlikte kadın düğünlerinde bunları söylerler; halkı coştururlardı. İşte bunlardan birisi de, Bekirağa Mahallesi’nde oturan, tefi hâlâ evinin duvarında asılı olan Tefçi Elvida (Elveda) Aba idi.

Kösenin Hasan Hüseyin (Emer) vardı. Kalender bir insandı. Sokak çeşmelerinden kahvehanelere, yaz-kış testilerle su çekerdi. Siyah uzun sakalı vardı. Toplumun kötü âdetlerinden birisi de, kişilere hemen lakap takmasıdır. 1967’de Türkiye, Kıbrıs’taki Rumlarla ilgili sorun yaşadı. O zaman, Kıbrıs Rum din ve devlet adamı Makarios idi. Bu papaz siyah uzun sakallı idi. Kösenin Hasan Hüseyin de siyah uzun sakallı olduğu için, ona bu papazın adını lakap olarak takıyorlar. Sonradan herkes “Makaryos” diye hitap etmeye başladı. Bazı sakal koyan kişilere de “Humeyni” diye lakap takmışlardı. Şimdi büyüğü-küçüğü sakallı oldu.

ZAYİDENİN KÖR BEYGİR

Toplumumuz yaz bitimine doğru, kışlık yiyeceklerini mutlaka hazırlardı. Çetin geçen kış şartlarında çalışılamadığı zor günler için nevâlesini yazdan düzerdi. Biberini, yaprağını kurutur; ekşisini (salça) çıkarır; turşusunu kurar; bulgurunu, düğüsünü, göcesini, nişastasını hazırlardı. Mahallelerde bulgur ve göce çeken kişiler olurdu. Bu kişilerin evinin bir bölümünde, içi havuz gibi oyulmuş büyük taşlar vardı. Bu taşın içinde silindir biçiminde dikine duran bir taş ve ortasında ağaçtan bir direk olurdu. Harmandan kaldırılan veya satın alınan buğday, önce yıkanır kurutulur, içinin taşı ayıklandıktan sonra altına ateş yakılan büyük kazanlarda kaynatılırdı. Belli bir kıvama gelip pişen buğday, mahallenin el-ayak değmeyecek yerine kilim veya bez serilerek kurutulurdu. Kuruyan buğday, bulgur veya düğü yapılmak üzere “Mengen” dediğimiz bu taşın içine dökülürdü. Yıkanıp, taşından ayıklanıp, kaynatılmadan çekilen buğdaya “göce” denir. Göceden, milli yiyeceğimiz olan “keşkek” yapılır. Silindir biçimindeki taşın ortasına bağlanan ağaç direğe, bir at bağlanırdı. At, aynı noktada döneceği için, başı dönmesin diye gözüne bir bezle bağlanırdı. Kösenin Hasan Hüseyin’in karısı Zahide Aba vardı. Bekirağa Mahalle’sinin ve diğer mahallelerden gelenlerin buğdaylarını bu kadın çekerdi. Atının gözü kör olduğu için atın gözüne bez bağlamazdı. Sonbahar ayında, bu şekilde rızkını temin etmeye çalışırdı. Bu kadının kör atı, zamanla Bolvadin’de deyim haline geldi. Bir yerde fazla dolaşan kişiler için: “Zayidenin kör beygir gibi ne dolanıp duruyon?” derler.

BADANADAN BOYAYA…

Ana-babalarımızın ve şu anda yaşlılık dönemlerine girmiş olan kişilerin evleri kerpiçten, duvarlarının sıvası çamurdan, pestekleri direkli ve kamıştan idi. Yazın serin, kışın sıcak olurdu. Sırt ağrısı, bel ağrısı, romatizma bilinmezdi. Toprak ve samanın karıştırılarak çamur haline getirilip sıvanan duvarlar, senede bir gün ince bir toprakla tekrar sıvanırdı. Kireçten yapılan badana ve petrolden yapılan boya bilinmezdi. Dibev’den getirilen toprak, bir kap içerisinde cıvık çamur haline getirilir ve bir bez parçasıyla duvarlara sürülürdü. Günümüzde yapılan boya ve badana işi bu şekilde masrafsızca halledilmiş olurdu.

Bir müddet sonra evler kireç ile badana edilmeye başlandı. Çarşıdan alınan sert topak halindeki kireç, bir gün öncesinden bir teneke içerisinde yakılırdı. Ertesi gün içerisine su katılarak sıvı hale getirilen kireç, evin hanımı tarafından eline kuzu derisi geçirilip duvarlara sürülürdü. Kuruyan kireç, bembeyaz olarak ortaya çıkardı. Badana yapan evin hanımının parmaklarının ucu kirecin asidinden patlar, zavallı kadın bir hafta onun ıstırabını çekerdi. Bir de lacivert renginde “çivit” adı verilen toz boya vardı. Bazıları ‘kir götürsün’ diye kirecin içine bunu karıştırır, öyle badana yaparlardı. Şazi Mahallesi’ndeki evimizin yanında Cılkların Fethi’nin (Gümüş) evi vardı. Kendisi ve hanımı çok iyi insanlardı. Küçükken anamla birlikte onlara misafirliğe sık giderdik. Oturma odaları geniş olup, sadece tepede küçük bir pencereden gelen parlaklık içeriyi aydınlatırdı. Geceleri ise, odanın ortasında bir kablo ile sallanan zayıf, sarı ışık veren lamba ile aydınlanırlardı. Onlar devamlı duvarlarını çivit rengi boyarlardı. İçerinin aydınlığının az olması ve duvarların koyu renk olması benim ruhumu sıkar, kendimi sokağa atmak isterdim.

Bolvadin’e elektrik 1938’de gelir. Kömürle çalışan buharlı makinelerle elektrik üretilir ve şehre belirli saatlerde verilir. Daha sonra ise mazotla çalışan motorlar getirilir. Babacanın Sami, askerliğini bitirmiş ve iş aramaktadır. Şehrin belli yerlerine dikilen ahşaptan elektrik direkleri boyanacaktır. Babacanın Sami boyama işine talip olur ve ayaklarına taktığı tırnaklı demir sayesinde, direklere tırmanarak bütün direklerin boyama işini bitirir. O gün için Bolvadin’de yağlı boya, plastik boya bilinmemektedir. Evler kireçle veya düz çamur ile boyanmaktadır. Boya işini öğrenen Babacanın Sami, dükkan açmaya karar verir. Çarşı meydanında Eski Demirciler İçi’nde bir dükkan açar. Oraya önce yağlı boya, sonra plastik boya getirir. Zamanla uzmanlaşır, dükkanında olmayan, farklı renkteki boyaları karışım yaparak elde eder. Ayrıca: çivit, yapıştırma amaçlı kullanılan çiriş, alçı, kayıkların altına su geçirmemesi için sürülen çam reçinesinin de satışını yapar. Bir müddet sonra işlerini büyütmek amacıyla Faruk Erbilgin ile ortak olurlar. Beraber on yıl hiç incinmeden ortaklık yaparlar.

   AMBAR İŞLETMECİLİĞİ

Karayolunun az olduğu, dışarıdan gelen malların trenle geldiği zamanda “ambarcılık” vardı. Belli kişi veya kişiler şehir dışından trenle gelen malları, sahiplerine ücret karşılığı dağıtırlardı. Daha sonra kamyonlarla gelen malların dağıtımını yapan nakliye şirketleri kuruldu. Bu şirketler daha hızlı bir şekilde malları teslim ediyorlardı.

Boyacı Sami’nin tren ambarıyla İstanbul’dan gelen mallarında, zaman zaman gecikme yaşanmaktadır. Konya’da “Konya Sürat Ambarı” adında nakliye şirketi vardır. Kendisinin ve diğer Bolvadinli esnafların mallarının daha hızlı gelebilmesi için, bu şirkete üye olur ve komisyonculuğunu alır. Bu ambar, trenle gelen ambardan daha hızlı olduğu için esnaf da memnundur. Günlük gelen malları tekarabacı Tatar Abdil’in arabayla esnafa dağıtır. Hem bu üç kuruş kazanır, hem de diğer esnafın işi görülmüş olur.

EMANETE SADIK KALMAK

Bir kimse aracılığıyla birine gönderilen para veya birisine geçici olarak bırakılan eşyaya emanet denir. Emaneti kendi malın gibi korumak gerekir. Emanete ihanet eden kişi Allah yolunda ölse bile kıyamet günü sorguya çekilir.

Resmi veya özel, hac organizesinin olmadığı dönemlerde bazı kişiler hacılara öncülük eder, onları hacca götürüp getirir. Sami Babacan da böyle bir işe girişir ve hacı adaylarını hacca götürür. İlk zamanlar gemi yoluyla hacca giderler. İskenderun Körfezi’nden hareket eden gemilerle gidiş-dönüş üç ay sürer. Yemeklerini kendileri pişirirler. Bilhassa kesmiş oldukları kurbanlar ortalıkta kalmakta ve kokmaktadır. Türk hacıları, bu etleri farklı yollarla değerlendirirler. Kurban etinin yumuşak yerlerini ince dilimler halinde kesip, taşların üzerine sererek sıcaktan pişirirler ve uzun süre o şekilde yemek ihtiyaçlarını giderirler. Bazıları, bu kurutulmuş etlerden memleketlerine getirip, şifa niyetine yemeleri için ailesine dağıtırlar.

Eskiden hacdan çok eşya getirilirdi. Bazı eşyalar burada bulunamadığı için ihtiyaçtan, bazısı da hediye olarak getirilirdi. En çok da şalvarlık kumaş, tülbent getirilirdi. Bazı kişiler, hacca gidecek kişiye herhangi bir eşya alması için sipariş verirdi. Hacca giden kişi de bu emanetleri alacağım diye, haccın menâsıklarını ihmal edebiliyordu. Boyacı Sami’ye de bu şekilde teklifler geldiğinde onlara hayır, diyemez ve emaneti yerine getirmek için gayret ederdi.

1960’lı yıllarda ve daha sonrasında Bolvadin esnafı, alış-verişini devamlı İstanbul’dan yapardı. Cuma günleri genellikle trenle gider, oradaki Bolvadinlilere ait “Gemici Oteli”nde kalır, alacağını aldıktan sonra malları ambara verir ve biraz da gezer, trenle dönerdi. Boyacı Sami de, boya almak için İstanbul’a sık giderdi. İstanbul’daki toptancı esnafına borcu olan Bolvadin esnafından bazıları gidemedikleri zaman, borçlarını genellikle Sami Babacan’a emanet edip o şekilde gönderirlerdi. Sami Ağabey de kimseye bir şey diyemez, kabul ederdi.

1967 yılının bahar ayları…Boyacı Sami, mal almak için cuma günü İstanbul’a gidecek. Oradaki toptancılara verilmek üzere bazı esnaflar, Sami Ağabey’e para emanet ederler. O da liste yapar ve kabul eder. Çay İstasyonu’nda cuma akşamı trene biner ve sabahleyin Haydarpaşa Garı’nda iner. Boya alacağı ticarethaneye gidip siparişlerini verir ve ücretini öder. Emanet verilen yüklü paraları ve listesini ceketinin sağ iç cebine koymuştur. İlk adrese gidip emaneti yerine getirmek için elini cebine attığında, paraların yerinde olmadığını görür. Öbür ceplerinin her tarafını arar fakat paranın yerinde yeller esmektedir. Çok üzülür, parayı düşürmüştür veya çaldırmıştır. Üzüntüsü, daha çok emaneti yerine getiremediği içindir. Bolvadin’e döndüğünde durumu esnaflara anlatır ve kim ne kadar para verdiyse kuruşu kuruşuna geri öder. Emanete riayet rızık getirir; ihanet ise fakirlik getirir.

   CAMIZ KAÇTI

   Eskiden, insanlar birbirlerine karşı hoşgörülü idi. Birisi ötekine şaka yapar, şaka yapılan da kızmazdı. Kızsa, küfür etse bile öbürü güler geçerdi. Boyacılık yapan birisi, Boyacı Sami dükkanında otururken sandalyesinin altına usulca maytap bırakır kaçar. Maytap patlayınca Sami Ağabey büyük bir korku yaşar. Kızar fakat belli etmez.

Her evde bir sağılır hayvanın olduğu zamanlar, kışın hayvanlar yaylıma gönderilmezdi. Kapalı kalan hayvan dışarıya çıkartıldığı zaman kaçar, hoplar zıplardı. Bir gün Boyacı Sami mahallede giderken, ahırdan kaçan bir camız gelir ve buna arkasından vurur. Sami Ağabey: “Len oğlum böyle şaka mı olur?” der ve oraya bayılır. Kaburgalarında kırıklar vardır. İki ay yatar ve iyi olur.

   HOŞ SEDA

1982 yılının Temmuz ayı…Babacanın Sami altmış yedi yaşında iken hoş bir seda bırakarak bu dünyadan ayrılır. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ