Bolvadin'in Temel Taşları

 

  

 GADAYIFÇI BEKİR    (BEKİR DOĞRUSOY)

Bekir Doğrusoy, 1917’de Bolvadin’in Şazi Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Çiftçilik yapan babasının adı İsmail’dir. Eskiden askere gidene, “öldü” gözüyle bakarlarmış. Babası askere gidip dönmediği için babasını hiç tanımıyor. Biri kız olmak üzere, beş kardeştirler. Erkek kardeşleri: Tahir, Mesut ve Hüseyin’dir. Testicilik, simitçilik, ekmekçilik ve kadayıfçılık yapmıştır. Ömrünün çoğunu başkalarının fırınında “kürekçilik” yaparak geçirmiştir.

Kadayıfçı Bekir, orta boyda, saflık derecesine varan iyi niyetli, kimse hakkında kötülük düşünmeyen, çalışkan, gayretli, “Allah adamı” bir kişi idi. Evliliğinden üçü kız, sekiz çocuğu oluyor. Oğulları; İsmail, Hasan, Mesut, Ramazan ve Nurettin’dir.

TESTİ OCAĞI

Okul vakti gelen küçük Bekir, okula başlar fakat bir gün öğretmeni dövünce kaçar ve bir daha okula gitmez. Ağabeyi Tahir, testi ocağı çalıştırmaktadır. Onun yanına girer ve askerliğine kadar testi ocağında çalışır. Testi ocakları, Bolvadin çıkışındaki Çay yolu üzerinde idi. Bu işi yapanlara “testici” adı verilirdi. Testi imalathanesi olanlar şunlardı: Garaserlinin Hilmi(Akçay) Mesutların Tahir (Doğrusoy), Hacımuratların Kadir (Ekici), Cılkların Hüseyin-Şükrü (Gümüş), Muhittinin Ahmet (Tezer)…Bu tür ocakları olanlara başka yerde “çömlekçi” derler. Çömlek; çamur haline getirilen kırmızı toprağın, dönen bir çark yoluyla şekillendirilip; testi, boduç, küp, hevik, kandil haline getirilmesidir. Şekillenen çamur, önce gölgede üç gün kurutmaya bırakıldıktan sonra, iki gün de güneşte bekletilir. Daha sonra fırının içine ağız kısmı alta gelecek şekilde üst üste sıralanır. Fırının ateşini dengeli yakmak gerekir. Çok ateş verilirse çömlekler patlar. Bu yüzden fırın, önce kamışla ısıtılır; arkasından fışkı (koyun gübresi) atılarak ateşlenir. Başka yakacak kullanılmaz. Ocağın soğuması için bir hafta beklenir ve çömlekler fırından çıkarılır. Yeni testi alan kişi, testinin içine su doldurup bir gün bekleterek suyu geri döker. Böylelikle suda, “toprak çalgınlığı” tadı olmamış olur. Yeni hevik veya fırıneti tavası alan kişi de, bunların içini yağlayıp fırına vererek, toprağın yağı içine çekmesi sağlar.

Bolvadin’e ilk testi ocağını, 1900 yılından sonra yabancı bir kişinin kurduğu rivayeti vardır. Belli bir kıvamda yoğrulan kırmızı topraklı çamur, ayak gücüyle dönen çarkın üzerine konarak, el ile değişik şekiller verilir. En zor olanı küp yapmaktır. Eskiden herkesin kilerinde boyu bir metreye varan, geniş karınlı küpler olurdu. Kış gelmeden bu küplere haşgeş, haşgeş yağı, bulgur, düyü konurdu. İslamiyet’ten önce de bu tür küplerin içerisine, bazı kıymetli eşyalarıyla birlikte ölen bir kişiyi koyup gömüldüğünü görüyoruz. Ayrıca, “hevik” dediğimiz küçük küplerin içerisinde; keşkek, paça ve pancar pişirme âdetimiz bugün de devam etmektedir. Bu tür yemekler tencerede pişirildiğinde, kesinlikle hevikte, tavada pişirilen tadı vermemektedir.

 KÜREKÇİLİK

Bolvadin’de aileler, genellikle evlerinde hamur yoğurup mahalle fırınlarında ekmeklerini pişirirlerdi. Yabancı memur amir de, çarşı fırınlarından ekmeklerini alırlardı. Çarşıda çok güzel, lezzetli, mis kokulu ekmekler çıkarılırdı. Hatta bazı kişiler ev ekmeğinin arasına çarşı ekmeğini katık olarak koyup yerlerdi. Bunun yanı sıra, iki çeşit simit de çıkarılırdı. Bilhassa, sabahleyin namazdan çıkan esnaf, bir simit alıp kahvede bunu çayla veya sütle içer dükkanını açardı.

Testicilik yapmak istemeyen Bekir Doğrusoy, kârana (kârhâne) daki hissesini kardeşlerine devreder ve Simitçi Hüsnü Sezen’in yanına girer. Bir müddet orada çalıştıktan sonra diğer fırınlarda da kürekçilik yapar. Yani, devamlı fırındaki ateşin karşısında ekmek, simit, fırıneti, keşkek pişirmektedir. Bunun saflığından faydalanan bazı kişiler buna takılıp kızdırmak isterler. Ramazan aylarında, oruç ağıza ateşin karşısında pide çıkaran Bekir Doğrusoy’a pideyi havaya kaldırarak “Bu pide delik!” diye kızdırmaya çalışırlardı. O da karşılığını verirdi. Bir sanatkârı kızdıran en kötü şey, onun sanatını alaya almaktır.

TEL GADÂYIFI

   Zamanında Bolvadin, ticaret ve imalat bakımından çok iyi durumda idi. Lastik fabrikaları, bisküvi fabrikası, helva, tahin ve şeker imalathaneleri vardı. Kadayıf imalathanesi dahi vardı. Gözü kara, girişimci, cesur esnaflarımız vardı. Tel kadayıfı, genellikle düğünlerde ve ramazan ayında tüketilen bir tatlı türü idi. Bunun haricinde diğer zamanlar pek yapılmazdı. Gadâyıfçı Bekir, Bolvadin’de kadayıfı ilk çıkaranlardandır.

Bekir Doğrusoy, Afyon’da tel kadayıfı çıkarıldığını duyar ve Afyon Kadınlar Pazarı’na gider. Orada üretilen tel kadayıfına bakar ve iyice inceler. Bolvadin’e gelince, evinin bir odasını imalathane yapmaya karar verir. Önce meşe kömürü ve büyük zini (tepsi) alır. Hamurunu iki saat kıvama gelesiye kadar yoğurur. Sininin altına ateşi yakar ve büyük süzeğin içine koyduğu cıvık hamuru tepsinin etrafında gezdirerek döker. Birkaç dakika sonra, pişen kadayıfları alır. 15 sene kömürle pişirdikten sonra gazyağı ile çalışan büyük islim (gazocağı) alır ve onunla pişirmeye başlar.

   NERESİNE NARH VERELİM!

   Eskiden, belediyeden ve belediye zabıtalarından (çavuşlardan) çok korkulurdu. Çavuşların haklı ve haksız yanları da olurdu. Haklı olarak; kaldırımlar konusunda çok dikkatli davranırlardı. Bazı esnaflar, ammenin, kamunun, yani sokakta yürüyenin hakkı olan kaldırımlara eşya koydukları zaman, hemen müdahale ederlerdi. Eğer bir esnaf kaldırıma bir eşya koymuş ve gelenin geçenin geçmesini zorlaştırıyorsa, bunun doğrudan kul hakkına girdiğini bilip engellerlerdi. Esnafların temizliği, gramaja dikkat etmesi ve fiyat etiketlerine de dikkat ederlerdi. Bunun yanı sıra, çeşmede çocuk bezi yıkayan kadının, çavuşları gördüğünde korkudan karnındaki çocuğu düşürdüğü de bir gerçekti.

Belediyeler, günümüzde olduğu gibi o zaman da pidecilere, kadayıfçılara narh (fiyat belirleme) verirlerdi. Yâni, kaça satacağı fiyatı belediye belirlerdi. Yıl 1957 Ramazan ayının başlangıcı…Emeğin çok, kazancın az olduğu zamanlar…Hasan TÜRKMEN, yanında yardımcısı Hasan Çavuş’la narh belirlemek için esnafı dolaşmaktadır. Sıra, Kadayıfçı Bekir’in dükkanına gelir. Kadayıfçı Bekir Amca, kadayıfını çıkarmış, yorgun halde bir köşeye oturmuş yemek yerken, bitkinlikten ağzında lokmayla uyuyakalmış. İçeri giren reis, bunun o haline çok acır: “Bu adamın neresine narh verelim! İstediği fiyata satsın!” der. Reis oradan uzaklaşırken, Bekir Amca ağzında ekmekle hâlâ uyumaktadır. İnsanlara merhamet edene Allah da merhamet eder.

BATIL İNANÇLARIMIZ

Gerçeklik payı olmayan, İslam’a ters düşen inanışlara batıl inanç (hurafe) denir. İnsanoğlu yaratılışından itibaren, din harici bazı maddi veya mânevi varlıklardan da medet ummuştur. Kültürümüzde; din dışı olan, Türkler’in İslamiyet öncesi Şamanist dönemden kalan, Arap ve Batı kültürünün etkisiyle yerleşen bazı adetlerimiz de vardır. Bazı batıl inançlar, insanı şirke götürecek kadar tehlikelidir.

CEYLANİ HAZRETLERİ

Bağdat’da bulunan Seyyit Abdülkadir Geylani Hazretlerinin 12. kuşaktan torunu olan Şeyh Seyyit Abdülkadir Sâni Hazretlerinin kabri, Ağılönü’ndedir. 17. yüzyılın başında gelip, Kadiri Tarikatı’nın bir üyesi olarak irşat görevini üstlenmiştir. Buraya cami, çeşme, medrese, misafirhane, çilehane, tekke yaptırmıştır.  Toplum onu “Ceylâni” olarak bilir. Vefatından sonra tekkenin yanına gömülmüş, daha sonra oğulları ve aile efrâtından olan kişiler de yanına gömülerek, burası türbe haline gelmiştir. Türbede on yedi sanduka vardır. Türkiye’nin her yerinden ziyaret için gelenler olmaktadır. Ayrıca; şehrimizde evlenen gençler, sünnet olacak çocuklar, mutlaka buraya uğrayıp iki rekât namaz kılar ve dua ederler. Bu şekilde büyük zatların kabirlerini ve diğer kabirleri ziyaret edip ruhlarına okumak, hem bize sevap kazandırır, hem de ölümü hatırlatır.

   MÜBAREK TOKMAK(!)

Bu tür türbelerde bazen olumsuz olaylara da rastlamaktayız. “Batıl inanç” dediğimiz bu olaylar eskiden çok fazla iken, bugün halkın bilinçlenmesiyle çok azalmıştır. En önemlisi; türbeye gelen kişi, orada yatan mevtâya dileklerini bildirirdi. Kimisi çocuk isterdi; kimisi iş isterdi; kimisi sınıfını geçmek isterdi; kimisi de evlenmek isterdi…Derdi olan bu tür türbelere koşardı. Dileği gerçekleşen kişi, bir tane horoz alıp, türbenin kapısının önünde kestirir ve bir fakire verirdi. Eskiden, türbedeki kabirlerin üzeri yuvarlak biçimde ahşap sandukaydı. 1985’de mermer lahit haline getirildi. Dileği olan bazı kişiler, en baştaki Ceylâni’nin sandukasının üzerine, kalemle dileklerini yazarlardı. Çaput bağlayanlar olurdu. Hasta olan çocuk türbenin içine yatırılır, iyi olması beklenirdi. Bilhassa yaşlı kadınlar şifa bulmak için yorgan-döşek yatarlardı. En çok ilgi çeken de, baş kısmı büyük olan tokmak şeklindeki ağaç parçasıydı. Bu sihirli tokmak(!) her dertlere deva idi. Çocuk çok mu ağlıyor? Çocuğun ağzına bunu vur susar. Çocuk çok mu yaramazlık yapıyor? Hemen başını bununla sıvaşla mum gibi olur. Öğrenci derslerinde başarısız mı? Hemen kafasının üstünde dolaştır, her yerinden zekâ fışkırır. Sırtın, yanırlın, yanın-belin mi ağrıyor? Hemen bütün vücuduna bunu gezdir, bir şeyin kalmaz. Mübarek sanki tokmak değil, ordinaryüs profesör!

Dileği gerçekleşenlerin uygulamaya koydukları bir olay daha vardı: Mum  yakmak…Türbenin mihrabının yanına hususi konmuş mermerden bir taş vardı. Dileği gerçekleşen, dileğinin büyüklüğüne küçüklüğüne göre belli sayıda o taşın üzerine mum yakardı. En çok ilgi çeken olaylardan birisi de toprak yeme, idi. Hasta olup türbeyi ziyarete gelen kişi, ahşap sandukanın tahtaları arasından elini uzatıp, mezardan bir parça toprak alarak yerdi. Bununla şifa bulacağını zannederdi. Hâlbuki o mezarın üzerindeki toprak, orada yatan mevtânın malıdır. Kesinlikle alınmaz. Cehalet, sen ne kötü bir şeysin! Ya Rabbi! Mağfiretin olmasa bizim halimiz nice olur!…

   KURTBABA TOP ATIYOR

Bolvadin’in Batı kısmına düşen tarafında Paşadağı var. Bu Paşadağı’nın tepesinde, ağaçlıklar içerisinde  “Kurtbaba” adlı bir ermiş kişinin mezarının olduğu söylenir. Kimdir bu Kurtbaba? 150 yıl önce Maraş’ın Afşin ilçesinden gelen “Avşar Boyu”nun aile reisi olarak bilinmektedir. Bolvadinliler, bilhassa Hıdrellez günü bu kişinin kabrini ziyaret etmek için Paşadağı’na çıkarlardı. Arabalara; kesmek için koyunlar, bulgur, ekmek, testilerle su yüklenir, yola çıkılırdı. Bu özel gün için önceden hazırlıklar yapılır, şehrin çoğunluğu oraya taşınırdı. Koyunlar kurban edilir; pilavlar pişirilir; helvalar dokunur ve yenirdi. Arkasından, toplu halde Allah’a dua edilir, rahmetin yağmasıyla mahsullerinin bol olması istenirdi. Testilerle getirilen sular ağaçlara dökülürdü. İslami duyarlılığı zayıf olan bazı kadınlar; ağaçlara çaput bağlar, mum yakar, dileklerde bulunurlardı. Ben küçükken, şehrin üzerinden geçen uçak bazen “Bomm!” diye ses çıkartırdı. Bu ses, uçak hava boşluğuna denk geldiği zaman olurmuş. Halk bu sesi duyduğunda: “Kurtbaba top atıyor, kurban istiyor.” derlerdi. Önceden, çevremizdeki dağlarda ağaç yoktu. Zamanında var olan ağaçlar kesile kesile bitirilmiş. Yalnızca, Kurtbaba’nın olduğu Paşadağı’nda ağaç vardı. Bunun sebebi ise, halk arasındaki rivayetlerdi. Oradan ağaç kesip gelen kişinin, gece olunca o ağaçların yanıp evini de yaktığı söylenirdi. Ayrıca; getirilen o ağaçlar, sonra birer sopa olup, getiren kişiyi dövdüğü rivayet edilirdi. Artık ne derece doğru bilemeyiz. Doğruyu ancak Allah bilir.

KURŞUN DÖKME

Şimdi kurşun döktüren var mı bilmiyorum fakat eskiden bu âdet çok yaygındı. Kendisinde, çocuklarında “göz” olduğunu, “nazar” olduğunu tahmin eden kişi, kurşun döktürürdü. Her mahallenin kurşun döken kadınları vardı. Bunlar, büyüklerinden “el” almışlardı. Bakır yuvarlak kepçenin içerisine konan kurşun maddesi, ateşin üzerine konularak eritilirdi. Bir kabın içine de su doldurulurdu. Kurşun dökünecek olan kişi yere çöker ve üzerine bir örtü tutulurdu. Eritilmiş olan sıcak kurşun, kişinin baş kısmına doğru getirilip kaptaki suyun içine dökülürdü. Soğuk suyla buluşan kurşun, sertleşerek “cazzz” diye ses çıkarır, çeşitli şekiller alırdı. Hemen burada kurşun döken kadın devreye girer: “Gözleri çıkasıcalar, nasıl bakmışlar!” veya “Dili kopasıcalar, arkasından pek konuşmuşlar!” der ve üzerinde çok büyük bir nazarın olduğunu belirtmek isterdi. Karşılığında, kurşun döken kadına üç-beş kuruş verilirdi.

Kurşun dökme, İslamiyet öncesi Türk geleneklerinden gelen bir âdettir. İlmen ve mânen bir özelliği yoktur. Ayrıca, nazar da haktır. Bazı insanların gözü veya konuşması insanı hasta etmek için yeterlidir. Bu durumlarda Kalem Sûresi’nin 51.- 52. nazar ayetlerini ve “Felâk” “Nâs” surelerini okumak gerekir.

KIZLAR EVCİĞİ

Kızlar Evciği (Kırk Kızlar), Kurtbaba tepesine çıkılan yokuş üzerinde, “Antik Polybotum” kenti harabelerinin yanında, “İncegadirler’in Çiftliği”nin üst kısmındadır. Oyulan bir kayanın içerisinde üç tane sanduka kalıntısı vardır. Burası bir çeşit kaya mezarıdır.

Zamanın birinde, Develi Akarçay’ının yanında “İlyas Köyü” varmış. Kırık Minare’nin olduğu yerde de Erkmen Köyü var. İlyas Köyü’nden Erkmen Köyü’ne bir gelin alayı giderken, Durayeri’nde şiddetli yağmur yağmaya başlar. Kadınlar, bu kaya mezarın içine saklanırken, erkekler de arabaların altına gizlenirler. Bir süre sonra yağmur kesilir. Ortalık sükûnete erince erkekler, kaya mezarlığına saklanan kadınların gelmesi için seslenirler fakat hiçbir cevap alamazlar. Korku ve merak içinde bu kaya mezara girdiklerinde, ortalıkta kimseyi göremezler. Bütün aramalar sonuçsuz kalır. Bu olay üzerine çeşitli görüşler ortaya atılır. Sonunda, bu kadınların “kırklar” a karıştığı sonucuna varırlar. Zamanla bu olay efsaneleşir. Buraya ziyarete giden kişiler, kulaklarını kayaya dayadıklarında tef sesine benzer sesin geldiğini duyarlar. Şimdi hâlâ giden var mı bilmiyorum fakat eskiden şifa için çok kişi burayı ziyaret ederdi.

GIRTLAK KANSERİ

Sigara, sağlığın baş düşmanıdır. Bekir Amca da küçük yaşta başladığı sigarayı bir türlü bırakamaz. Sigaradan dolayı gırtlağı delinir. 21 Haziran 1991 Cuma… Gadâyıfçı Bekir yetmiş dört yaşında iken bu dünyaya veda eder. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha

N. Sait EKİCİ