Bolvadin'in Temel Taşları

 

TAMİRCİ SELAHATTİN  (SELAHATTİN BİLGİN)

1928’de Bolvadin’de dünyaya geldi. Babasının adı, Abdülkadir…Kunduracılık yapardı. Bolvadin’in ilk oto tamircilerindendir. İlk olarak motor rektifiye makinesini getirmiştir. Makine tamirinin yanı sıra, silah tamir işleri de yapmıştır.

Selahattin Amca; orta boydan biraz uzun, kilolu, göbekli, sert görünüşlü, heybetli bir kişi idi. İşine çok dikkatli ve disiplinli idi. “Vakit nakittir.” der, vaktini en iyi şekilde değerlendirirdi. Söz verdiği zaman işi teslim ederdi. Boğazını da feleğe vermezdi. Bükmeyi böreği çok severdi. Bonkör ve hayırseverdi. Çocuklarına: “Her gelenden her istediğin alınmaz. Her kazandığın da kendinin olmaz!” deyip hayır yaptırmaya teşvik ederdi. Yeni bir dükkan açan olduğu zaman onu teşvik eder; bazen, gelen müşteriyi ona gönderirdi. Memleketimizin yetiştirdiği iyi ustalar arasında yerini aldı. Tamircilik işini, askeriyede de devam ettirdi. 1950’de evlendi. Evliliğinden; Türker, Bahri adında iki oğlunun yanı sıra üç de kızı oldu. Oğulları babalarının mesleğini devam ettiriyorlar.

   ABDÜLKADİR  AĞA

1900’lü yıllarda, Bolvadin’de en çok kunduracı, yemenici, terzi, araba ustası vardı. Ayakkabıcılar ise; eskici, çarıkçı, yemenici, kunduracı diye bölümlere ayrılıyordu. Bunların içinde en ustaları ise, kunduracılardı. Kundura yapımı masraflı ve iyi bir el emeği isteyen bir sanattı. Selahattin Usta’nın babası da, şehrin ileri gelen kunduracısı, el ile çevrilen dikiş makinesi olan birkaç kişiden biri…Dükkanında, iskarpin, potin (fotin), mest ve çizme yapıyordu. Bu meslek, dedesinden babasına miras kalmıştı.

Abdülkadir Usta, 1900 doğumlu ve on yedi yaşında…Babasıyla birlikte kunduracılık yapıyor. Bir gün askerlik şube başkanı bunlara çizme diktirmeye gelir. O zamanın subayları dizlerine kadar gelen “körüklü” denen çizme giymektedirler. Subayın ayak ölçüsü alınır, fiyatı ve ne zaman teslim edileceği söylenir. Çizme dikilir hazırlanır. Teslim edileceği gün subay gelir. O sırada Abdülkadir Usta’nın babası dükkanda yoktur. Çizme teslim edilir fakat subay, parasını sonra vereceğini söyler. Abdülkadir Usta bunu kabul etmez ve subay kızarak gider. O dönemlerde savaşlar olduğu için, askerlik şubesinin, on beş yaşına kadar olan gençleri askere alma hakkı vardır. Ertesi gün şube komutanı olan bu subay, bunun hakkında “askerliğe elverişlidir” diye bir rapor tutarak, bunu askere gönderir.

O gün için sanatkar bulmak zor…Genellikle herkes çiftçi. Bunun sanatkâr olduğunu görünce, acemi birliğinde tamirhaneye verirler. Tamirhanede silah tamirini, motorlu taşıt tamirini öğrenir. O sıralar pek çok cephede savaşlar sürmektedir. Cephelerde hem savaşır, hem silah tamiri yapar. Seferberlik dönemi yaşanıyor. 1918 yılında, Sırplar’a karşı savaşmak için Balkan Cephesi’ne gönderilir. Oradan Hicaz-Yemen Cephesi’ne gider. Bu cephede, düşman askerinden çok, bitle ve tifüsle mücadele eder. Perişan bir halde Anadolu’ya gelir. Burada da karşılarına; Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar çıkar. En son olarak da, 1919- 1922 yılları arasında yaşanmış olan Kurtuluş Savaşı’na katılır.

Yıl 1924’e gelmiştir. O zaman askere gidenlere “öldü gözüyle” bakarlarmış. Ailesi bundan ümidini kesmiş. Yedi sene sonra perişan bir vaziyette gelince bunu tanıyamamışlar. Sanki kaybettikleri bir malı bulmuş gibi olmuşlar. Kazananlar hiç hata yapmayanlar değil; asla vazgeçmeyenlerdir.

TORNA VE TAMİR

Abdülkadir Usta, askerliğini yaptıktan sonra, kunduracılığı bırakıyor ve daha kârlı bir iş gördüğü tüfek ve mekanik araçların tamirine başlıyor. Zafer Caddesi’nde bir dükkan açıyor. Çocuklarıyla birlikte çalışmaya başlıyor. 1945’de Bolvadin’e ilk kaynak makinesini getiriyorlar. Kaynak makinesini alınca, işler daha rahat ve hızlı olmaya başlıyor. Kaynak makinesini ancak gündüz kullanabiliyorlar. Elektrik santralı belli miktarda elektrik üretebildiği için, gece kullanırlarsa diğer yerlerin elektrikleri kesiliyor. Daha sonra, torna ve matkap makinelerini alıyorlar. Bolvadin ve çevresinde belli sayıda motorlu araç var. Bunların tamirini yapıyorlar. Motorlu araçlar çoğaldıkça işleri de çoğalıyor; silah tamir işi azalmaya başlıyor. Askerliğini kendi mesleği üzerine yapıp geldikten sonra, işlerini gene babasıyla devam ettiriyor. Karasaban devrinden, traktöre geçiş çoğalınca, bunların işleri de çoğalıyor.

KENDİ  İŞYERİ

Selahattin Usta, 1958’de babasından ayrılarak kendi tamirhanesini açmaya karar verir. Dırganın Hulusi’nin (Öztürk) kireç sattığı yere dükkanını açar. Burada sadece motorlu araç tamiri yapmaya başlar. 1967 yılında torna makinesi alır ve işlerini genişletir. Selahattin Usta, devamlı yenilik peşinde olan bir kişi…Günübirlik yaşamaz, devamlı arayış içinde olur. Çocuklarını da eğitimli, kültürlü yetiştirmek için elinden geleni yapar. Büyük oğlu Türker’i üç yıl, pompa ve enjektör test cihazlarını öğrenmesi için İzmir’e kursa gönderir. Küçük oğlu Bahri’yi de, ortaokulu bitirdikten sonra Eskişehir Sanat Enstitüsü Makine ve Tesviyecilik Bölümüne gönderir.

Oğlu Bahri’yle, okula kayıt yaptırmak için Eskişehir’e giderler. Kayıt sırasında okuldan, kayıt parası olarak yüksek bir para isterler. Bahri, parayı çok bulup babasına kayıt yaptırmamasını söyler. Babası: “Eğitime yatırılan para boşa gitmez; yeter ki sen oku!” der parayı verir ve kaydı yaptırır. Çocukları, bu okullarda öğrendikleri bilgilerle sanatlarını geliştirirler ve memleketin gözde tamirciler arasına girerler.

REKTİFİYE

Motorlu araçlarda, aşınmış olan parçaların değiştirilmesine ve tamir edilmesine rektifiye denir. Arabalar belli kilometre yol yaptıktan sonra içindeki parçalar eskimeye başlar. Bir müddet sonra problemler çıkarır. İşte bu durumda motoru rektifiye yapmak gerekir. 1960’dan önce, Bolvadin’de rektifiye yapan usta yoktu. Rektifiye olacak aracın parçaları İstanbul’a götürülür, yaptırılıp gelinirdi. Selahattin Usta da İstanbul’da Robert isminde Mûsevi bir ustaya rektifiye ettiriyordu.

Yıl 1960…Gene rektifiye yaptırmak için İstanbul’a gider. Robert Usta buna: “Zamanla araba çoğalacak. Aynı ayakkabı gibi olacak, herkes alacak. Rektifiye makinesi al, buraya gelip durma, işlerini kendin yap!” der. Selahattin Usta rektifiye makinesini satın alır gelir ve ilçenin ilk rektifiye ustası olarak işlerine başlar. Afyon’dan ve çevre ilçelerden herkes buna gelmeye başlar. Günden güne motorlu taşıtların çoğalmasıyla bunun işleri de çok iyi olur.

Rahmetli, devamlı yenilik peşinde idi. Oğullarına: “Sanayiyi bilmek için dünyayı bilmek lazım, yenilikleri araştırmak lazım.” derdi. Kışın genellikle traktör tamiri, hazirana kadar biçer tamiri, yazın ise inşaat işleri başladığı için inşaat makineleri tamiri yapardı. Çevre fabrikaların arıza yapan motorlarını da yapardı. Çalışanlar, kötülük etmeye vakit bulamazlar. Çalışmayanlar ise, kendilerini kötülükten kurtaramazlar.

ETİ SENİN, KEMİĞİ BENİM

Sanayileşme ve makineleşmenin gelişmekte olduğu dönemler…Sanatın; çiftçilikten, hayvancılıktan, memurluktan daha geçerli olduğu zamanlar…Küçük çocukların bir sanatkara “Kolunda altın bileziği olsun.” düşüncesiyle verildiği vakitler…

İlkokula giden erkek çocuklar, okullar tatile girer-girmez, elinde bir sanatı olsun düşüncesiyle hemen bir iş yerine çırak olarak verilirdi. Ustasına da: “Eti senin, kemiği benim” denirdi. Çocuk için ne kadar ürkütücü bir cümle olsa da, geleceği açısından ümit veren sözdü. Ayrıca: “Sokakta köpek taşlayacağına yeri belli olsun.” denirdi. Çocuk okumayacaksa; çıraklık, kalfalık, ustalık derken, altın bileziğini koluna takardı. Çocuğun alacağı ücret konuşulmaz, ustası ne verirse kabul edilirdi. Hiç para vermese de, sanat öğrettiği için ses çıkarılmazdı. Cumartesi günleri bu çıraklar için çok mutlu bir gün olurdu. Akşamleyin alınacak haftalık için, daha çok ve azimli çalışılırdı. Genellikle, bu haftalıklar da pazar gün gidilecek sinema için harcanılırdı.

Bu insan yetiştiren iş yerleri, hayat dersi verir; sosyal ilişkileri canlandırır; çocuğu geleceğe hazırlar; kelime haznesini genişletir; toplum içerisindeki kuralları öğretirdi. İlk gün ustası, dükkana girdiğinde selam verilmesi gerektiğini, uygulamalı bir şekilde öğretirdi. İlk günlerde çırak, sokak çeşmelerinden su çekip dükkanın önünü sulayıp süpürmekle işe başlardı. En tatlı hediye ise “şerbetlik” ti. İş sonunda müşterilerin çoğu çıraklara üç-beş kuruş bahşiş verirdi. Çıraklar, bahşiş verecek mi diye müşterinin gözünün damarına bakarlardı. Verilen bahşişler çırağı çok mutlu ederdi. Bir sanatkarın yanında çalışan çocuk, para kazanmanın zorluklarını görür, bu yüzden parasını har vurup harman savurmaz, tasarruflu hareket ederdi. Selahattin Usta da çırakları hem sever; hem de onlara disiplinli davranırdı. Yanında çalışanlar, şehrimizin “usta” tamircileri arasında yerlerini almışlardır.

GÜNÜMÜZ TÜRKİYE’SİNDE ÇOCUK

Günümüz Türkiye’sinde, çocukların da işi çok zor, anne-babanın da işi çok zor. Sanayileşme geliştiği için sanat öğreten iş yerleri azaldı. Bolvadin’de en çok terzi sanatkarları olduğu halde, bugün bir elin parmaklarını geçmiyor. Çocuğunu bir sanatkârın yanına vermek isteyen baba, sanatkâr bulamıyor. Bazı babalar da çok yanlış düşünce içerisinde oluyorlar. “Ben küçükken çok ezildim, hiç olmazsa oğlum ezilmesin!” diyerek, çocuklarını hayata hazırlamıyorlar. Günlük harçlıklarının yanı sıra, en pahalı telefonları, bilgisayarları da alıp ellerine veriyorlar. Çocuk dünyayı hep böyle gidecek zannediyor. Liseyi bitiriyor, askerden geliyor, “eliboş”lar ordusuna katılıyor. Bir çocuğa her istediğini almakla, ona can sıkıntısı aşılamış olursunuz. En önemlisi de büyüğe saygıyı, küçüğe sevgiyi bilmiyor. Vücut çalışmaya alışmadığı için, çalışmak da zor geliyor. Ondan sonra da, anne-babanın başına dert oluyor. Çocuk büyütmekle çocuk eğitmek arasındaki farkı, o çocuk insan içine çıktığında anlarsın.

AVCILIK

Allah, insanların beslenmesi için çeşitli hayvanlar yaratmış ve bunların avlanmasına izin vermiştir. Hangi av hayvanlarının da yenilip yenilemeyeceğini de belirtmiştir. İnsanlar farklı fıtrat üzerine yaratılmıştır. Her insanın sevdiği, zevk aldığı ve sevmediği, korktuğu olaylar ve cisimler vardır. Kimi adamlar güvercin beslemeyi, balık avlamayı, avcılığı, çiçek yetiştirmeyi, örgü örmeyi, kitap okumayı sever. Boş bir zaman bulunca hemen bu işleri yapar. Kişileri bu konuda kınamamak gerekir. Kişi, bu sevdiği işleri yaptığı zaman dinlenir rahatlar.

1968’de, Eski Demirciler İçi’nde “Avcılar ve Atıcılar Derneği” vardı. Başkanı da Tamirci Selahattin Bilgin idi. Avcılar, kahveye gidip kâğıt oynamak yerine bu derneğe gelip otururlar; av hikayelerini anlatırlar; bazen de atarlardı. Selahattin Usta’nın “Yetiş” adında, uzun kulaklı, kahverengi-beyaz renkli akıllı bir av köpeği vardı. Onu yanından hiç ayırmaz, ava giderken hep yanında götürürdü. Dükkanda tezgahta çarşıda hep yanında gezerdi. O günün bazı avcıları: Hasan Taytak, Cevdet Özdemir, Abdil Başak, Fevzi Oğuz, Ekrem Palas, Hakkı Yüksel, Ceylan Ulubaş, Boyacı Kudret (Ahmet Mıcık) idi.

KARAYOLUYLA HAC

İslam’ın şartlarından birisi de hacca gitmektir. Hac, bedeni ve mâli durumları iyi olanların yapacağı bir ibadet şeklidir. “Kim hac yapar, kötü söz ve davranışlarda bulunmazsa, anasından doğduğu gün gibi günahlardan temizlenmiş olur.” buyurur Kâinatın Efendisi…Hac çok zahmetli, eziyetli bir ibadettir. Sıkıntıların, meşakkatların, zorlukların alabildiğine çok olduğu bir ibadettir. Allah âdildir, kullarına zulmetmez. İnsanlar kendi nefislerine zulmediyorlar. Orada, nefsine ters gelen her şey karşına çıkar. En büyük kalkan sabırdır. Oraya, çok büyük paralar ödenerek gidilir. Çok kişi, hacı olmak için parasal gücünü zorlar.

“Hacı” artık toplumda örnek insandır. Orada kazandığı güzel huyları, burada da devam ettirmelidir. Yoksa turistik seyahatten ileriye gitmez. Ayrıca, Müslüman oraya şuurlu olarak gitmelidir. Gitmeden önce, oraları araştırmalı, yapacağı ibadetleri iyice bellemelidir. Dönüşte de oradan çok farklı gelmelidir. Gelirken, oradaki Şeytan’ı da yanında getirirsen ve gittiğin gibi gelirsen yazık sana!…

   ÖZEL OTOMOBİLLE HAC

Önceden, toplu halde hacca gitme izni yoktu. Hacca gitmek isteyenler, diğer ülkeler yoluyla gidiyorlardı. 1947’de, okullara “dindersi” dersi kondu ve imam-hatip okulları açıldı. Daha sonra hacca gitme izni verildi. Bir yıl sonra “döviz yokluğu” neden gösterilerek yasaklandı. 1949’da ise tekrar serbest bırakıldı. Yokluk, fakirlik çok olduğu için, bugünkü gibi hacca gitmeye çok rağbet yoktu. Hacca, üç yoldan gidiliyordu. Birincisi; Suriye-Filistin-Ürdün yoluyla; ikincisi, gemiyle Süveyş Kanalı’nı geçerek; üçüncüsü de uçakla  Cidde’ye giderek.

1963 yılında Türkiye’nin her yerinden, değişik firmalarla karayolu ile hacca gidilmeye başlanıyor.  Diyanet İşleri Başkanlığı bu görevi 1977 yılında üstleniyor. 1900-1908 yılları arasında Abdülhamit Han, ticaret yolunun olması ve rahat hacca gidilebilmesi için, Şam-Medine arasına 1320 kilometrelik demiryolu döşettiriyor. Cumhuriyet devrinde, rahmetlik Alparslan TÜRKEŞ 1976 yılında başbakan yardımcısı sıfatıyla hac vazifesini yerine getirdi.  Turgut ÖZAL başbakanken hacca gitti. Necmettin ERBAKAN başbakanlığı sırasında yaptığı hac ve umre ziyaretleriyle birlikte, yirmi sekiz kez hac ve umre yaptı.

Daha sonraları özel araba ile gitme izni çıkıyor. 1975’de, Hasan Hüseyin Köksoy (Çolağın Hasan Hüseyin) eşi ile ve Mehmet Sarıçiçek (Gavlak) ailesiyle otomobilleriyle gidiyorlar.

1980 yılının Eylül ayı…Tamirci Selahattin eşi ve oğlu Bahri ile özel otomobilleriyle hacca gitmeye karar veriyor. O sene Kireççi Hulusi Öztürk de ailesiyle birlikte özel arabalarıyla hacca gidiyorlar. Gerekli hazırlıklar yapılıyor. “Anadol” otomobilleri var fakat buna güvenip yola çıkamıyorlar. Hemen yeni bir otomobil alıp yola çıkıyorlar. 12 Eylül 1980 günü Cilvegözü Sınır Kapısı’na varıyorlar. Bir de baksalar ki ihtilal olmuş. Sınırı geçemiyorlar. On iki gün orada bekliyorlar. Hacı olmanın ve mukaddes topraklara kavuşmanın aşkıyla yanıyorlar. Bu bekleyiş bunlara çok zor geliyor. Sınırı geçince, ziyaret yerlerini geze geze gidiyorlar. Yollarını kaybediyorlar, kum fırtınasına yakalanıyorlar fakat üç gün sonra Medine’ye varıyorlar. Huşû içinde ibadetlerini yapıp, memleketlerine dönüyorlar.

EKİM AYI

Tarih 12 Ekim 1983…Selahattin Amca henüz daha yaşamının ortasında sayılır, elli beş yaşındadır. Lâkin şeker bunu eritmiştir. Çarşamba günü bu dünyadan; ustalar, kalfalar, güzel evlatlar bırakarak ayrılır. Allah gani gani rahmet eylesin. Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ