Bolvadin'in Temel Taşları

 

SÜTÇÜ MÂREM   (MUHARREM DEMİRHAN)

Muharrem Demirhan 1930’da Bolvadin’in Kaymas Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Çiftçilik yapan babasının adı Abdülkadir’dir. Bir oğlan ve bir kız kardeşi daha vardır. Emekli astsubay olan kardeşi Mevlüt vefat etmiştir. Terzi çıraklığı, çiftçilik, sütçülük, yoğurtçuluk, peynircilik işleriyle uğraşmıştır. Üç dönem de, Kaymas Mahallesi muhtarlığını üstlenmiştir.

   Muharrem Demirhan; orta boyda, hafif kıvırcık saçlı, yeşile çalan gözleri olan birisiydi. Kendi halinde, yumuşak huylu, iyi niyetli, hoşsohbet, yardımseverdi. Evlenememiş gençlere devamlı yardımcı olmaya çalışırdı. Kendisi okuyamadığı için eğitime çok önem verirdi. Çocuklarını okutup yüksek tahsil yaptırdı. Çalışmayı, üretmeyi, yenilik yapmayı severdi. Bolvadin’de ilk yoğurtçuluk ticaretini başlatan kişilerdendir.

GENÇLİK  YILLARI

Muharrem Demirhan fakir bir ailenin çocuğudur. Evleri olmadığı için, Kaymas Odası’nda kalmaktadırlar. İlkokulu Kaymas Mektebi’nde bitirdikten sonra babasına okumak istediğini söyler ve ortaokula başlar. Başarılı bir öğrencidir. İkinci sınıfta iken babasını kaybeder. Evin yükü ve sorumluluğu üzerine binince, okuldan ayrılmak zorunda kalır ve hem sanat öğrenmek, hem de üç-beş kuruş kazanmak için bir terzinin yanına çırak olarak girer. “Aldı vermez” cinsinden iki de tarlaları vardır. Onları eker. Askerliğine kadar terziliğin yanı sıra çiftçilik de yapar.

Askerlik görevi için Ankara’ya gider. Burada, muhabere (haberleşme) bölüğüne seçilir. Anasının buna harçlık gönderecek gücü yoktur. Haftada bir gün dışarı iznine çıktığında, diğer arkadaşları kahveye, sinemaya, lokantaya giderken; bu da oradaki arkadaşının yardımıyla bir mandırada çalışır, harçlığını çıkartır. Aynı zamanda; yoğurt, peynir, tereyağı imalatını da öğrenir. Askerliğinin bitimine doğru komutanları bunu sevdikleri için, askeriyede teskere bırakmasını söylerler. Hemen anasına mektup yazıp askeriyede kalmak istediğini söyleyip izin ister. Diğer kardeşi Mevlüt de, astsubay okulunu kazanmış okumaktadır. Anası, başında bir erkeği olmadığı için bunun askeriyede kalmasına izin vermez ve gelmesini söyler.

Teskeresini alıp dönen Muharrem Ağabey, tekrar çiftçilik yapmaya başlar fakat yabana gidip mandırada çalışmak istemektedir. Anasından zorla izin alır ve Ankara’ya giderek tekrar mandırada çalışmaya başlar. Mandırada çalışmaya başlayalı iki seneye yaklaşmıştır. Biraz para biriktirmiştir. Anası bunu getirtmek için nişanladığı söyler ve gelmesini ister. Bolvadin’e gelen Muharrem Demirhan, kendilerine göre mütevazi bir düğün yapar ve dünya evine girer. Evliliğinden üç kız, iki oğlan; beş çocuğu olur. Oğullarından Abdülkadir emekli binbaşı, diğer oğlu Ali Rıza ise tapu müdürlüğünden emekli olmuştur.

SÜTÜN  ÖZELLİKLERİ

Süt, günlük hayatımızda önemli bir yer tutan besinler arasındadır. Doğumdan itibaren aldığımız ilk besin olan süt, başta gelişmekte olan çocuklar, hamileler, emzikliler, yaşlılara faydalı olmak üzere vücut için gerekli besinleri içinde bulundurur.

Süt denilince aklımıza hemen inek sütü gelir. En çok süt veren hayvan inektir.  Sütü haram olmayan hayvanların, doğumundan sonraki sağılan sütüne biz “ağız” deriz. Bu süt, birkaç gün devam eder. Rengi biraz sarı olup, normal süte göre daha yağlı ve kıvamlıdır, çok vitaminlidir. Koyun sütü inek sütüne göre daha yağlı ve içerisinde daha çok vitamin bulundurur. İçerisindeki yağ oranı açısından zengin olan sütlerden birisi de camız (manda) sütüdür. Bunun rengi diğer sütlere göre daha beyazdır.

SÜTÇÜLÜK VE KAP  YOĞURTÇULUĞU

Bolvadin’de hayvancılık çok geliştiği için, süt işleme sektörü de çok gelişmişti. Peynir, tereyağı, kaymak üretimi fazla idi. Sütçü Cafer Gümüş, her gün Ankara’ya süt gönderirdi. Bahar aylarında koyun sütü bol olurdu. Yazın hayvanlar buzaladığı (doğurduğu) için süt çok olurdu. Kışın, süt üretimi daha az olurdu. Ankara’daki çalıştığı mandıradan süt mamülleri imalatını öğrenen Sütçü Mârem, çiftçiliğin yanı sıra yoğurtçuluk da yapmak ister. Eskiden Bolvadin’deki evlerin çoğunun kapısı bir atlı araba girecek kadar büyük ve geniş olurdu. Bu tür kapılara “borda kapı” denirdi. Bunların evleri de borda kapılı bir evdir. Evlerinin bu kapısının arkasına çamaşır kazanını kurar. Altına odunları doldurur. Komşulara, sütlerini kendisine satmalarını söyler. Evlerinde bir-iki sağılır ineği olan komşuları, sabahları sağdığı sütleri getirip verirler. Gelen sütleri kaynatan Muharrem Ağabey, İzmit’te astsubay olan kardeşi Mevlüt’ün getirdiği birer kiloluk cam kâselere sütleri doldurup yoğurt çalar. Bu yoğurtları, şehrin en kalabalık ticaret merkezi olan Çarşı Camii önüne götürüp satar. Günden güne bu işi çoğaltır. Daha sonra lokantalara, aşevlerine de vermeye başlar. Sütçülük, yoğurtçuluk, peynircilik işine bu şekilde “sıfırdan” başlamış olur

   ORTAĞINA  SÜTÇÜLÜK

Peynir, süt, tereyağı, çocuklar için olsun; yetişkinler için olsun mutlaka tüketilmesi gereken bir besin maddesidir. İçerisinde bulunan kalsiyum ve diğer maddeler, bilhassa kemikler için gereklidir. Sütü tüketmeden önce mutlaka iyice kaynatmak gerekir. Koyun sütünden yapılan taze peynirde “Brusella” denilen hastalık olabilir. Bu peynirlerin, en az üç ay buzhanede beklemesi gerekir. Çocukluk dönemlerimizde yokluktan; yumurta, peynir, tereyağı, et gibi vücudun ihtiyacı olan yiyecekleri yeterli şekilde yiyemedik. Gençlik yıllarımızda imkanımız oldu, yemek istedik bu seferde doktorlar: “Tereyağı yemeyin, et yemeyin, haftada sadece bir tane yumurta yiyin.” diye bizi devamlı uyardılar. Bu sefer de korkudan yiyemedik. Şimdi de bunun aksini söylüyorlar, bol bol yiyin, diyorlar. İnsan zamanla şunu öğreniyor: Bunlara kulak asmadan, Allah’ın biz kulları için verdiği her nimetten, aşırıya kaçmadan yememiz gerekiyor.

Sütçü Mârem, bu alanda daha büyümek için ortaklık yapmaya karar verir. Yıl 1964… Rahmetlik Sütçü Kadir Akgöl ile birlikte, Bekirağa Mahallesi’nin bitimindeki Kesik Çeşme’nin karşısına küçük bir süt işleme dükkanı açarlar. O gün için bütün sütçü dükkanları çeşmelerin yanındadır. Sebebi ise sütü soğutmak için suya ihtiyaç vardır. Burada süt alımı yaparlar ve peynircilik işine girerler. Büyük teneke kapların üstlerine kapaklı boğaz yaptırırlar. Bir arabacı tutarlar ve bu arabacı günlük olarak köyleri dolaşıp köylülerin koyun sütlerini alır getirir. Bu olay bir bahar süresince devam eder. Süt, kesilen, bozulan bir sıvıdır. Kesildiği zaman pek bir işe yaramaz. Bütün emekler boşa gider. Bir büyük teneke koyun peyniri 70 litre sütten olur. İnek peyniri ise 140-150 litre sütten olur. Süt toplama işi bitince sütler, altında ateşler yanan büyük bakır kazanların içine dökülür. Belli bir ısıya ulaşan sütler, tenekelere doldurulur ve mahalle çeşmesindeki hatıla (yalak) soğuması için konur. Burada ılıyıncaya kadar bekletilen sütler, tekrar bakır kaplara dökülerek mayalanır. Belli bir sertliğe gelip peynirleşen sütler, belli kalıplarda kesilerek tuzlu suyun içerisine atılıp yarım gün bekletilir. İyice kıvamına gelen peynirler tenekelere doldurulur. Şimdiki gibi tenekenin ağzını kapatacak pres baskı olmadığı için, teneke lehimcileri gelip tenekelerin ağızlarını lehimlerler. İçerisine katkı maddeleri katılmadan yapılan bu peynirler, buzhaneye gönderilir.

SULU  SÜT

Bir litre sütün içerisine, bir bardak süt döksek hiç belli olmaz. Bunu ancak sütçüler, sütün kıvamına bakarak bilirler. Sabah erkenden sütünü sağan kadınlar, bunu bekletmeden sütçüye götürüp satarlardı. Sütçünün elinde termometreye benzeyen bir âlet vardı. Şüphelendiği sütün içine bunu koyunca sütün sulu olup olmadığı anlaşılırdı. Bazen böyle olduğunda Sütçü Mârem, sütü getireni uyardığında kadın: “Sütün kabını çalkaladıydım.” diyerek durumu kurtarmaya çalışırdı.

Hz. Ömer zamanında, bir kızı olan dul bir kadın yaşarmış. Bu kadın, ineğinden sağdığı günlük sütle geçiniyor. Her gün sağdığı sütün içerisine bir tas su döküyor ve gidip satıyor. Bu olay kızının dikkatini çekiyor ve annesini bunu yapmaması için uyarıyor. Hz Ömer görürse ceza vereceğini söylüyor. Annesi: “Ömer nereden görecek!” diye kabul etmiyor. Kız da: “Ömer görmezse Allah görüyor.” der.  Bir müddet sonra, yaylıma çıkan inekleri akşam eve gelmez. Hemen bunu aramaya çıkarlar. Bir de bakarlar ki inekleri küçük bir su çukurunda boğulmuş. Kadın feryat etmeye başlar. Kızı: “Hiç ağlama anne!…Cezanı çekiyorsun. Her gün süte kattığın su, Allah tarafından bu çukurda toplandı ve ineğimizin boğulmasına sebep oldu.” der. Kadın hatasını anlamıştır fakat iş işten de geçmiştir. Kuyu kazan kendi düşer, köprü yapan kendi geçer.

   TEPSİ  YOĞURDU

Sütü mayalayıp, ilk olarak yoğurt haline getirenler Türkler olmuştur. Yoğurt, Avrupa’ya Orta Asya’dan yayılmıştır. Bütün dünyada, Türkçe kelime olan “yoğurt” adıyla geçer. Yoğurdun vücuda faydaları saymakla bitmez. Sütçü Kadir’le ortaklıktan ayrılan Muharrem Demirhan, kendi imalathanesini kurar ve peynirin yanı sıra yoğurt imalatına girişir. 1970’de önce tepsi yoğurdu, Bakkal Apıcık tarafından İzmir-Menemen’den trenle getirtilip satışı yapılıyordu. Sütçü Mârem, bu boşluğu doldurmak için kendisi imal etmeye başladı. Önceleri, askılara konan tepsi yoğurtları çocukları tarafından bakkallara, lokantalara dağıtıldı. Daha sonra, başlarının üzerine üst üste koydukları tepsileri bir cambaz edasıyla bisiklet üzerinde taşıyıp dağıtımını yaptılar. Bakkallara elinde küçük bir çinko kapla giden çocuklar, yolda bunu parmaklaya parmaklaya eve götürürler, geri kalanı evde mantının makarnanın, göce yuvalağının üzerine dökülür.

BİR  KALIP  PEYNİR

İhtiyaçlı olan kişilere sadaka-i cariyede bulunmak sevaptır. Toplumun, bu tür kişilere sahip çıkması gerekir. Her gün az da olsa sadaka verilmelidir. Bir günlük yiyeceği bulunan kişinin dilenmesi de haramdır. Rahmetlik Sütçü Mârem, fakiri fukarayı devamlı gözetir. Bir gün, vücudu sağlam bir adam gelir peynir ister. Gerekli yardım yapılır. Bu adam bunu alışkanlık haline getirince, bunu içeriye çeker ve neden çalışmadığını sorar. Adam, iş bulamadığını söyleyince onu imalathanede çalıştırmaya başlar ve bir kişinin asalak bir halde yaşamasını önlemiş olur.

ÇOCUKLUK  KORKULARI

Eskiden çocuk olmak çok zordu. Genellikle otoriter bir baba, eli maşalı bir anne olurdu. Ekonomik  şartlarından mı, usul-kural mı öyleydi bilemiyorum. Baba çocukla fazla ilgilenmez, sevmez, okşamaz, hatırını sormaz, çocuğun ruhsal durumuna göre hareket etmezdi. Çocuğun gözünde baba; sert, her şeye kızan, bazen döven, sadece eve ekmek ve yiyecek getiren kişi olarak görülürdü. Yaramazlık yapıldığı zaman anne: “Akşam gelince babana söyleyeceğim!” dediği zaman yaramazlığın bitmesi, babanın bir korku aracı olarak kullanıldığını ortaya koyuyordu. Baba geldiği zaman çocuklar evin bir köşesine sinerlerdi.

Çocukların, sokakta sınırsız oyun hürriyetleri vardı fakat evde hürriyetleri kısıtlıydı. Evde yapılan bir yaramazlık, korkutularak cezalandırılırdı. Bazen “Öcü geliyor!” Bazen “Dede geliyor!” Bazen “Gazana gaparın!” Bazen de “Donuma guyarın!” sözleriyle çocuklara korku verilmeye çalışılırdı. Çocuk saflığıyla bunların hepsine de inanırdık. Öğleden sonra okuldan gelen çocuk, anasından ekmek istediğinde akşamı beklemesi isteniyorsa, çocuk sokağa çıkıp hem ağlar hem de kapıyı taşlayarak: “Ekmek veeer!” diye bağırırdı. Ana da utancından susması için babası ile korkuturdu.

GECE  GEZMELERİ

Televizyonun bilinmediği dönemlerde komşu ilişkileri, akraba- dost ziyaretleri devamlı olurdu. Uzun kış geceleri sokaklar, birbirine misafirliğe giden kişilerle dolardı. Misafirlikte çay içilir, çay olmazsa bile gavurga gavrulur, veya gölle pişirilirdi. Böylece dostluklar pekiştirilir; dert alınır, dert verilirdi. Bazen  “Cin” den, “Peri” den bahsedilince, gece evlere korkuyla gidilirdi. Bu aptal kutusu televizyon evlere girdi; muhabbetler, dostluklar, dertleşmeler sona erdi. Hepimiz bunun esiri olduk.

Her evde, bakırdan yapılmış büyük kazan mutlaka olurdu. Bu kazan hem çamaşır suyu ısıtmaya yarar; hem de bulgur kaynatmak için kullanılırdı. Kazanın üst kısmı, odun ateşinden kalan isle hep simsiyah olurdu. Evimizin kilerinde ters çevrili duran kazan, bana devamlı korku verirdi. Çünkü yaramazlık yaptığımda, bu kazanın içine kapatılma korkusu verilirdi. Çamaşır yıkadığımız yerin ocağında, siyah bir torba bacadan aşağı sallı dururdu. “Bak, dede torba salladı!” diye korkutulurdum ve çok korkardım. Sonradan anladım ki, bu torba bacanın kurumunu temizlemek için kullanılıyormuş.

DONUMA  GUYARIN

Bizim, uzaktan biraz akrabamız olan Ayşa Aba ( Ayşe Abla) adında bir kadın vardı. Bize sık gelirdi., Uzun boylu, iri yapılı, biraz sert mizaçlı, otoriter, “Osmanlı” diye tabir edebileceğimiz bir kadındı. Geniş, lacivert çiçekli bir şalvar giyerdi. Evimizde herkes onu çok severdi fakat ben sevmezdim. O geldiği zaman korkuyla hemen bir köşeye sinerdim. Çocuk olarak biraz hareketlendiğim zaman: “Gözel dur! Yoksa donuma guyarın!” derdi. Aklım-fikrim çıkardı. Gerçekten de şalvarının içine koyacağını zannederdim. Çocukluk masumiyetiyle buna inanırdım. O donun içinde beni neyin beklediğini bilmezdim. İçinde ne var? Öcü mü var? Canavar mı var? Bilmiyorum. Şimdiki çocuklara aynı şey dense, sırıtarak: “Guy!.. Valla çok iyi olur!” diyeceklerinde eminim.

Çocuklar üzerinde, ana-baba ve toplum baskısı çok fazla idi. Bu, biraz muhafazakar toplum yapımızdan da kaynaklanıyordu. Çocuk; bir şey bilmez, anlamaz, yerine konurdu. Kişiliğinin gelişmesi için bir şey yapılmazdı. Ev içerisinde söz hakkı verilmezdi. Bu yüzden Bolvadinli olarak; pasif, silik, kendini ifade edemeyen, cesaretsiz, ürkek, “minareyi kaybetmek” istemeyen bir toplum olarak yetiştik. Şimdiki çocuklara baktığımızda da, bizim zıttımız olarak yetiştirildiğini görmekteyiz. Bu fazla özgürlükler de, çocuğu nereye götürür bilemiyorum.

HOŞ  SADÂ

Ölüm yokluk değil, hiçlik hiç değil, / Şu fâni dünyadan terhistir ölüm. / Kara toprak olup mahvolmak değil, / Maksûda kavuşmak vaktidir ölüm.” Her şeyin bir sonu olduğu gibi insan ömrünün de bir sonu var. Sütçü Muharrem Demirhan 63 yaşındadır. Bir müddet hasta yattıktan sonra hoş bir sadâ bırakarak, 25 Kasım 1993 Perşembe günü bu dünyadan ayrılır. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ