Bolvadin'in Temel Taşları

AŞÇI HACI MUSTAFA  (MUSTAFA KÖKSOY)

Yıl 1932…Bolvadin’de; sonradan muzip, şakacı, eli selek olacak bir çocuk dünyaya gelir. Bunun adı: Aşçı Hacı Mustafa’dır. Babasının adı Hafız Mehmet Emin Efendi olup, din görevlisi olarak vazifesini yapmıştır. Mustafa’nın; Ziya, Nurettin, Sadık diye üç erkek kardeşi ve üç de kız kardeşi vardır.

   Aşçı Hacı Mustafa; orta boylu, hareketleri yavaş olan birisiydi. Genelde çabuk sinirlenen, “öykecek” bir yapıya sahipti. Dudak tiryakisi olup, dudaklarının yan tarafında sigaranın olmadığı hiç görülmemiştir. Ancak su içerken, yemek yerken ve uyurken sigara içmediği söylenir. Bolvadin’in bekli de en bonkör insanıdır. Yedirip içirmeyi sever.

Mustafa Köksoy, ilkokulu bitirdikten sonra, Testici Hilmi Akçay’ın yanına girer ve askere gidesiye kadar kâranada (kârhâne) testi işlerinde çalışır. Ağabeyi Ziya’nın Eskişehir’de lokantası vardır. Bolvadin’de durmak istemez ve kardeşi Nurettin’le birlikte ağabeylerinin yanında çalışmaya başlarlar. Orada Bolu-Mengenli aşçılardan aşçılığın özelliklerini öğrenir. Dört sene orada çalıştıktan sonra, Bolvadin’e gelerek Emirdağ Caddesi başlangıcındaki Dırga’nın evin altındaki küçük bir dükkana aş evi açar. Daha sonra kardeşiyle birlikte, çarşı meydanındaki Gümüşağa’ya ait olan dükkanı kiralarlar. Burası büyük ve köşe bir dükkandır. Burada işlerini büyütürler ve şu anki Doğruer Market’in olduğu yeri alıp, üstünü sinema, altını lokanta yapıp oraya taşınırlar.

TESTİ  OCAĞI

Bolvadin’in çıkışında, Çay yolu üzerinde sol tarafta testi ocakları ve yirmiye yakın tuğla ocakları vardı. Bolvadin ve çevresinin testi ve tuğla ihtiyacını bu ocaklar karşılardı. Tuğla ocakları sadece yazın çalışır, testi ocakları ise daha uzun süre çalışırdı. Sadece insan gücüyle imalat yapılırdı. Testi ocaklarında, derme-çatma testi imalathane binasının yanı sıra, bir de bunları pişirmek için ocak bulunurdu. Sanatkârlar, testinin yanı sıra; boduç, hevik, küp, kandil de yaparlardı. Kurutmaya koydukları ürünleri daha sonra fırında pişirir, satışa hazır hale getirirlerdi.

Bunların yanında da tuğla ocakları vardı. Burada, genellikle gençlerin oluşturduğu işçiler çalışırdı. Çoğu da çocuk yaşta olurdu. Aile bütçesine katkı sağlayıp, harçlığını çıkarmak isteyenler, genellikle de babası “Hayatı öğrensin, okusun” düşüncesiyle gönderdiği çocuklardan -ben gibi-  oluşurdu… Buraya gönderilen çocukların yüzde doksanının okuduğunu gördüm. İçlerinden “bakan” bile çıktı. Yakıcı kızgın güneşin altında, dudaklar çatlamış; deriler kararıp pul pul kalkmış; yüzü gözü toz içinde kalmış; ellerine evlerinden getirdikleri eski çorapları geçirip, kızgın ocaktan tuğlayı alıp arabaya yükleyen çocuklar, tam anlamıyla hayatı öğreniyorlardı. Akşamleyin, yorgun fakat mutlu bir şekilde yayan olarak evlerine dönerlerdi. Bu zor işten sonra, bunları kimse iş için korkutamazdı. Zaten kül olmuş birini, ateşle korkutamazsın. İşte aşçı Mustafa’nın çocukluğu buralarda geçti. Hayatın her türlü zorluklarını gördü, işlerinde de bu yüzden başarılı oldu.

ADİL  HOCA

Testi ocağında devamlı çalışanların genellikle bisikletleri olurdu. İnce tekerli yabancı markalı bisikletlerdi. Bisikletlerin arkasındaki oturak yerinde, mutlaka heybe olurdu. Akşam ocaktan toplu halde dönenlerin çoğunun heybesinde, testi veya boduç olurdu. Kimisi evine götürür, kimisi de dostuna veya bir fakire hediye olarak getirirdi. Testi, bir aile için en lüzumlu aletti. Evlerde ve dükkanlarda terkos suyu yoktu. Sokak çeşmesinde su, bunlarla taşınırdı. Sokak çeşmesinden deyince, aklıma rahmetlik Gız Mêmet ve Hasan Hüseyin (Makaryos) geldi. İkisi de temiz, garip insanlardı. Çalışacak durumları olmadıkları halde, kimseye el açmamak için, bazı yabancıların evlerine ve kahvelere sokak çeşmelerinden devamlı su taşırlardı. Yaz-kış, çeşmeden akşama kadar kahveye su taşımak için, pantalonlarının yan tarafları hışır olurdu. Karşılığı ise üç-beş kuruş ve iki bardak çay…Şimdi, vücudu sağlam olup da başkasına el açanlar bir daha düşünsünler.

Testi ocaklarının yanında, Tellioğlu’nun Kuyu ve Adil Hoca’nın bağı var. Yıl 1967…Tuğla ocaklarında en az yirmi kişi çalışıyor. Yaz günü, hava çok sıcak… Hepsinin de ciğerleri yanmış, dilleri bir karış dışarıya çıkmış. Arada bir, Adil Hoca’nın bağa iki kişi gidiyor ve oradan kimse görmeden üzüm alıp geliyor. Buz gibi üzümleri hepsi de yiyorlar. Adil Hoca bakıyor, her gün üzümler eksiliyor. Bir gün, kimin aldığını görmek için oraya saklanıyor. Çalışanların içinde, bir ayağı topal olan kişi ve gözleri pek iyi görmeyen bir kişi daha var. Patronları bunlara: “Siz ancak bir adam edersiniz, sepeti alın da, Adil Hoca’nın bağdan üzüm getirin.” der. (Kul hakkına girmemek için isimleri vermiyorum.) Bir ayağı topal olan, gözü zayıf olanın sırtına biner ve yola çıkarlar. Sırta binen topal, öbürüne yön gösterir. Biraz sonra: “Sağa dön!.. Sola dön!.. Adil Hoca’nın bağa dön!” der ve bağa girerler. Orada pusuda yatan Adil Hoca, bunları yakalar. Haram malın kötülüklerinden bahsedip, nasihatlarda bulunur. Kendi eliyle üzümleri toplayıp sepete koyar ve bunlara verip, afiyetle yemelerini söyler. Helâlin hesabı, haramın da azâbı vardır.

Asr-ı  Saaadet’te Allah yolunda sefer yapmış, üstü-başı tozlanmış bir adam, avuçlarını havaya açmış: “Ya Rabbi!.. Ya Rabbi!..” diye yalvarıyor. Efendimiz: “Halbuki, bunun yediği, içtiği giydiği haram. Böylesinin duası nasıl makbul olur!” buyurur. Aman dikkat!

KONYA  LEZZET

1964 yılı…Hacı Mustafa, çarşı merkezindeki büyük köşe dükkana, kardeşiyle birlikte  taşınır. Yemekleri kuzinede pişirip, soğumaması için odun kömürü yanan büyük mangalın üzerine koyarlar. Yemekler çok lezzetli olmaktadır. Et yemekleri çok çeşitlidir. Günlük on beş kilo etle başladıkları yemekleri, zamanla yüz elli kiloya kadar çıkarırlar. Çevre ilçelerden, bunların yemeklerini tatmak için gelenler olmaktadır. Ayrıca, yemekler bolkepçedir. Buzdolabının bilinmediği dönemde, şehirde ilk defa vitrin buzdolabını getirirler.

Konya’dan İstanbul’a giden otobüsler, devamlı bunların lokantanın önünde durup, mola verirlerdi. Bir gün, Konya’ya gidecek olan bir otomobil, yemek için lokantanın önünde durur. Lokanta kapısında, önü beyaz önlüklü, sol omzunda tülbente benzer bir beyaz bir bez bulunan lokanta elemanı, otomobilden inenleri lokantaya davet eder. Bu kişiler davet üzerine lokantaya girerler. Yemeklerini yedikten sonra, bunlarla tanışırlar ve yemekleri çok beğendiklerini söylerler. Adamın İstanbul-Sirkeci’de lokantası varmış. Adı da: “Konya Lezzet Lokantası” imiş. Bunlara lokantalarının adını sorar. Bunlar da henüz adını koymadıklarını söylerler. Adam, kendi lokantasının adını koymalarını söyler. Bunlar da vitrin camına: “Konya Lezzet Lokantası” adını yazdırırlar.

 YETİMLER

Rahmetlinin sadece bir kızı vardı. Çocukları da çok severdi. Lokantasında çalışan elemanların çoğunluğunun babası yoktu. Hep yetim çocuklardı. Gevşek tükürüğün sakala zararı vardır. Bazen disiplinli ve sert olmak gerekir. Çalışanlarını kollar gözetir, gerektiği yerde sanki bir baba gibi de döverdi. Hatasını bulup kızdığı, bağırdığı çocuğu biraz sonra masaya oturtur, önüne kaymaklı tatlıyı kor, nasihat ederdi. Cebine de harçlığını koyardı. Lokantaya gelmeyen elemanını araştırır, gerekirse taksi tutup, gidebileceği bir yerden bulur, alır gelirdi. Dost, dayanılmaz olduğun gün bile, sana dayanabilendir. Yetmeyeni yetirir, bitmeyeni bitirirdi. Çalışanlar da kesinlikle saygıda kusur etmezlerdi. İşyerinde çalıştırdığı elemanların hepsi, kendi branşlarında memur-âmir oldular. Sevabın nereden nasıl geleceği belli olmaz.

HAC  ORGANİZASYONU

1968 yılında, Bolvadin’de hac organizasyonu yapan yoktur. Afyon ve Emirdağ’da bulunan şirketler Bolvadin ve çevresinin hacıları götürmektedirler. Hacı Mustafa Köksoy, Emirdağ’da bulunan “Sağlamlar” la irtibata geçip, o şirket adına hacı toplamaya başladı. Topladığı hacıların fotoğraflarını, kadınları yüzünü örterek lokantanın camına asardı. Gelip geçen, hacca gidecekleri incelerdi. Gönlü hep hacı olmayı arzu edip de gidemeyenler, gideceklere imrenerek bakarlardı. Bolvadin’in hacıları, Emirdağ’ında bulunan, “Sağlamlar” ve “Emeksizler” şirketleriyle giderlerdi. Ayrıca, o zamanın otobüslerinde yeterli bagaj olmadığı için, hacıların eşyalarını kamyonlar götürür, getirirdi. Kamyonlar genellikle Bolvadinlilere ait olurdu. Hacı Mustafa Köksoy da bu hacılara refakat ederdi.

   URFALI  ŞOFÖR

Hacı Mustafa Ağabeyin en büyük özelliği bonkör olmasıydı. Yedirmeyi içirmeyi sever, ihtiyaçlı olanın ihtiyacını görürdü. Günde en az on-on iki gariban, lokantasında yemek yerdi. Bunların önüne, kendi eliyle çorbasından tatlısına her şeyi kordu. Evine gelen misafiri de çok severdi. Habersiz gelen misafirler için hemen fırın eti hazırlar, kaymaklı kadayıfla birlikte evine gönderirdi.

Yıl 2014…Emekli öğretmen Abdülkadir Ertürk’ün kızı, Urfa’da öğretmen olarak görev yapıyor. Abdülkadir Hoca da, kızını ziyarete gider. Bir hafta Urfa’yı gezer dolaşır. Evde otururken canı, Bolvadin’in mis gibi kokan etli pidesini çeker. Bazı şehirlerde yapılan pidenin incecik, bazı şehirlerde de çok kalın yapıldığını bilmektedir. Bolvadin’deki lezzeti bulamayacağını bile bile, evdekilere pideciye gitmelerini teklif eder. Onlar da memnuniyetle kabul ederler.

Çarşıya gidip bir pideciye girerler. Pidelerinin yanında, beyaz bakır maşrapa içindeki bol köpüklü ayranlarını da içerler. Yan taraflarında, kasanın başında yetmiş yaşlarında bir adam oturmaktadır. Adam, yemekten sonra bunları yabancı görür ve bir de çay söyler. Çaylar içilirken nereli olduklarını sorar. Bunlar, “Afyon-Bolvadin”, deyince adamın gözleri faltaşı gibi açılır ve başlar anlatmaya: “Oranın ben taşına, toprağına kurban olayım. Ben kamyon şoförlüğü yaptım. Bir gün yükü sarıp Konya’dan İzmit’e gitmek için yola çıktım. Taşıma ücretini malı indirince alacaktım. Yolda araba arıza yapınca, tamir ettirdim. Cebimde sadece bir paket sigara parası kalmıştı.

Bolvadin’e gelince, sizin oradaki meydanlığa durdum. Karnım da çok acıkmıştı. Sigara mı alayım, yoksa şuradan bir çorba mı içeyim, derken, lokantanın kapısına dikilmiş, ünü önlüklü ağzında sigaralı bir adam bana seslendi. Adının Mustafa olduğunu söyledi. Benimle ilgilendi ve ona durumu anlattım. Beni içeriye davet etti. Çorbayı içtim, kalkacağım sırada kavurma et geldi, arkasından kaymaklı tatlı geldi. Masaya da iki paket sigara kondu. Ben şaşkınlık içerisindeydim. Kalktım, parasını dönüşte vereceğimi söyleyince, ‘Tamam, parası ödendi. Kazasız git!’  diyerek beni salavatladı. İzmit’e varasıya kadar o adama dua ettim.” der ve Abdülkadir Hoca’dan da pide parasını almak istemez. Hoca da ısrar eder ve ücretini öder. “İyilik et, denize at!” demişler. O seni bir gün buluyor.

ŞAKANIN  SINIRI

Rahmetli Mustafa Köksoy farklı bir insandı. Bazılarını kızdırıp sövdürünce hoşuna gider neşelenirdi. Sonra bunları masaya oturtup yemek ikram ederdi. Herkes bunun huyunu bildikleri için, onun takılmasını, sağa-sola çatmasını, kimse ciddiye almazdı. Sinirli bir yapısı vardı. Zannedersem, üzerindeki öfkeyi atmak için böyle yapardı. Lokantanın karşısındaki Yazıcılar’ın Han’ı, Gart Musa’nın Gadir işletirdi. Orada bir de, alt tarafı tutmayan “Gedilli Mevlüt” adında, sakat değnekleriyle zor yürüyen gariban bir kişi vardı. Devamlı, karnını lokantadan doyururdu. Lokantaya gelmediği gün, bir ekmeğin arasına et veya köfte doldurulup ona gönderilirdi. Bir gün Hacı Mustafa’ya “Hacı Ağa beni ever!” dedi. O da : “Olur evereyim. Sana az kullanılmış birini bulalım.” dediği zaman o da: “Az kullanılmış olmasın, çok kullanılmış olsun da zahmet çekmeyeyim.” dedi. Odun kesen Bayram’a da: “Bacın da sen gibi güzeldir. Bacını bana ver.” der yürürdü. Arkasından o da, küfürü sallardı. Rahmetli de içinden gülerek uzaklaşırdı.

BAKKAL APICIK

İlçemizin en tanınmış esnaflarından birisi de Bakkal Apıcık’tı. (Mustafa YALÇIN) Kime sorsan onu tanırdı. Çok açık sözlü, sert bir insandı. En son söyleyeceğini, en baştan söylerdi. Çok açık sözlü olduğunu herkes bildiği için “ap açık” lakabı takılmıştı. Bu lakap zamanla “Apıcık” a dönüştü. İşinin aşığı bir adamdı. Çalışmayı, para kazanmayı çok severdi. Sabah namazından çıkınca hemen dükkanını açardı. Seksen sekiz yaşında iken, sabah namazından çıkıp dükkanını açarken vefat etti. Dükkanına giren bir çocuğa, hemen sağ elinin avucunu açıp sert bir şekilde: “Ne alcan?” derdi. Dükkanı, bugünün büyük marketleri gibi çalışırdı. Hacı Mustafa Ağabey de alış-verişi buradan yapardı.

Aşçı Mustafa, diğer komşularına takıldığı gibi, Bakkal Apıcık’a da takılmayı severdi. Bir gün gözüne kestirdiği bir kişiyi yanına çağırıp eline para verir ve: “Git Apıcık’tan iki yüz elli gram davul tozu al!” der. Adam gider, biraz sonra geri gelir ve: “Davul tozu yokmuş!” der. Adamı tekrar yollar ve bu sefer: “Yarım kilo minare gölgesi al gel!” der. Adam gider ve tekrar lokantaya gelmeden, Apıcık içeriye kızgın bir şekilde girerek buna söver-siler. Hacı Mustafa’da arkasını döner ve bıyık altından kıs kıs güler.

Apıcık’ın Oğlu Abdullah, oğlu Rüştü’yü evlendiriyor. Hacı Mustafa’yı da davete okurlar fakat mazereti olduğu için gidemez. Çarşıda gezen fakir fukaradan yirmi kişiyi toplayıp, iki at arabasına doldurur. Bunlara: “Apıcık’ın davete okundunuz.” diye davet evine gönderir. Davetliler dağılırken bunlar varırlar. Yemekler yenip bitmiştir. Bunların geldiğini gören Abdullah Ağabey şaşırır ve hemen yemek pişirtip bunlara ikramda bulunur.

   ŞEKER

Yaş ilerleyince insanın başına çeşit çeşit hastalıklar musallat oluyor. En çok da şeker hastalığı ortaya çıkıyor. Rahmetli de son zamanlarda şekere tutuluyor. Şeker gibi adam 28 Kasım 1992 Cumartesi günü, altmış yaşında iken son nefesini veriyor. Allah gani gani rahmet eylesin… Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ