Bolvadin'in Temel Taşları


DUZCU  ABDULLAH 
(ABDULLAH  GÖKER)

 

  “Duzcu Abdullah” veya “Gurugâveci Abdullah”…1916’da Bolvadin’de doğdu. Terzi olan babası Osman Efendi, Abdullah iki yaşlarındayken Çanakkale’de şehit olmuş. Evin tek çocuğu… Medresede öğrenim görmüş ve Osmanlıca’yı öğrenmiş. Yeni alfabeye geçildikten sonra okula gitmemiş. Bütün yazı işlerini Osmanlıca yapmış. Genç yaşta ticarete atılmış. Kitaba ve okumaya merakı yüzünden, kitapçı dükkânı açmış. Kitap satışı yaptığı gibi, okunup geri getirilmek şartıyla kiralık kitap da verirmiş. Daha sonra bakkallığa yönelmiş.

ABDULLAH GÖKERAbdullah Amca; uzun boylu, normal kiloda, bıyıklı, devamlı güleryüzlü bir kişiydi. Yumuşak huylu idi. Kimseyi kırmak istemezdi. Elinden geldiğince herkese yardımcı olmaya çalışırdı. Nüktedan bir yapıya sahip olup, bazen kinayeli konuşurdu. Ölüyü bile gıdıklayan bir tipti. Gereksiz konuşmayı sevmez, gereksiz laflara da “püsür yârenlik”, derdi. Terazi ile tartımlarda, kefenin müşteriden taraf olmasına dikkat ederdi. Toplum adamı idi. Her cenazede, bilhassa fakirlerin cenazelerinde bulunmaya gayret ederdi.İlçemizin; ölüsü, dirisi, delisi ondan sorulurdu.

Okumaya, okutmaya, ilim öğrenilmesine çok önem verdi. Biri kız, dört çocuğu oldu. Oğullarından Lütfü ve Osman üniversitede öğretim görevlisi oldular. Küçük oğlu Mehmet Ali öğretmen oldu. Devamlı şekilde çocuklarına, sonradan mezar taşına da yazılacak olan: “Oğlum, çalışmasını ve okumasını bilen insanın canı sıkılır mı hiç!”diyerek nasihatte bulunurdu.

 

KAYBEDEN İYİLİK OLUYOR

Şu yaşadığımız kısacık ömrümüzde iyilik yapmak kadar güzel bir şey yoktur. Abdullah Amcada kendini iyiliğe adamış bir kişidir. Kendi cebini ve çıkarını düşünen, topluma hiçbir katkısı olmayan insanlara acırdı. Toplumda “nemelâzım”cıları sevmez: “Faydasız baş, kabire yakışır. İnsan ya iyiliğe yaramalı, ya kötülüğe…iki özelliği de olmayan bu dünyaya yakışmaz.”, derdi. Suya sabuna dokunmadan, ot gibi, sinsice, kurnazca, sadece kendi çıkarları etrafında dönen hayattan hoşlanmazdı.Yardımlaşmada ‘iyi-kötü’ ayırımı yapmadan herkese yardımcı olmaya çalışırdı.

Abdullah Amca’nın ortanca oğlu Osman Hoca, gençlik yıllarında gece evlerine giderken, önünde yalpalayarak giden bir sarhoş görür. Yollar karanlık ve çamurdur. Sarhoş adam, yol kenarına kazılmış olan, kendi boyunu aşan çukura düşer. Osman Hoca bakar, her zaman topluma zarar veren bir kişi…“Aklı başına gelsin”, diyerek, sarhoşu çukurdan çıkarmadan evine gider. Evde babasına durumu anlatır. Babası hemen üzerini giyinip sarhoşun düştüğü yere gider ve adamı çıkarır.

Gene bir gün, pek sevilmeyen “çift-çubuk” sahibi iki kişi, çarşının ortasında alacak-verecek yüzünden şiddetli kavgaya tutuşmuşlar. Herkes başlarına toplanmış fakat: “Ellemeyin, yisin birbirini deyuslar!”, diye kimse ayırmıyormuş. Araya Abdullah Amca giriyor ve alacaklının parasını kendi cebinden ödüyor, kavga önleniyor. İş bununla bitmiyor. Bunlar birbirlerini mahkemeye veriyorlar. Hâkim lüzum üzerine Abdullah Amca’yı da çağırıyor. Hâkim: “Devlet bu gibi edepsizlerin hakkından gelemiyor, sen mi geleceksin! Bu sana ders olsun.” diyor. Böylece ödediği para da gidiyor. Kaybeden iyilik oluyor.

 

   GAZYAĞI

Abdullah Amca, ortağı Süleyman’la birlikte işlettikleri bakkal dükkânında, ağırlıklı olarak; tuz, kahve, sabun, gazyağı, kil satıyor. Bolvadin’e elektrik 1938’de geliyor. Evine-dükkânına çok az kişi bağlattırabiliyor. Herkes bulabilirse gaz lambasında gazyağı yakıyor; bulamazsa “haşgeş yağı” yakıyor.

Yıl 1942…Bolvadin’e gazyağı büyük varillerle sınırlı şekilde geliyor. Şimdiki Ziraat Bankası’nın olduğu yerde, Gemiciler’in yakıt istasyonu var. Orada da sadece gazyağı satılıyor. O gün için tek-tük bulunan motorlu taşıtlar da gazyağı ile çalışıyor. Kıtlık yılları… Ekmek, şeker ve gazyağı herkese karne ile veriliyor. Günlük, sınırlı sayıda veriliyor. Komşunun komşuya “ateş” almaya gittiği günler…“Yamamayınca giyilmez, yalamayınca doyulmaz.” zamanı…

Abdullah Amca ve ortağı, ‘Eşimizi-dostumuzu gönülleriz’ düşüncesiyle, kaçak dört teneke gazyağı alıyorlar. Kimse şüphelenmesin, diye de komşu dükkân sahiplerinden Helvacı Lômen (Numan) Usta’nın ve kardeşi Muhittin Usta’nın dükkânına saklıyorlar. Bunu gören bazıları ihbar etmişler. Gaz tenekeleri yakalanınca, dördünü de hapse atıyorlar. Bunlar kaçakçılıktan, komşuları yataklıktan üçer ay hapis yatıyorlar. Hapisten çıktıktan sonra,dükkân mühürlendiği için açamıyorlar. Bir müddet daha mühürlü kaldıktan sonra açmalarına izin veriliyor fakat her şeyi sıçanlar yiyor. Bazı kişiler ise, “Dükkanda sıçanlar sağılır hale geldi.”, diye alay ediyorlar. İşte böyle bir toplum…

 

   KEFİLLİK

Bolvadin’in son seksen yılına baktığımızda; esnafın faizle, kefillikle, bankayla, ipotekle iş yapmaya çalıştığını görüyoruz. Bataklık gibi…Faize bir giren bir daha yakasını kurtaramıyor. Ne “onuyor” ne ölüyor. Genellikle faiz yüzünden çok ocaklar sönüyor. Çoğunlukla da herkes birbirine kefil oluyor. Yani, al gülüm, ver gülüm…

Abdullah Amca’nın yaşadığı dönemlerde de banka faiziyle iş yapan esnaf pek çoktu. Abdullah Amca da iş görmeyi seven, kurnazlık hilekârlık bilmeyen, iyi niyetli, erdemli bir kişiydi. Bankaya yatacak parası olup da parayı denk getiremeyenlere: “Benimkisi denk gelmiyor, bâri sen sıkıntıdan kurtul.”, diyecek kadar fedakârdı. Ölünün vekili, dirinin kefili idi.Rahmetlik hanımının: “Benim adam, sabahleyin iki yumurta atar çarşıya çıkar; akşama kadar da imza atar.”, dediği rivayet edilir.

1952’de esnaf kefalet kooperatifi kuruluyor. Kurucusu Fevzi Taktak olup, Abdullah Amca’da yönetimde yer alıyor. Amaç, düşük faizle kredi verip esnafı kalkındırmak…Kredi alan esnafın çoğuna kefil oluyor. Belli bir süre sonra müfettiş geliyor. Senetlerdeki kefillik bölümünde hep bunun adını görünce oradakilere,“Bu adamın fabrikası mı var?” diye soruyor. Oradakiler de, küçük bir esnaf olduğunu söyleyince bunu çağırtıyor ve gerekli nasihatları yapıyor.

 

   VERESİYE

O dönemlerde veresiye olayı çoktu. “Haşgeş veresiye”… “Pancar veresiye…” “Harman veresiye…” diye. Çünkü kimsenin cebinde para yoktu. Esnafın çarkı ancak böyle dönerdi. İhtiyacını alan kişi çıkarken: “Sinek sıçmadık bir yere yaz!” derdi. Abdullah Emmi de, bildik bilmedik herkese dükkânından veresiye mal verirdi. Daha doğrusu “mahşer veresiye” verirdi. Çok kişi borcunu getirmezdi. Bütün fakir köylüler dükkanına gelir, heybelerini bırakır, alış-veriş ederlerdi. Alacaklılarından ölenler olursa, geride kalanlara borcunu söylerdi. Borç bir ay içinde gelmezse, hesap defterinin o kısmına bir çarpı atar, ortasına da büyükçe yuvarlak çizer ve içine “cicoz” yazardı. “Ödenmedi ama helal olsun.” anlamındaydı.“Bu dünyada bazıları para demetler, bazıları da dost demetler.”derdi.

 

   HELÂ

   “Ada” yıkılmadan önce, Çarşı Camisi’nin karşısında sıra dükkânlar vardı. Bunlar, bakkal dükkânlarıydı. Köşede Muammer Bülbül, yanında Muammer Koca, onun yanında Apıcık ve yağcı Hasan Gemici… Bu binaların arkasında da Yenihüseyinler, Tuzcu Abdullah ve Pideci Ahmet Kösem vardı. Bu dükkânlar, dar bir aralıktaydı. Yenihüseyinler’in dükkanında iğneden ipliğe ne ararsan bulabilirdiniz.

Aralığın başında ise, Dondurmacı Çakıcı (Kadir) Emmi vardı. Kadir Emmi, orta boylu, yuvarlak dolgun hatlı, saçları dökülmüş, yarı beyaz sakallı, güleç yüzlü bir insandı. Rızık için, muhannete (alçak-namert) muhtaç olmamak için, soğukta-sıcakta, karda-yağmurda çalışırdı. Tepsi içerisinde şamtatlısı satardı. Ayrıca, yazın dondurma, kışın kestane ve kavrulmuş nohut satardı. Tezgâhta müşteri olmadığı zaman ya dua okur; ya da ağızlığına özenle taktığı sigarasını savurttururdu.

1972 yılında “Ada” ile birlikte Çarşı Camisi’nin karşısındaki dükkânlar da yıkıldı. Bu dükkânların yerine belediye helâ yaptı. Abdullah Amca bundan rahatsız oldu. Helâdan çıkan donunu toplayamayan yaşlıları, hastaları, oradaki akasya ağacının altına götürür, donunu, içini dışını düzeltirdi. Boş zamanlarında, kapısının önündeki sandalyeye bir ayağını altına alarak oturur, kahve ile birlikte sigarasını tüttürürdü. Önünden geçerken “Nasılsın?” diye hatır soranlara: “Milletin osdurağını saydırıyorlar…”, diye muzipçe cevap verirdi.

 

   GEÇİMSİZLİKLER

Bugün için toplumumuzun en büyük yarası aile içi huzursuzluk ve boşanmalardır. Ölçüsünü bilmeden lüks hayat yaşama isteği, “pışpış” la büyütülen gençler, aile büyüklerinin genç evlilere gereksiz müdahaleleri aile içinde faciaya dönüşmekte ve boşanmalar çoğalmaktadır. Önceleri evlilikler ‘nasip’ üzerine oluşurdu. Şimdi ‘nakit’ üzerine oluşuyor. Eskiden, her evlenen elli kişiden sadece birisi-ikisi boşanırken; bugün için evlenen üç kişiden birisi boşanmaktadır. Bu da toplumda büyük yaralar açmaktadır. “Sevdiğini alamadıysan, aldığını seveceksin.”

Zamanın birinde bir kız, anasının evine kaçak gitmiş. Anası: “İyi kızım gelmişsin de, hayvanın yemeni suyunu vermiş miydin?” demiş. Kız: “Vermedim.” demiş. Anası da: “Hadi, yemini ver gel, aç kalmasın hayvan.” demiş. Kız yem vermek için gidince, anası kapıya kilidi takıp kaybolmuş. Kız biraz sonra gelmiş bakmış ki kapı kilitli… Beklemiş beklemiş, anası gelmeyince evine geri dönmüş. Bu gün için de, böyle analar lazım.“Okumayı bilmeyene dokuz hoca az; / Geçinmeyi bilmeyene dokuz koca az.”

Rahmetlik Abdullah Amca’nın özelliklerinden birisi de, ailede huzursuzluk yaşayanları birleştirirdi. Bu sorunun çözümü ve selameti için, maddi manevi desteklerini esirgemezdi. “Eciri zayi olur.”, diye kimseye de söylemezdi. Problem oğlanda ise, onu dükkânın bir tarafına çeker, nasihat ederdi. “Evlilik, namaz ibadeti gibidir. Niyet ettin mi sağa sola bakılmaz!”

Eskiden, toplum sorunlarına eşraf sahip çıkardı. Eşraf, ekonomik dengenin olduğu kadar, sosyal dengenin de şuurunda idi. Bugün, aile düzeni bozuk olanlara müdahale etmek istediğinizde: “Bizim aile hayatımıza ne karışıyorsunuz?” diye azarlanıyoruz.

Rahmetli, neşeli, şen-şakrak, gam-kasavet bilmeyen matrak bir adamdı. Hayata hoşgörü ve neşe penceresinden bakardı. Bazen takıldığı kişiler de, bunu hoşgörü ile karşılarlardı. Büyük hamamın yanındaki dükkânını çalıştırırken, sabun almak için gelen yeni damatlara: “Dolu musun, boş musun? Doluysan hamam parası benden…” diye takılırmış. Zenginin birisi her gün bunun dükkâna gelir, zamanlı zamansız kantarda tartılır gidermiş. Bu izansız zengine bir gün: “Hacı yengemin kantarı, seni bizim külüstür kantardan daha iyi tartar.”, demiş. Adam da, vakitli vakitsiz tartılmaya gelmekten vazgeçmiş.

 

   BERDUŞ

1963 yılı…“Berduş” adında 30-35 yaşlarında bir kabadayı vardı. Cebinde bıçaksız gezmezdi. Önüne gelenle kavga ederdi. Kavgaya başladı mı, dînî değerlere de küfrederdi. Çevresindekiler küfürleri duymamak için olaya karışamaz, kaçışırlardı. Bu çirkefe kimsenin de gücü yetmezdi. Esnafı korkutmuştu. Dükkânlardan istediğini alır, çok zaman parasını vermezdi. Topluma “İllallah!” dedirtmişti.

Helvacı Numan (Lômen) Ustanın, yıkılan “Ada”da bulunan dükkânı, lokanta vazifesi görürdü. Helva, sucuk, tahin, pekmez satar, bunları düz pideyle yedirirdi. Tarikat ehli, saf, iyi niyetli, çalışkan, kendi halinde birisiydi. Dükkânı da, Tuzcu Abdullah’ın aralıktaki dükkânına doğru bakardı.

Numan Usta, gece geç vakit dükkânını kapatmak için hazırlık yaparken, Berduş gelir ve karnını doyurmasını ister. Üstelik de sarhoştur. Usta: “Tezgahı kapattık.”, der. Berduş ısrar eder, Numan Usta karşı çıkar. Durumun kötüye gittiğini gören dükkân çırağı, doğru Tuzcu Abdullah’a koşup haber eder. Abdullah Amca helvacı dükkânına gelir. Numan Usta’ya: “Sen şöyle bir dur!” der. Sen ne istiyorsun, diye Berduş’a sorar. Berduş: “Karnım aç. Yüz gram tahin, elli gram pekmez.” der. Hemen tahin, pekmez karılıp önüne koyulur. Bunları yedikten sonra da yüz gram sucuk ister. Numan Usta: “Ocağı söndürdük, temizledik.”der. Abdullah Amca; sucuğu tartar, islimi yakar, dığanda sucuğu pişirir ve önüne koyar. Berduş, çıkarken hesabı öder çıkar. Hesabı ödediğine Numan Usta şaşırır. O gün muhtemelen bir cinayet önlenmiş olur.

Berduş, birkaç gün sonra Gıllaklar’ın Han’ın önünde bir kişiyle kavga eder. Karşısındaki kişi de babayiğit bir kişidir. İkisi de bıçakları çekerler, kavgaya tutuşurlar. Berduş, boynuna, şah damarına bir bıçak darbesi alır. Kan fışkırmıştır. Eliyle boynunu tutarak kaçmaya başlar. Ada’yı dolanır, tam Numan Usta’nın dükkânın önüne gelir ve oraya yığılıp ölür. Evimiz çarşı içinde. Ben olayı duyduğumda oraya koştum. Etrafını halk sarmış, ibretle bakıyorlardı. Ben de meraktan görmek istedim. Küçük olduğum için boyum yetmeyince, Çarşı Camisi’nin giriş kapısına çıkıp baktım.(O zaman Çarşı Camisi’ne dört basamakla çıkıp girilirdi.Yol yükselince merdivenler kayboldu.) Üzerine hasıra benzer bir şey örtmüşlerdi. “Kimvurduya” gitti. Cenaze namazına giden de olmadı.“Kötülükle gâlip gelen mağluptur. Bazı insanlar var ki; bozuk paradan daha bozuk…”

 

   EMR-İ HAKK

Her şeyin bir sonu var. İnsan hayatı da bir gün sonlanıyor. Belli bir yaşa gelen kişi artık ahireti düşünmeye başlıyor. Tuzcu Abdullah, ölmeden yirmi sekiz gün önce de vasiyetini hazırlayıp, malının nasıl taksim edileceğini açıklayan bir mektup bırakıyor. Malının bir kısmını Bolvadin’deki 7 ilkokul ve müftülük binasına bırakıyor. Çocuklarına: “Kul borcumun bittiği gün, dünyada işimin bittiği gündür.”, diyor. Devamlı da: “Taksiye bindiğim gün öleceğim.”, diyor.

28 Nisan 1979 Cumartesi…Abdullah Amca 63 yaşında ve hasta-sökel değil… Bolvadin dışında olan çocukları da o gün ziyaret amaçlı Bolvadin’e geliyorlar. Horan Parkı’nda piknik yapmaya gitmeye karar veriyorlar. Abdullah Amca, hanımı, torunları, oğullarının taksisi ile gidiyorlar ve akşama kadar piknik yapıp neşe içinde evlerine dönüyorlar. Abdullah Amca, her zaman oturduğu evin köşesindeki mindere oturup torunu Bahadır’ı severken, bir “hık” sesi geliyor ve Rahmet-i Rahman’a kavuşuyor. Cebinden çıkan cüzdandaki kağıtta şu not bulunuyor: “Ya Rabbi!.. Zeval verme gözüm ile dizime, muhtaç etme oğlum ile kızıma.”  Allah gani gani rahmet eylesin. Ruhuna Fatiha.        N.Sait EKİCİ