Bolvadin'in Temel Taşları

 

 ÇARIKÇI GOCA ÜSEYİN  (HÜSEYİN KOCAASLAN)

Hüseyin Kocaaslan, 1916’da Bolvadin’in Kestemet Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Çiftçilik yapan babasına “Devecinin Mustafa” derlerdi. Yıllarca çarıkçı ustalığından sonra, hazır ayakkabı satış işine girdi. Hayatının son gününe kadar çalıştı. Çevre köylerdeki koyun yetiştiricileriyle koyun ortakçılığı yaptı.

Çarıkçı Koca Hüseyin; uzun boylu, sağlam vücutlu bir kişi idi. Bazen vurdumduymaz, bazen hoşgörülü, bazen de sinirli olurdu. “gart sesli” olup, konuşurken gürültülü konuşurdu. Başkasına şaka yapmaz fakat kendisine şaka yapıldığında hoşgörülü davranırdı. İsrafı sevmez, parasının hesabını iyi yapardı.

DEVECİNİN MUSTAFA

Türk’ün düşmanı, günümüze kadar hiç eksik olmamış ve düşmanlıkları bugüne kadar da hız kesmeden devam etmiştir. Osmanlı, topraklarını korumak adına, görünen ve görünmeyen düşmanlarla yıllarca savaşmak zorunda kalmıştır. Kendi vatanında yaşayan gayrimüslimlere hoşgörü kucağını açmış, onlarla dostâne yaşamıştır. Osmanlı’da Müslüman Türk, savaşlar dolayısıyla sekiz ile on üç sene arasında askerlik yapar; Hıristiyan, Yahudi, askere gitmezdi. Aynı mahallede büyüyen iki gençten Müslüman Türk olanı vakti gelince askere gider; Yahudi, Ermeni, Rum olan arkadaşı askere gitmez; evlenir, çocuk-çoluk sahibi olur, işini kurar zengin olurdu. 30-35 yaşında askerden gelen Türk, mahalle arkadaşı Yorgo’nun, Corc’un yanında işçi olarak işe başlardı. Bu yüzden Osmanlı’nın zenginleri bu azınlıklardan çıkardı.

Çarıkçı Koca Hüseyin’in babası Devecinin Mustafa Amca;  Osmanlı-Rus, Balkan, Çanakkale, Yunan işgaline ve Kurtuluş Savaşı’na tanıklık etmiş; esaretin acılarını çekip, kanla yazılan özgürlük destanlarını bizzat yaşamıştır. On dört yıl boyunca pek az izin kullanmış, cepheden cepheye koşmuştur. En son katıldığı Kurtuluş Savaşı sırasında sırtını üşütür ve zatürre olur. Çadırda tedavi görür fakat iyi olamayınca  teskeresini verirler ve Bolvadin’e gönderirler. Otuz dört yaşında evine, hanımına, çocuklarına kavuşan Mustafa Amca, cephede arkadaşlarını bıraktığı için üzüntülü, ailesine kavuştuğu için de sevinçlidir. Ailesine kavuşma özlemi ancak bir hafta sürer ve hasta yatağında son nefesini verir. İki oğlan çocuğundan Necati sekiz, Hüseyin ise altı yaşındadır. Küçük Hüseyin babasına doyamadan yetim kalmıştır. Analarına “Gocaya var!” derler fakat anaları üvey baba çocuklarıma bakmazsa, korkusuyla bir daha evlenmez. Ahırdaki iki camızın geliri ve evlerinin arkasındaki bahçeye ektiği yeşilliklerin geliriyle iki çocuğunu büyütür. Sabredip ellerini semâya, gönlünü Mevla’ya açan kaybeder mi hiç!..

   ÇARIKÇILIK

   Hüseyin’in ve Necati’nin anaları, çocuklarının ilkokulu bitirmesinden sonra, tarlası-takkası olmadığı için bunları bir esnafın yanına vermek ister. Büyük oğlu Necati’yi kalaycının yanına, küçük oğlu Hüseyin’i çarıkçı “Amcaoğlunun Mehmet Ali”nin yanına çırak olarak verir. Necati ve Hüseyin, askere gidinceye kadar sanatlarına devam ederler ve birer usta olarak yetişerek evlerinin ekonomisine katkıda bulunurlar. Hüseyin’in mahalleden samimi olduğu bir arkadaşının askerlik vakti gelmiştir. Kendisinin ise askere gitmesine iki senesi vardır. Bunlar beraber askere gidip, birbirlerine dayak olmak istemektedirler. Hüseyin, arkadaşıyla askere gitmek için yaşını iki yaş büyüttürür. Askerlik yoklamasında şubede, aynı yere gitmek istediklerini söylerler. İkisinin askerliği de Çanakkale’ye jandarma olarak çıkar. Ağabeyinden önce askere giderek, otuz altı ay yapacağı vatani görevine başlar. Askerliği sırasında bir sefer izne gelebilir. Diğer askerlerin botlarını tamir ederek hem harçlığını çıkarır, hem de anasına para gönderir.

   KARDAN GELİNLİK

Çarıkçı Koca Hüseyin askerden gelince; küle, çekiç, örs, muştu, deri alır ve dükkan açmaya gücü olmadığı için, evlerinin bir köşesinde çarık dikmeye başlar. Bir sene, hızlı bir şekilde çalışarak para biriktirir. Askerden gelirken de bir miktar para ile dönmüştür. Bu paralarla düğün yapma hazırlığına girişir. Erkmen Mahallesi’nde oturan teyzesinin kocası, Gılikçinin Halil (Öncel) var. Koyunculukla, hayvancılıkla uğraşmaktadır ve durumu iyidir. Anası oğluna, teyzesinin kızını alacağını söyler, bu da kabul eder. İki ay nişanlılıktan sonra düğün hazırlıklarına başlarlar. O gün için, iki gümüş bilezik ve küpe alırlar. Gelin olacak kızlarda, gelinlik giyme âdeti yoktur. Gelinlik olarak altlı-üstlü desenli elbise dikilir.

O zaman gelinler faytonla inmektedir. O sıralar Bolvadin’e otobüs yeni gelmiştir. Bu otobüs 15-16 kişiliktir. Çarıkçı Hüseyin, heveslenir ve gelini otobüs ile indirmeye karar verir. Dikbıyık’ın (Abdülkadir Akcan) otobüs tutulur. Tarih 13 Aralık 1940 Pazar… Gelin almaya gidilecek. Hava ayaz… Yollar çamur-çaylak…Gece başlayan, lapa lapa yağan kar yağışı devam etmektedir. Sabahleyin düğün evinin önüne gelen otobüse, herkes birbirini ezerek büyük bir hevesle biner. Çoğu ilk defa otobüse binecektir. İçerisi tıka-basa dolar. Çocukların çoğunluğu da, yük taşıma yeri olan otobüsün üzerine binerler. Neşeli bir şekilde Erkmen Mahallesi’ne doğru yola çıkılır. Kışla Çeşmesi’nin karşısındaki Halil Ağa’nın evine varıldığında, “kız evi” kapıda beklemektedir. Evin önünde yapılan duadan sonra gelin, otobüsün ön koltuğuna kaynanasıyla birlikte oturur ve yola çıkarlar. Kız evinde hüzün, otobüsün içerisinde ise neşe vardır. Otobüs biraz ilerleyince, kardan iyice yumuşayan çamurlaşmış yola, otobüsün tekeri saplanır. Gelin ve kaynanası hariç diğerleri otobüsten inerler. Tekerin altına hasır, taş atarlar, çok uğraşırlar fakat otobüsü saplandığı çamurdan çıkartamazlar. Oradan: “Bunu ancak Gılikçinin camızlar çıkartır.” derler. Hali Ağa, hemen güçlü olan camızlarından iki tanesinin boynuna boyunduruğu takıp getirir. Kalın bir urganla otobüse bağlarlar. Üvendirenin ucundaki imbalı yiyen camızlar, otobüsü saplandığı yerden çıkarınca, herkes tekrar biner ve oğlan evine doğru hareket ederler.

Çarıkçı Hüseyin, sadıçlarıyla birlikte toprak damlı evlerinin üzerine çıkmış; ceplerine saçmak için delikli kuruşlardan doldurmuş; gelinin gelmesini bekliyor. Hepsi de uzun süre beklemekten dolayı kardan adama dönerler. Gelin arabası evin yakınına durur ve herkes iner. Ev ile otobüs arasına gelin görünmesin diye, mahremiyet için iki taraflı kilim tutarlar. Orada da dua yapılır. Gelin eve girinceye kadar üzerindeki elbise, kardan gelinliğe dönüşür. Paralar saçılır, akşam namazından sonra da güveyi girer. Hüseyin Ağa’nın ilk çocuğu dünyaya gelir fakat bunu tam sevemeden tekrar askere çağrılır. İkinci Dünya Savaşı devam etmektedir ve Türkiye’nin de savaşa girme ihtimaline karşı “ihtiyat asker” (yedek asker) olarak tekrar alınır. On dört ay daha yaptığı ikinci askerlikten sonra memleketine döndüğünde, çocuğunun öldüğünü duyar, çok üzülür fakat Allah üç kız dört oğlan daha verir. Oğullarından Süleyman ve Hilmi (Hacı) babasının mesleğini devam ettirdiler ve emekli oldular. Mustafa öğretmen emeklisi, Hayati ise manavlık yapıyor.

ÇARIKÇILIKTAN AYAKKABICILIĞA

Evinin bir köşesinde çarık imalatına devam eden Hüseyin Ağa, yaptığı çarıkları kamış sepetin içine yerleştirir ve Afyon’a götürerek toptancıya verir. Bazı zamanlar, köylerde çerçicilik yapan Haleplinin Ali’nin at arabasıyla birlikte köylere gider, orada çarık satışının yanı sıra ayakkabı tamirat işleri de yapar. Bir müddet sonra, ağabeyi Necati ile birlikte at ve araba alırlar. Bununla pazarları ve köyleri dolaşırlar. Ağabeyi kalaycılık yaparken, bu da çarık satışı yapar. Köylerden; yoğurt, haşhaş, tavuk, culuk, üzüm yaprağı getirerek Bolvadin’de satar. Evde hanımı ve kızları devamlı hasır dokur, ev ekonomisine katkıda bulunurlar. Çarık devri kapanmaya başlayınca, hazır ayakkabıcılığa yönelir. Önceleri naylon ve lastik ayakkabı satışı yaparken, daha sonra kösele-deri ayakkabı satar. 1977 yılında minibüs alarak, ömrünün sonuna kadar iki oğluyla birlikte ticaretini devam ettirir.

HORATA (ŞAKA)

Çocukluğumuzda çarşı şenlik yeri gibi olurdu. Dükkan sahipleri birbirlerine devamlı girer-çıkar, borcu olanlara, senet yatıracağı zaman parası çıkışmayanlara yardım edilir, herkes bir dayanışma içerisinde olurdu. Şaka yapan ve şaka götüren adamlar pek çoktu. Şaka yapıldığı zaman kimse kızmaz, hoşgörü ile davranırdı. Bazı kişiler vardı, birilerine çatmadan duramazlardı. Çattığı zaman karşıdaki küfür etse dahi gülüp geçerlerdi. Bazısı da kendisine sövdürmek için birilerine takılırdı. Karşıdaki sövünce de rahatlardı. Bazen şakanın abartıldığı da olurdu. Rahmetlik Gart Musanın Gadir’in evi Sellikbaşı’nda…Arkadaşları buna bir şaka yapmak isterler. Gece yarısı evinin önündeki faytonu Kaymas Mahallesi’ne götürürler, Kaymas Odası’nın damına çıkartırlar. Sabah olup Kadir Ağa arabayı göremeyince, çalındı korkusuyla üzülür. Arkadaşlarıyla hep birlikte, arabayı arayıp bulmak için mahalleleri gezmeye başlarlar. En son Kaymas Mahallesi’ne gelince, damdaki arabayı gösterirler. Önce sevinir fakat içinden de biraz kızar. Arabayı damdan indirip evine kadar götürürler.

1987 yılının bahar ayları, günlerden perşembe ve Bolvadin pazarı…Çarıkçı Koca Hüseyin her zamanki gibi çocuklarıyla birlikte Çarşı Camii önüne sergisini açmış, çeşit çeşit ayakkabıları, terlikleri sıralamış, genellikle köylülere satışını yapıyor. Vakit öğleye doğru…Koca Hüseyin’in, köylerde ortağa verdiği koyunları var. Ortakçılarından birisi, yayladan getirmiş olduğu üstü kalınca kaymak tutmuş bir helke (bakırdan kova) koyun yoğurdunu Hüseyin Ağa’ya verir. O da hiç bekletmeden oğlu Hacı’ya eve verip gelmesini söyler. Cami karşısında dükkanı bulunan Ayakkabıcı Ellez ( İlyas Akçay) dükkanının önüne sandalyeyi atıp oturmakta ve müşteri beklemektedir. Hacı’nın yoğurt götürdüğünü görür. Biraz sonra çırağını çağırarak, Hüseyin Ağa’nın eve gitmesini, yanlış yoğurt verilmiş deyip, yoğurdu getirmesini söyler. Çırak eve gider, karısı Ummahan Aba’ya kendisini Hüseyin Ağa’nın yolladığını, yoğurdu değiştirmek için vermesini söyler. O da yoğurdu verir. Ellez Ağabey yoğurt gelince dükkan komşularını toplar, kaşıkları hazırlar, Koca Hüseyin’i de çağırır. Hepsi hepyerden, kesek gibi koyun yoğurdunun tepesine çöreklenip çalarlar kaşığı… Arada bir Ellez Ağabey: “Malın gibi yi Üseyin Ağa!” der. Helkenin tabanı sıyrıldıktan sonra Hüseyin Ağa içerisine biraz su döküp çalkalar ve onu da içer. Hüseyin Ağa: “Yarabbi şükür!” der ve kalkarken Ellez Ağabey durumu anlatır. Hüseyin Ağa bu duruma güler ve “Afiyet olsun, herkes nasibini yer!” der ve oradan ayrılır. Bazı şeyler nasiptir. Bir bardak çay söylersin, nasibin varsa içersin.

 

 HARAMİLER (EŞKİYALAR)

Devlet etkisinin azaldığı bazı dönemlerde haramiler türemiştir. Bunların çoğunluğu, asker kaçağı, kanun kaçağı ve bazı suç işleyenlerdir. Dağlarda bayırlarda yaşar, yol keser, adam soyarlar, bedavadan hayat yaşarlar. Bunları ıslah etmek de zordur. Eti tadan köpek, tekrar kuru ekmeğe dönmez. Bu haramiler zulüm etmeye alışmışlardır. Topluma zulüm ederler. Kimi adam ilmiyle, kimi adam da zulmüyle gider. Bazen de açlıktan, yokluktan dolayı hırsızlık eden yol kesenler de olmuştur.

Yıl 1954…Çarıkçı Hüseyin ve ağabeyi Necati, Afyon köylerini bir haftadır dolaşmışlar ve yaptığı işlerin karşılığı olarak arabalarına tavuk, kaz, buğday, arpa yüklemişler ve Bolvadin’e mutlu bir şekilde geri dönüyorlar. Yollar ıssız ve sakin…Çobanlar Kasabası’nı geçtikten sonra yol kenarında üç kişi görürler. Bunların Bolvadin’e gideceğini zannedip arabalarına bindirmeyi düşünürler. Bazıları kabri ziyarete değil, kabir taşını çalmaya gelir. Bu üç harami arkalarına sakladıkları tüfekleri çıkartarak bunların önünü keser. Bir haftadır çocuğundan çoluğundan ayrı çalışarak, rızkını çıkardıkları her şey ellerinden gidecek, canlarını kurtardıklarına sevineceklerdir. Bütün paraları, eşyaları, elden gideceği sırada uzaktan bir atlının bunlara doğru dörtnala geldiğini görürler. Hırsızlar gelen atlıyı görünce paniklerler ve ellerindeki eşyaları bırakarak bir tarafa kaçışırlar. Gelen atlı Cihangir Mahmut’tur. Onun sayesinde mallarına geri kavuşurlar. Cihangir Mahmut (Boztaş), mertliği, dürüstlüğü, yardımseverliğinden dolayı halk tarafından “cihangir” lakabını almıştır. Yolda kalanın, zorda kalanın, darda kalanın hep yanında olmuştur. Türkiye’nin her tarafında dostları olup, itibarlı bir kişidir. Kaymas Mahallesi’ne oda yaptırmış, topluma buradan da hizmet etmiştir. Allah rahmet etsin.

ZOR YILLAR

Zor yıllarda herkes yiyeceğini israf etmeden yer; giyeceğini eskitmemeye çalışırdı. Herkeste geçim sıkıntısı vardı. Yeni pantolon dikinen kişi, pantolonun dizlerine ve arkasındaki oturak yerine “süvari” denilen ayrı bir parça diktirirdi. Bu işlem, pantolonun uzun süre giyilebilmesi içindi. Gömleğinin yakası eskiyen kişi, yakayı ters çevirtip bir süre daha bu şekilde giyerdi. “kara lastik” dediğimiz mest lastiğini yeni alanlar, onu hemen giymez; ayakkabı tamircisine götürüp arkasına yırtılmadan daha uzun gitmesi için “enselik” denilen parça diktirirdi. Mest lastiğinin en çabuk eskiyen yeri topuğu olurdu. Tamirciler bu kısma eski lastik parçası yapıştırırlardı. Eskiyen hiçbir şey atılmazdı. Şimdi ise büyüklük taslar olduk, azgınlaştık. “Onu beğenirim, bunu beğenmem! Onu yerim bunu yemem!” demeye başladık. Elbise üstüne elbise, ayakkabı üstüne ayakkabı, yiyecek üstüne yiyecek almaya başladık. Lastik ayakkabı giydiğimiz günlerden, ayakkabı beğenmediğimiz günlere geldik. Dünyalıkları sevdiğimiz için, birbirimizi sevemedik. Eskiden; yollar bozuk, musluklar bozuk, ziller bozuk, paralar bozuktu fakat insanlık sağlam idi. Şimdi, israf her yerde diz boyunu aştı. Tasarruflu hareket etmek gerekir. Altını saklamak değil, kuruşu saklamak hünerdir. Atalarımız küçük şeylerle mutlu olmayı öğrettiler bize…Ne her gördüğümüzü istedik, ne de her istediğimiz olurdu. Bizler varlığa şükür, yokluğa sabreden çocuklardık.  Her şeyin bir sonu var. Bu azgınlığın sonu nereye varır bilemiyorum. “Güvenme varlığa, düşersin darlığa.”

NEFESLER BİTTİ

Hesap-kitap derken nefesler bitti. / Zaman, insanları çabuk eskitti.  / Uzun denen ömür ne çabuk bitti. / Taze ümitlere muştudur ölüm. 13 Temmuz 2008 Pazar…Hüseyin Kocaaslan 92 yaşında iken son nefesini verir. Allah gani gani rahmet eylesin…Ruhuna Fatiha…

N. Sait EKİCİ