KADERCİ (NİYETÇİ)
İnsanoğlu, yaratıldığından beri hep geleceğini merak etmiştir. Bu merak sonucunda, yıldızlara bakmak, falcılık ve burçlar ortaya çıkmıştır. Bazıları, gazete veya dergilerdeki şans burçlarına bakarak kendilerine yön çizerler. Genellikle son zamanlarda çok moda olan, evlenecek kişilerin birbirine hangi burçtan olduklarını sormaları da ‘gelecek’ merakından kaynaklanmaktadır. ‘Gayb’ı (geleceği) ancak Allah bilir. Peygamberler bile gelecekten haber verememişlerdir.
Bolvadin pazarı olduğu gün, çevre ilçe ve köylerden pazara gelenler olurdu. Bunların içerisinde; ayı oynatıcıları, kokucular, kaderciler, destan satanlar da olurdu. Kaderciler, çarşı merkezinde bulunan bir kaldırımda kader çektirirlerdi. Kırma seyyar tezgahının üzerine, küçük bir sandığı andıran, içinde iki gözü olan kazanç kutusunu koyarlardı. Bu küçük sandığın ön kısmında bir tabla vardı. Bu tablanın üzerine düzgün şekilde uzun kertikler olup, bu kertiklerin içinde içi yazılı küçük kağıtlar bulunurdu. Sandığın iki gözünün önü, içi görünecek şekilde çıtalıydı. Bu iki gözün içinde bazen tavşan, bazen güvercin olurdu. İlgi çekmek için tavşanı bazen omzuna alır, güvercini başının üzerine koyardı.
Bu kağıtlarda, insanın geleceğiyle ilgili yazılar olurdu. Kaderciler, küçük bir paraya kişilere niyet çektirirlerdi. Niyet çektirecek kişi olursa, niyetçi kutunun kapağını açar, içerideki tavşan veya güvercin dışarıya çıkarak önündeki sıralı kağıtlardan birini ağzıyla çıkarırdı. Kader çektiren, bu yazıyı okur, geleceğiyle ilgili güzel sözler karşısında mutlu olurdu. Küçükken, güvercinle kader çektiren bir kaderci amcaya, bu kuşu nasıl böyle alıştırdığını sormuştum. O da beni küçümsemeyerek ciddi bir şekilde anlatmıştı. Kuş veya tavşan yavru iken önce eliyle yiyecek yedirmeye alıştırdıklarını, sonra yiyecekleri kağıtların arasına döküp yedirdiklerini, böylece tavşan veya güvercin yiyecek bulmak için kağıdı ağzına aldığını söylemişti.
Bu şekilde kader çektirmek, fal baktırmak, burçlara göre hareket etmek ruh sağlığımızı olumsuz etkiler. Ayrıca, kendi yaptığımız hataları kadere yüklemek “kader utansın” “kader kurbanıyım” gibi sözler söylemek doğru değildir. Allah, ezeli ilmiyle bizim dünyada ne yapacağımızı bildiği için, kaderimizi o şekilde oluşturmuştur. Başımıza gelen bir felaket karşısında: “Allah kaderimi böyle yazmış.” demeye hakkımız yoktur. Bu dünyanın imtihan dünyası olduğunu unutmamalı ve her halimize şükretmeliyiz. “Kader” deyip geçme!.. Bak ne diyor sırrın sahibi: “Biz her insanın kaderini, kendi çabasına bağlı kıldık.” İsra-13
DESTAN SATANLAR
Türk Milleti’nde şairlik ruhu vardır. İstesek, hepimiz az-çok bir şiir yazabiliriz. Allah, bazı kişilere bu yeteneği fazla vermiştir. İşte bu kişiler, 1960’lı-70’li yıllarda, acıklı bir olay olduğu zaman, hemen kaleme sarılır, olayla ilgili uzun şiirler yazarlardı. Bunun yayınlanmasına ‘destan’ denirdi. Anadolu’da “destan” anlayışı bu şekilde idi. Şiirlerde konu: Genç yaşta veremden ölen genç bir kız, cinayet, anneye-babaya asi olmak, askerde şehit olmak…gibi konulardı. Bu şiiri yazanlara “Destan Yakıcılar” denirdi. Aynı, “Türkü Yakmak” gibi bir şeydi. İbret verici olaylar destanlaştırılırdı.
Askere gitmeden öldürülen bir delikanlı için “Yaşım geldi asker olamadım / Kışlanın kapısında duramadım / Gelenin var mı diye soramadım / Vatana borçlu kaldım anacığım” diye başlardı. Cinayete kurban giden birisi için ise: “Bütün doktorlar geldi yanıma / Baktılar ki hain kıymış kanıma / Dokuz kurşun birden girdi canıma / Ağlayın analar siz de ağlayın” diye yazılırdı. Bütün destanlar ağıt şeklinde okunurdu. Bir olay karşısında destanlaştırılan şiir, bir matbaada dosya kağıdı büyüklüğündeki sarı kağıda pembe harflerle yazılırdı. Genellikle dörtlük halinde yazılır ve bir çerçeve içine alınırdı. En alt kısmında ise; tarih, yazanın ve matbaanın adının yanı sıra, “Hediyesi 10 kuruş” diye yazardı.
Bolvadin’e gelen destancı, sol eliyle kucağına bastığı ve önceden ezberlediği şiiri, yanık ve ağlamsı bir sesle bağırarak okurdu. Kendini adeta oradaki olaylara kaptırır, büyük bir duygu seli içinde okurdu. Etrafına yuvarlak bir biçimde doluşan halk, destanı dinledikten sonra satın alırlardı. Çarşıda destanını satan destancı, mahalle aralarına girerek satışını yapardı. Satın alınan destan ikiye katlanıp iç cebe yerleştirilir ve eve getirilirdi. Destanın eve gelmesiyle birlikte, esas dramlar evde yaşanmaya başlardı. Televizyon, gazete, çok evde radyo bilinmiyor. Evler sakin ve sessiz…Evde genellikle okuma-yazması olan kişi az olduğu için, destan okula giden çocuğa okutturulurdu. Çocuk okumaya başladığı zaman bir sessizlik olur, herkes pür dikkat dinleyerek destanda geçen olaylara kendini kaptırırdı. Bazı yaşlı kadınlar duygularını yenemezler, öldüren için dizlerine vurarak: “Vay gahrolasıca!…” veya “Ciğerinden yanasıca!…”, ölen için: “Vah garip yavrum vah!” diyerek ,vura vura dizlerini çürütürlerdi. Okunup biten destan atılmaz, kıymetli eşyaların konduğu dolaba saklanırdı. Gelen misafirlere de okunur, olaylar tahlil edilirdi.