ÇOCUKLUK GÜNLERİ
Geçtiğimiz yollar taşlı, çamurlu ve bozuktu ama insanlar düzgündü. Aşın da bir tadı vardı, işin de… Menfaat için yapılmazdı dostluklar, İmeceler kurulur zevkle yardım yapılırdı. Meyvelerin tadı bir başkaydı. Hele sebzelerin salatalıkların, domateslerin tadına doyum olunmazdı. Bir başkaydı çocukluk günleri… Belki yoktu, üstte yok başta yok…Her giydiğimiz yamalıydı… Hep aynıydı, yediklerimiz, içtiklerimiz… Hep aynıydı giydiklerimiz…. Ama bir gerçek vardı; insanlar yokluk içinde olsa da, geleceğinden oldukça umutluydu… Tadına doyum olmazdı dostlukların, bir başkaydı çocukluk günleri. Bazen tek bir yemek olurdu soframızda; belki bir çorba, belki de bir bulgur pilavı… Yanında ayran varsa eyvallah… Bir kuru ekmek, bir baş soğan… Yine de büyük bir iştahla yenirdi. Külahla alınan çay ve şekerin tadı bir başkaydı. Bir başkaydı o çocukluk günleri.
TOPLUMSAL İLİŞKİ KURALLARI
Büyükler konuşurken sözüne karışılmayan, bir topun peşinde koşmaktan yorulunmayan, keyif aldığımız yıllar…Bayramlar; ellerini öpmeye yarıştığımız, büyüklerimiz, komşularımız…Çarıkçı Süleyman’dan 25 kuruşa satın alıp, tengerlek döndürdüğümüz, “Uğundu, uğundu!” nidaları içinde pırlak çevirdiğimiz günler… Bir uçurtmanın uçmasında egemenlik kurabilmenin zevkini yaşadığımız yıllar…İlk okulum, ilk öğretmenim, siyah önlüğüm, beyaz yakam, ilk kitabım, bir simidi paylaştığım ilk sıra arkadaşım…Tüssülü’nün okuduğu akşam ezanı, “eve gir” zili sesi gibiydi çocukluk aklımızca… İnsan azdı, araba azdı ama mutluluk çoktu… Telefonla arayıp “geçmiş olsun” denmez, evine ziyarete gidilirdi. Cep telefonu ve internet yokken; aşk da, arkadaşlık da, hayat da, sonuna kadar gerçekti…Akçeşme Mahallesi’nde yollar düzeldi atılan voltalardan…Mahalle çeşmeleri vardı. “Meydan çeşmesi – yol çeşmesi” diye ayrılırdı. O çeşmeler ki, nice kavgalara, nice dedikodulara, nice aşklara şahitlik yapmışlardır. Şimdi, bu çeşmelerin yüzüne bakılacak halleri kalmadı; kimisi yıkıldı, kimisinin suyu kurudu…Bazen ortalığı inleten sesiyle bohçacı geçerdi. Geceleri sokakta bekçiyi görünce kaçacak delik arardık. Tokalı’nın “Harıp…harıp!” diye bağırışı, Ağılönülü Sormaşekerci Mehmet Ağa’nın siyah tepsi üstüne dizip: “Deve kuşu, horoz şeker!” diyerek seslenmesi, çocukları iştaha getirirdi. Ne çikolatalı gofretimiz vardı, ne de çeşit çeşit bisküviler…İki püskevit arasına Gönbeler’in lokumu koyduk mu, dünyanın en mutlu çocuklarıydık biz…Bazı bakkal dükkanlarının kapısında “Bekle geliyor” yazardı. Veresiye satıp geçinmeye çalışan vefakâr “Bakkal Amca” gitti, yerine “market” denilen, makineyle peşin alış-veriş yaptığımız yerler geldi. Komşuluk çoğu yerde öldü; şehirler kalabalıklaşırken, insanlar yalnızlığa mahkum oldu. Menfaat için dost satanlar yoktu. Dellal Şerafet’in, Çarşı Camii önünde açık artırma ile satılan eşyaları “Haraç…haraç!” diyerek sattığını görürdük. Şimdi, o gururlu ve mütevekkil insanlar, tozlu sayfalarını süslüyor hayaller şehrinin…