HACC
GÜNLÜKLERİM
. 30 Ekim 2011
- Pazar
Beş yıldır beklediğim hac yolculuğuna başlarken geceyi
uykusuz geçirdim. Çocukluğumdan beri fotoğraflarına bakıp merak
ettiğim Kabe-i Muazzama’yı canlı gözle görecek, ona kavuşacaktım.
Artık hasret bitiyor, vuslat zamanı yaklaşıyor.
Saat 16.00’da Esenboğa Havaalanı’nda olacağımızdan,
Ankara’daki oğlumun evinden saat 15.00’de yola çıktık. Arabayı oğlum
İslam kullanıyor. 16.15’de havaalanına vardık. Hemen bavullarımızı
teslim ettik. Havaalanı çok kalabalık değildi. Uçağımız 20.30’da
havalanacak. 17.30’da ihramlara girmemiz istendi. Bize ayrılan
bölümde ihramlara girdik. Akşam namazını havaalanı mescidinde din
görevlisi olmadığı için, oğlum İslam kıldırdı.
Saat 19.30’da uçakların kalkacağı bölmeye bizi almadan önce oğlumla,
gelinim Naime’yle ve torunum Sait Semih’le vedalaştık. Saat
20.00’de uçağa aldılar. THY’ye ait bir uçaktı. Ben filmlerdeki gibi
büyük bir uçağa bineceğimizi zannederken, küçük bir uçakla
karşılaştım. Uçak havalanırken biraz heyecanlandım. Yolculuk
sırasında yemek, çay ve meşrubat ikramları oldu. Üç saatlik rahat
bir yolculuktan sonra Cidde Havaalanı’na indik.
CİDDE
31 Ekim2011 - Pazartesi
Saat 00.10’da bizi Cidde Havaalanı bekleme salonuna aldılar. Gece
uçaktan Cidde’nin görüntüsü müthişti. Havaalanındaki pasaport
kontrolünde çok sıkıntılar çektik. Biz o ülkeye misafir olarak
geldik. Misafire hürmet ve kolaylık gösterilir. Ama bunun tam tersi
oldu. Resmi işler eski usül devam ediyor, görevliler lâkayt ve
sorumsuz. İhramlı bir şekilde sabah saat 05.30’ kadar zorla
pasaport kontrolünden çıkabildik. Sabırlı olmanın ilk tecrübesini
burada yaşadık.
Sonunda Mekke’ye giden otobüslere binebildik. İki buçuk saat bir
yolculuktan sonra otelimize geldik. 11 katlı yeni bir otel idi. İlk
defa biz giriyorduk. Odada dört kişi kalacaktık. Ankara’dan yazılıp,
Ankara kafilesiyle geldiğim için oda arkadaşlarımın hiçbirisini
tanımıyordum. Dört ayrı kültürden insan aynı odada kırk gün
kalacağız. Arkadaşlar iyi insanlardı, uyumlu çıktılar. Kafile
başkanımız gündüz çok sıcak oluyor düşüncesiyle, tavaf için Kabe’ye
gece gitme kararı almış. Gece 23.00’de Kabe’ye gideceğiz. İhramlı
olarak durmak sıkıntılı, her hareketimize dikkat ediyoruz. Tavaftan
sonra ihramdan çıksak rahatlayacağız.
Saat 24.00’doğru otobüslerle yola çıktık. Otelimiz Kabe’ye 6-7
kilometre uzaklıktaydı. Hepimizde bir yorgunluk, müthiş bir heyecan,
müthiş bir Kabe’yi görme isteği…
KABE’YE KAVUŞMA
01 Kasım 2011 - Salı
İki otobüs değiştirerek Kabe’ye ulaştık. Kabe’nin avlusuna
girdiğimizde telbiye getirmeye başladık. “Geldik Allah’ım kapına
geldik” diyerek af diliyoruz. Ömrümde yaşamadığım bir heyecan
yaşadım. Her tarafım titriyor, kalbim yerinden sanki çıkacak. Kolay
mı, o kadar kişi gelmek için can atıyor ama gelemiyor. Ben geldim,
kendimi Allah’ın şanslı, sevgili kulu olarak hissediyorum. Telbiye
getirdikçe ağlıyorum, hanımım da ağlıyor, bütün topluluk
ağlıyor.Peygamber ikliminin kapı eşiğine adım atıyorum ve bütün
vücut organlarım yerinde olduğu halde kendimde değilim. Hocalarımız,
Kabe’yi görünce yapacağımız duaları söylüyorlar ve toplu olarak
tavaf yapacağımızı; birbirimizden ayrılmamamız gerektiğini
belirtiyorlar.
Kabe’nin 1 No’lu kapısının önünden içeriye girdik. Her an Kabe-i
Muazzama’yı görebiliriz. Gözlerimden yaşlar coşuyor. Hacdan gelenin,
orası anılınca niye gözlerinin yaşardığını şimdi daha iyi anlıyorum.
İlk gördüğümde “Allah’ım şimdiye kadar ettiğim ve edeceğim duaları
kabul et.” diyeceğim. Bana söylenen selamları ileteceğim. Dualar,
telbiyeler birbirine karışıyor. Heyecanım daha da arttı. Hanım:
“Karşıya bak!” dedi. Baktım, işte Allah’ın evi oradaydı. Müthiş bir
duygu seli. Gözlerimden yaşlar daha da boşalmaya başladı. (Şu an
yazarken gene ağlıyorum)
Müthiş bir görüntü…Tarifi imkansız bir azamet… Anlatılmaz bir zevk…
Yorgunluk, bitkinlik, dünya nimetleri, hiçbirisi hatırında değil. O
muhteşem kalabalık insanı ürpertiyor. Başka bir âlemdesin, başka bir
gezegendesin.
Biz de hemen tavaf için kalabalığın içine daldık. “Lebbeyk”
sesleri yeri göğü inletiyor. Birinci şavtı bitirdim, ağlamam
kesilmedi, dualar duaları takip ediyor. Her türlü dilden, her türlü
renkten insanlar: Endenozyalı, Mısırlı, Pakistanlı, Afganlı,
dünyanın en ücra köşesinden gelmiş, siyahın her tonundan Afrikalı
Zenciler… Herkes aynı duygu içerisinde. Herkesin birbirinin dilini
anlamadığı fakat aynı dili konuştukları, aynı duyguyu hissettikleri
yer… Muazzam bir kalabalık…Ben kimim, neciyim, ne yapıyorum,
hiçbirini bilmiyorum. Tavaf sırasında herkes Kabe’nin o ihtişamına
odaklanmış durumda. Yanındaki, sağındaki, solundaki kim bilmiyorsun.
Tavaf bitince kendine gelebiliyorsun. Kabe’yi gören insanların,
neden tekrar gitmek istediklerinin sebebini şimdi daha iyi
anlıyorum. Allah’ın evine yüzümü sürmek; ona dokunmak; hasretle
kucaklamak istiyorum. Ama guruptan ayrılamıyorum. Yeşil Işık
hizasına geldiğimde Hacer’ül Esved taşını “Bismillahi Allahü Ekber”
diyerek selamlıyorum. İnsanın o an mutluluğu daha da artıyor; her
yanımdan ter akıyor; kalbimden huzur ve sükun akıyor.
7 şavtı tamamlayınca 1 tavaf etmiş oluyorduk. Tavafımız bitti,
saate baktım, 02.00 idi. Tavafı 1.5 saatte tamamlayabilmiştik. Tavaf
sırasında maneviyatımı olumsuz etkileyen tek şey oldu; o da, Suudi
Kralı’nın Kabe’nin tam dibine, benim atalarımın yaptırdığı Ecyad
Kalesi’nin olduğu yere çok büyük bir otel ve saray yaptırdığı ve
Kabe’nin manevi görüntüsünü bozduğu oldu. Tavaftan sonra iki rekat
tavaf namazımızı kıldık. Hacer
annemizin, oğlu İsmail’e sunduğu Zemzem Suyu’ndan içtik.
Yirmi dakika dinlendikten sonra,
yolumuzun altında 70 Peygamberin gömülü olduğu ve Hazret-i Hacer'in
oğlu İsmail’e su aramak için iki tepe arası 7 kere gidip geldiği,
her biri dört yüz metre olan Sefa ve Merve Tepeleri arasında sa’y
yapacağız.
Sa’ya başladık. Yorgunluk üstüne yorgunluk…Fakat yorgun değiliz.
Hiç kimse yorgun değil. Seksen yaşındaki dedem; yetmiş sekiz
yaşındaki ninem; elli yaşındaki kardeşim; yirmi beş yaşındaki bacım…
Hiçbirimiz yorgun değiliz. Mutluyuz, heyecanlıyız, sevinçliyiz…
Sa’yımız bitmek üzereyken Kabe’de sabah ezanı okunmaya başladı. Saat
03.10. İkinci ezandan sonra sabah namazı kılınmaya başlanıyormuş.
Sa’yımızı tamamladıktan sonra tekrar zemzem içtik. Bizleri yaratıp
rızıklandıran Allah’a şükrettik…Şükrettik…Şükrettik…
KABE’DE İLK NAMAZ
2 Kasım 2011 - Çarşamba
Otelimiz rahat, pencereden baktığımızda kuru bir dağ sırası ve
yüksek yüksek oteller…Hiç çocuklu aile göremedim. Yemekler fena
değil. Ayrıca sınırsız içecek var. Çay servisi 24 saat. Yeme-içmede
sıkıntı yok.
Dün yatsı namazından sonra kafile başkanımız bütün hacı
adaylarını mescitte toplayıp, 4 Kasım Cuma günü ikindi namazından
sonra herhangibir vakitte Arafat’a çıkacağımızı söylemişti. İki gün
Arafat’ta geceleyeceğiz. Benim aklım fikrim ise; babamın yattığı
Cennet-i Mualla Kabristanı’na gitmek ve babamın başına varıp,
yaptığım hatimi ruhuna hediye edip okumak. Diyanet görevlisi olan
hocamıza Cennet-i Mualla Kabristanı’nın nerede olduğunu sordum.
Kabe’ye beş yüz metre uzaklıkta olduğunu söyledi. Hanımla bugün,
ikindiden sonra güneşin etkisi kalmayınca, hem Kabe’yi; hem babamın
kabrini ziyaret etmeye karar verdik. Öğle namazından sonra hanım,
ikindiyi bekleyemeyeciğini söyledi. Yola çıktık. İki araçla Kabe’ye
ulaştık. Orada sorarak, Cennet-i Mualla Kabristanı’nı bulduk.
Bayanları içeriye sokmuyorlar. Sadece ben girebildim. Elimdeki
krokiye göre; 313. Pafta, 8-8. sırada yatan babamın mezarını buldum.
Çok duygulandım, ağladım, aynı zamanda sevindim. Hz. Hatice
Validemizin hemen yakınında yatıyordu. Vahhabi zihniyetine göre
mezarın kime ait olduğunu belirten mezar taşı ve yazısı bulunmuyor.
Mezarların başlarında sadece beyaz bir taş var. Yaptığım hatimin
duasını okuyup bağışladım. Selam söyleyenlerin selamını ilettim,
okudum, okudum.
Oradan doğru Kabe’ye geldik. Çok büyük bir kalabalık var. Yer-gök
insan… Gene muhteşem görüntü…Gene manevi azamet… Kabe’nin etrafı çok
kalabalık olduğundan, üstü kapalı ikinci katta tavafa başladık.
Tavaf yaptığımız yerden Kabe’yi göremiyoruz fakat onun manevi
kokusunu hissediyoruz. Üst katta tavaf daha uzun sürdüğünden, iki
saatte tavafı tamamlayabildik. Tavaf bitiminde birinci rekatta “Kafirun”;
ikinci rekatta “İhlas” surelerini okuyarak, tavaf namazı kıldık.
Zemzem içerek bir kenara dinlenmeye çekildik.
Birazdan akşam ezanı okunacak. Televizyonda dinlediğim ezanı
şimdi burada canlı olarak dinleyeceğim. Bu ne mutluluk. Akşam
yaklaşıyor. Burada akşam da farklı oluyor. Tefekküre daldığım sırada
ezan başladı. Müthiş bir ses… İnsanın içinden çağlayanlar akıyor.
Ezan-ı Muhammedi bitesiye dondum kaldım. Kabe’nin bütün katları
dolu. Tavaf edenler tavafına devam ediyor. Akşam namazının farzını
kılmak için kâmet getirildi. Kâmet bitiminde, Kabe İmamının insanın
içini ürperten tekbiri ile, uğultu halinde duyulan tavaf zikir
sesleri birden kesildi. Herkes namaza durdu. O an yer durdu… gök
durdu… bütün kainat durdu… Yüz binlerin bulunduğu Harem-i Şerif’ten
çıt çıkmıyor. Herkes birer “İbrahim”; birer “İsmail” oldu. Bu nasıl
uyum? Bu nasıl itaat? Bu nasıl aşk? Bir tekbir sesiyle herkes aynı
gönülde birleşiyor. Namaz sırasında ağlamamak mümkün değil. O anda
herkesin sağ tarafındaki meleğinin görev yaptığını hissediyorum.
Namaz bitiminde tavaf başladı, Kabe eski zikir halini tekrar
aldı. Burada Vahhabilik zihniyeti hakim olduğundan sünnet namazlara
pek dikkat edilmiyor. Namaz sonrası tesbihat ve dua yok. Bu da bizim
için bir eksiklik oluyor.
Yatsı namazımızı kıldıktan sonra tekrar otelimize döndük.
ARAFAT
4 Kasım 2011 – Cuma
Beklenen büyük an geldi. Bugün Arafat’a çıkıyoruz. Allah’ın: “Rahmetim
gazabımı aştı.” dediği yer… Hz. Adem’in Hindistan’dan; Hz.Havva’nın
ise Cidde’den gelerek buluştukları yer… İlk insan ve ilk
peygamberin af için yalvardığı ve rahmete kavuştuğu yer… Duaların
kabul olunduğu, yalvarabilene kurtuluşun müjdelendiği rahmet
denizinin olduğu yer… Bütün mübarek zatların ruhlarının Arefe günü
hazır bulunduğu ve ismini buradan aldığı muazzam yer…
Sabah namazından gelince 1 cüz Kur’an okudum. Cuma’yı Kabe’de
kılmayı istiyorum. Dönüşü geç olur, Arafat’a çıkacağız düşüncesiyle
gidemedim. Cuma’yı oradaki camide kıldım. Akşama doğru Arafat’a
çıkacağımız söylendi. Boy abdesti alıp ihramlara büründük ve iki
rekat ihram namazı kıldık. Gerekli eşyalarımızı yanımıza aldık. Saat
16.30’da otobüsler geldi, yola çıktık. Yollar çok kalabalık, akşam
ezanına yakın Arafat’a vardık. “5 No’lu Mektep” in önünde indik.
Rehber hocalar bizi toplu halde çadırımızın olduğu yere götürdü.
Etrafımızdaki çadırlara henüz hacı adayları gelmemişti. 100 kişi
alacak şekilde yan yana çadırlar kurulmuş. Çadırların bir tarafı
açık. İçinde ışıklandırma yok. Sadece yüksek elektrik direklerinden
gelen loş ışık hüzmeleri içeriyi aydınlatıyor. Çadırın içine kumlu
toprak sermişler, üzerine de kilimin incesi olan “savan”
dediğimiz örtü sermişler. Yalınayak yürürken ayaklarımızı acıtıyor.
Yürürken ayaklarımızı acıtan yerde nasıl uyuyacağız? Demek ki uyumak
yok! Her dakikayı, her saniyeyi, her saliseyi ibadetle geçirmek
gerekiyor. Efendimizin: “Hac Arafat’tır.” buyurması herhalde
bu sıkıntılardan kaynaklanmakta.
Sıcak bir Arabistan akşamı… Loş bir çadır ve üzerimizde kefeni
temsil eden ihram… Baş açık, ayak yalın, aç ve muhtaç, yokluk ve
yoksulluk görüntüsü içinde sonsuz güç ve kudret sahibinin karşısında
çaresizlik…Tam bir teslimiyet. Kendini sahipsiz ve hiç
hissediyorsun. Dünyanın en zengini de orada; orta hallisi de orada;
fakiri de orada. Hep birlikte aynı ortamdasın. Sınıf farkı, dil
farkı, renk farkı yok. Herkes aynı dili konuşuyor. Sanki İsrafil
Aleyhisselam suru üflemiş de, kabirlerinden fırlamış gibi dört
milyon kefenli. Tam bir mahşer provası.
Akşam ezanı okunduktan sonra yanımızdaki çadırlar da doldu. Akşam
namazı için çadırlarda kâmetler getirilmeye başlandı. Namazlara
duruldu. Her çadırdan ayrı bir tekbir, aynı bir Fatiha, ayrı bir
zammı sure. Çok etkilendim. Gözyaşlarım sel oldu. Namaz sonrası
secdeye kapaklandım. Hem ağladım, hem dua ettim. Arafat’ta yapılan
duaların geri çevrilmeyeceğini biliyordum. Yatsı namazını da aynı
huşû içerisinde kıldık. Devamlı zikir halindeyiz. Gece yarısına
doğru hanımla çevreyi tanımak amaçlı gezintiye çıktık. Dolaşırken
Diyanet’in astığı bir afişe gözüm ilişti. İrkildim. “ŞU AN
ARAFATTASIN. DAKİKALAR HIZLA İLERLİYOR!..” yazısıyla kendimi
kaybettim. Evet, her dakikayı değil; her saniyeyi iyi
değerlendirmemiz gerekiyordu. Hemen çadırlarımıza döndük. İbadete
devam…Yıllardır bu ânı; bu saatleri bekledik. Gece yarısı seccadem
üzerinde uyuyakalmışım. Kendime geldiğimde çadırın içinde birkaç
kişi hariç, herkes olduğu yere uzanmıştı. Yorgun ve bitkin
düşmüştük. Ben de uzandım. Biraz sonra sabah ezanı okundu, hepimiz
uyandık, abdestlerimizi aldık.
BUGÜN AREFE
5 Kasım 2011 Cumartesi
Arafat’tayız. Bugün yılın en mübarek günlerinden Arefe. Yani
bizim söyleyişimizle Ziyaret. Allah’ın Cehennemden en çok kul âzat
ettiği gün… Günlerin en faziletlisi… Hz. Adem ile Hz. Havva’nın
burada, Arafat’ta buluştukları gün… Çadırlarımızda, sabah namazına
hazırlandık. Herkeste bir sakinlik, bir tevekkül var. Çadırlardaki
namaz sesleri gene birbirine karışıyor; insanlar başka bir ruh
âleminde geziniyorlar. Kolay değil, bugün hacı olacağız.
Herkes öğleden sonra yapacakları “vakfe”yi bekliyor. Vakfe,
Arafat’ta bir müddet durup, dua etmek demek. Haccın farzlarından
olan “Arafat’ta vakfe”den sonra, herkes “hacı” olmuş
olacak.
Sabah namazından sonra kimse boş durmuyor. Kaza namazları, nafile
namazlar, tekbirler, tehliller, tefekkürler tevekküller birbirini
takip ediyor. Ortalık iyice aydınlandığında Diyanet görevlileri,
Mina’da ve Müzdelife’de geçireceğimiz öğünler için paketlenmiş
kumanyaları dağıttılar. Kumanyada: Kek, elma, yoğurt, bal, yağ,
ekmek, peynir var. Öğleye doğru abdest tazelemek için çadırdan
dışarıya çıktığımda gözlerime inanamadım. Her taraf pamuk tarlası
gibi bembeyazdı. İhramlarına bürünmüş hacı adayları güneşe rağmen
dışarıdalardı.
Öğle ve ikindi namazlarını, haccın kuralları gereği birleştirerek
gene huşû içinde kıldık. Namaz bitiminde Diyanet’e ait çadırların
üstünde bulunan hoperlörlerden güzel sesli bir hafız, Kur’an okudu.
Arkasından, beklediğimiz “Vakfe Duası”na geçildi. O anda,
yaşlısı-genci, kadını-erkeği Diyanet’e bağlı doksan bin hacı
adayının hepsi ayakta… Hepsinin elleri gökyüzüne çevrilmiş… Hepsinin
gönülleri Rahman’a yönelmiş… Hepsinin gözleri yaşlı… Hepsinin
dillerinden büyük bir aşkla “AMİN!” sözcüğü dökülüyor. Vakfe duasını
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet GÖRMEZ yaptırmış. Arkasından Kafile
başkanımız da duaya devam etti. Bir buçuk saat ayakta kalmışız. Hiç
kimse geçen zamanın farkında değil. Dua bitiminde herkeste büyük
mutluluk ve sevinç yaşandı. Herkes artık “hacı”ydı. Bu bizim için en
büyük gündü. Çadırda bulunan yüz seksen kişi ağlayarak, sevinçle
birbirimizi tebrik ettik. O an anlatılmaz bir duygu, anlatılmaz bir
mutluluk yaşadık.
Akşamleyin Müzdelife’ye gideceğiz, orada akşam ve yatsı
namazlarını birleştirip kılacağız. Şeytana ve taraftarlarına karşı
sembolik olarak atacağımız nohuttan küçük; mercimekten büyük taşları
burada toplayacağız.
BÜYÜK
YÜRÜYÜŞ
Kafile başkanımız, Müzdelife’ye saat 21.00’de hareket edeceğimizi
söyledi. Beklemeye koyulduk. Önümüzde büyük bir sınavın olduğunu
hepimiz biliyorduk. İhramlı olarak sabaha kadar yürüyeceğiz. Saat
21.00’de arabalarımıza bindik. 30 dakikalık bir yolculuktan sonra
Müzdelife’ye, bize ayrılan bölgeye geldik. Her taraf araç; her taraf
insan seli…Orada akşam ve yatsı namazlarını cem ettikten sonra
vakfeye durduk. Şeytanı taşlamak için gerekli olan taşları topladık.
Sonra, düzenli şekilde sıraya geçip yürüyüşe başladık. Ağzımızda
devamlı dualar, niyazlar… Sağımızda ve solumuzda diğer kafileler
yürüyüş halinde. Onların içine karışmaktan, gurubumuzu kaybetmekten
korkuyoruz. Kalabalıktan neredeyse yarım adım ilerliyoruz.
6 Kasım - Bayramın 1.
Günü
Gece yarısı oldu. Hiç durmadan yürüyoruz. Herkes yürüyor, ağaçlar
yürüyor, dağlar yürüyor, bütün mahlukat yürüyor. Uykusuzluk,
yorgunluk, bitkinlik had safhada. Ama hedef büyük. Bizleri bugüne
kadar yanlış yola saptıran Şeytan’ı taşlayıp, içimizden kovmak. Üç
saat yürüdükten sonra Müzdelife’yi Mina’ya bağlayan kavşağa
geldiğimizde yol daraldı. Arabaların geçmesi için üst geçit
yapılmadığından dolayı, görevliler sırayla arabalara ve insanlara
geçiş hakkı veriyorlar. Arabaların geçmesi için yürüyenlerin önü
kapatılınca, gelen insanlar aynı bölgede yığılma yaptı ve büyük bir
izdiham yaşandı. Sıkışmalar, ezilmeler oldu. İnsanlar bayılmaya
başladı. Ambulansların biri gelip biri gitmeye başladı. Etraftan
kızmalar, bağırmalar, feryatlar, küfürler… Şeytan lânein orada da
boş durmadı, görevini tam yaptı. Biraz sonra o geçitten geçince
rahatladık.
BUGÜN BAYRAM
Altı saat mi, sekiz saat mi, on saat mi yürüdük bilmiyorum.
Nihayet sabaha doğru Mina’daki Şeytan taşlama bölgesine geldik.
Bugün bayram. Bayramın ilk günü sadece büyük şeytanı taşlayıp
otelimize döneceğiz ve ihramdan çıkacağız. Şeytan taşlama bölgesi
dört kat olarak yapılmış. Hz İbrahim’in kendisine engel olmaya
çalışan Şeytan’ı kovmak amacıyla yaptığı hareketi yapacağız. Herbir
taşı nefsimize, şehvetimize ve şeytana karşı fırlatacağız. Hz.
İbrahim’in rolünü oynayıp; Rasulullah Efendimizin sünnetini yerine
getireceğiz. Taşlama yerine gelip, Büyük Şeytan’a rahat bir şekilde
yedi taşı fırlattım. Her bir taşı atarken, nefsimin hoşuna giden
zayıf taraflarımı düşünerek attım. Taşlamadan sonra üzerimde çok
büyük bir rahatlama oldu. Yorgunluğum falan kalmadı. Etrafımdakiler
de görevi yerine getirmenin sevincini yaşıyorlardı. Orada müsait bir
yerde sabah namazlarımızı kılıp, otelimize dönmek için yola çıktık.
O bölge araç trafiğine kapatıldığı için, otelimize yaya olarak
gitmek zorundayız. Her taraf insan kaynıyor. Herkes ihramlı. Yol
kenarlarında insanlar, ertesi gün tekrar şeytan taşlamak için
oralarda konaklıyorlar. Kaldırımlar; uyuyan, oturan, ibadet eden
insanlarla dolu. Zor şartlarda iki saate yakın bir zamanda otelimize
gelebildik. Traş olup ihramdan çıkacağım. Berberler çok kalabalık.
Sıra bekleyecek halim yok. Otele ulaştım. Oda arkadaşıma saçımın
bazı bölgelerinden kestirip; yıkandım, abdestlendim, ihramdan
çıktım. İçimde, büyük bir görevi yerine getirmenin mutluluğu,
sevinci var. Bugün Kurban Bayramı, fakat hiçbirimiz farkında
değiliz. Ortada ne kurban var; ne de bir el öpme.. Biran evvel
uyumak istiyoruz. Öğle namazına birkaç saat var. Hemen yattık,
ezanla birlikte kalktık. Camiye gidecek gücüm yok. Namazı otel
mescidinde kıldım. Orada diğer hacılarla bayramlaştım. Benim için en
büyük bayram bugün. Artık hacı oldum. Akşam olunca toplu halde,
otobüslerle Kabe’ye gidip; hac ziyaret tavafını yapıp geri döndük.
İçim rahat ve huzurlu.
7 Kasım – Bayramın 2.
Günü
Hava çok sıcak. Din görevlisi, akşam 19.00’da serinlikte şeytan
taşlamaya gideceğimizi söyledi. Yorgunluğumuz geçmiş değil. Gitmek
gözümde büyüyor. Haccın vaciplerinden olan şeytan taşlamayı yerine
getirmemiz gerekiyor. Yaya olarak gidip geleceğiz.
Akşam olunca yola çıktık. Her yer çok kalabalık. Ortalık eksoz
gazı ve tozdan geçilmiyor. Temizlik yapılmıyor mu, yoksa o
kalabalıktan mı bilmiyorum, her yer çöplük halinde. Allah:”Kim oraya
girerse güvende olur.” buyuruyor. Bu şartlara rağmen önemli bir
hastalığı olan yok. Yaratıcının şemsiyesi altındayız. Sırayla, üç
Şeytan’ı da taşladıktan sonra otelimize döndük.
GEZİ
20
Kasım 2011
Mekke’ye gelişimizin 21. günü. Hava sıcak. Sıcaklık 37 derecenin
altına düşmüyor... Gökten bir damla dahi yağmur düşmüyor… İbadet ve
tavaf aşkımız düşmüyor… Lakin takadımız düşüyor. Havanın sıcak,
kapalı alanlarda klimanın çok çalıştırılmasından dolayı, vücut
dengelerimiz bozuldu. Oteldeki hacıların çoğu hasta. Hastalıklara
rağmen aradabir umre haccı yapıyoruz; Kabe’ye gitmeyi aksatmıyoruz.
Burada zaman mefhumu yok. Gündüz, akşam, gece yarısı, ne zaman
fırsat bulursak soluğu Kabe’de alıyoruz. Kabe’de kılınan namazın,
diğer namazlardan yüz bin kat fazla sevap olduğunu biliyoruz. Her
ânı iyi değerlendirmemiz gerekiyor.
Rehber hocalarımız Mekke’deki tarihi ve manevi değeri olan
yerleri gezdireceklerini söylemişlerdi. Bugün sırasıyla, Rasulullah
Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicret etmeden önce gizlenmiş olduğu
Sevr Mağarası’nı gezdik(!) Rehber hoca dağın önünde 5 dakikalık bir
bilgilendirmeden sonra, dağa çıkmanın yorucu olacağını söyledi ve
oradan ilk vahyin,“oku” emrinin geldiği Hira Nur Dağı’nın
önüne geldik. Orada da kısa bir konuşmadan sonra Cennet-i Muallâ
Kabristanına gideceğimiz söylendi. Kabristanın önüne geldiğimizde Hz
Hatice Validemizin ve babamın kabrini ziyaret etmeyi beklerken;
otobüslerle önünden doğrudan geçip otele geldik.Büyük bir hayal
kırıklığı…Büyük bir yılgınlık…Birazcık kızgınlık…Âdet yerini bulsun,
tarzında bir gezi!..
VUSLAT
29 Kasım 2011
Medine…Yesrib…Medeni insanların şehri...“Sen olmasaydın âlemleri
yaratmazdım.” müjdesine nail olan mübarek zâtın şehri.
Mekke’de bugün son günümüz. Veda tavafımızı yaptık. Kabe’den
ayrılması insana çok zor geliyor. “Tekrar buluşmak dileğiyle”
deyip Kabe’ye hüzünle veda ediyoruz. Veda zor oluyor. Kişinin en
sevdiğinden ayrılmasından da zor. Bedenimiz ayrılıyor fakat
kalbimiz, aklımız orada kalıyor.
Yarın Medine’ye gideceğiz. Kainatın Efendisi Rasûl-ü Ekrem
Efendimiz, Hatem-ül Enbiya, Asfiya, Ashâb-ı Güzin, Ensâr-ı
Muhâcirin, Tâbiin, Teba-ı Tâbiin, Rasululullah Efendimizin
zevceleri, çocukları, Dört Büyük Halife, hep orada bulunuyor.
Toprağının her zerresinde Rasulullah’ın kokusu, ayak izi bulunan
kutlu şehir. Seni özlüyorum. Seninle buluşmak; sana kavuşmak
istiyorum.
MEDİNE
01 Aralık 2011
Mekke’den hareket edip, dört buçuk saatlik rahat bir yolculuktan
sonra, gece 01.00’de Medine’ye geldik. Mekke ve Medine arasında
büyük bir ısı farkı var. Medine’de geceler serin oluyor.
Otelimiz hemen Mescid-i Nebevi’nin yanında lüks bir otel. Caddeler,
sokaklar bakımlı. Hepimiz biran evvel Rasulullah Efendimizin
kabrini ziyaret etmek istiyoruz. Bavullarımızı otele yerleştirdikten
sonra abdest yeniledik ve Peygamber Mescidi’ne gittik. Mescidin dış
avlusu çok büyük, düzenli ve tertemiz. Yerler, her taraf mermer.
İnsanı etkileyen bir güzelliği var. Mescidin içi de muhteşem.
Birazını ecdadımız yapmış; birazını Suudi Hükümeti yapmış.
Rasulullah Efendimizin Kabr-i Şerifi mescidin içinde. Doğru o
bölgeye yöneldik. Gece yarısı olduğu halde, içerisi kalabalık.
Hocamız, gece olduğu için en tenha zamanı olduğunu söyledi.
Efendimizin kabrinin önünde durdurmuyorlar, sıra halinde önünden
ruhuna okuyarak geçeceğiz. Her tarafımı heyecan sardı. Titriyorum.
Kalbim çok şiddetli çarpıyor. Tüm yaratılmışların efendisi;
âlemlerin rahmeti; sevgililer sevgilisi; rahmet, hikmet ve şefkat
peygamberinin huzurundayım. Kolay mı, küçüklüğümden beri hayran
olduğum, hayal ettiğim Efendimizin kabrini ziyaret edeceğim. Burnuma
mis gibi koku geliyor. Kabrin önüne geldiğimde gözlerimden yaşlar
dökülmeye başladı. Ona salât ve selam ettim. Onun ümmeti olmaktan
gurur duydum. Onu kendime güzel bir örnek edineceğime söz verdim.
Selam söyleyen bütün dostlarımın selamları ilettim. Hiç durmadan
okuyorum. Ağzımdan hamdele, salvele her türlü dua dökülüyor. Hz
Ebubekir, Hz. Ömer, Hz Muhammed aynı yerde yan yana yatıyorlar.
Kabirlerinin kendisini görmemiz mümkün değil. Kabirlerin önüne altın
renginde güzel bir çerçeve yapmışlar. Görevliler durmamıza izin
vermiyorlar. Okuyarak önünden geçiyoruz. Cibril Kapısında çıkıp,
tekrar mescide girerek, Peygamberimizin minberi ile evi arasında
olan, “Ravza-i Mutahhara” denilen bölgede namaz kıldık.
Kabe’de olduğu gibi burada da büyük bir duygu seli oldu. Yol
yorgunluğumuz, bitkinliğimiz kalmadı. Gece hava biraz soğuk. Ama
Rasulullah sevgisi içimizi yakıyor; ısınıyoruz.
Sabah namazına tekrar gelmek üzere otelimize döndük.
MEDİNE’DE GEZİ
03 Aralık 2011
Bugün Medine’nin tarihi ve manevi yönü olan yerleri gezeceğiz.
Sabah saat 07.30’ otobüslere binip, ilk durağımız olan, Medine’ye 5
km uzaklıkta bulunan Kuba Mescidi’ne geldik. Rasulullah Efendimiz
burada on dört gün kalmış ve ilk Müslümanlar için bu mescidi yapmış.
Her cumartesi günü gelip burada namazlarını kılarmış. Tevâfuk oldu,
bizim burayı ziyaretimiz de cumartesi güne denk geldi.
Oradan, Müslümanlar kıble olarak Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya
doğru namaz kılarken, gelen ayet üzerine yönlerini Kabe’ye
çevirdikleri mescit olan Kıbleteyn (Çift Kıbleli) Mescidini gezip
namaz kıldık. Normal büyüklükte bir mescit olup, içerisinde
karşılıklı iki mihrap bulunmakta.
Uhut Dağı’na ve oradaki şehitlerimize doğru yol alırken heyecanım
arttı. 20 dakikalık bir yolculuktan sonra dağın eteklerine geldik.
Allah Resulünün: “Biz Uhut Dağı’nı severiz, Uhut da bizi sever!”
buyurdukları, Harun Peygamberin gömülü olduğu rivayet edilen dağ...Rasulullah’ın
mübarek dişinin kırıldığı yer…Peygamber Efendimizin sevgili amcası
Hz Hamza’nın ve yetmiş sahabenin şahadet şerbetini içtikleri yer…
Gerçek şehitler… Yeryüzünde dolaşırken gökte gezenler… Ölmüşken
ölmeyenler… Bir de ölmemişken ölenler var!...
Uhut Dağı’nın eteklerinde savaşın yapıldığı yüksekçe bir tepe
var. Yetmiş şehit ve Hz Hamza bu tepenin yanında yatıyorlar.
Oralarda dolaşırken ayaklarım titredi. Bir sahabenin şehit olduğu
yere basarım, diye korktum. Orada yaptığımız dualardan sonra, Mescid-i
Nebevi’ye gelip, öğle namazımızı kıldık. Öğleden sonra ise mescidin
hemen yanında bulunan Cennet’ül Bâki Mezarlığındaki; Hz Osman’ın,
Rasulullah’ın amcası Hz Abbas’ın, Hz Ayşe’nin, Hz Fâtıma’nın, Hz
Hasan’ın, bütün Sahabe ve Tabiun’un kabirlerini ziyaret ettik.
YURDA DÖNÜŞ
08 Aralık 2011
Kırk günlük hac maratonun sonuna geldik. Maraton sırasında bazen
koştuk; bazen depar attık; bazen de yürüdük. Ömrümüz boyunca
dökmediğimiz kadar gözyaşı döktük. Çok şükür kazasız bitişe vardık.
Medine Havaalanından yurda döneceğiz. Herkeste farklı bir telaş var.
Ailelerine, çocuklarına, torunlarına, evlerine, memleketlerine biran
önce kavuşma telaşı…
Bu mukaddes topraklardan ayrılmanın hüznünü yaşarken; memlekete
kavuşacağımın sevincini yaşıyorum. Hacı olmak zor. Hacı kalmak daha
da zor. Bundan sonra her şeye daha dikkat etmem gerekiyor. Ben artık
Hacıyım… Hacı olarak yaşayacağım…Hacı olarak öleceğim…Vesselam.
N. Sait EKİCİ
|